19 Aralık Katliamı ve Direnişi üzerine 25 Aralık 2000 tarihinde verilmiş “Katliam ve Direniş” başlıklı konferansın kayıtlarının bir bölümünü, Sivas Katliamı'nın yıl dönümü vesilesiyle bir kez daha okurlarımıza sunuyoruz. Okurlarımız konferans kayıtlarının tamamını www.kizilbayrak.org sitesinin arşiv bölümünden okuyabilirler. (Kızıl Bayrak - 6 Ocak 2001 Sayı: 1)
Bu devletin katliam yapma yeteneği de geleneği de bilinmiyor değil, bunu bu ülkede yaşayan herkes biliyor. Modern Türkiye Cumhuriyeti tarihine baktığımızda, bu devletin daha kuruluşundan itibaren toplumsal muhalefete ve sol siyasal güçlere karşı katliamcı bir tutumla hareket ettiğini görüyoruz. Katliamcılık bu devletin mayasında var.
Osmanlı’yı bir yana koyarak cumhuriyet dönemi üzerinden konuşuyorum, bu devlet daha cumhuriyet olarak kendini ilan etmeden önce, daha ulusal kurtuluş süreci içindeyken, elini komünistlerin kanına en sinsi ve aşağılık yöntemlerle buladı. Daha o günden emekçilerin çıkarlarına yönelen her türlü sol akımdan duyduğu aşırı korkuyu, Türkiye Komünist Partisi’nin önder kadrolarını hunharca katlederek gösterdi.
Türkiye Komünist Partisi, Bakü’de kuruldu. Kuruluş kongresinde, ülkede sürmekte olan ulusal kurtuluş mücadelesinin desteklenmesi ve kendi bağımsız konumu üzerinden bu mücadeleye aktif biçimde katılım kararı aldı. Komünistler kongrenin hemen ardından ülkeye dönüp ulusal kurtuluş mücadelesine bizzat katılmak istiyorlardı. Ülkedeki komünist ve sol güçler ise zaten bu mücadelenin içindeydiler.
Dahası var. O dönemde kurtuluş mücadelesinin en büyük destekçisi, Ekim Devrimi’yle kurulmuş genç Sovyet iktidarıydı. Sovyet iktidarının Türkiye’deki kurtuluş mücadelesine verdiği destek, yaptığı katkı, sunduğu olanaklar, bunun çok özel önemi, bugün Türk resmi tarihi tarafından bile açıklıkla ifade edilmektedir.
Bütün bunlara rağmen, yani Sovyetler Birliği Türkiye’de sürmekte olan mücadeleye tam destek veriyorken ve TKP’nin Kuruluş Kongresi ulusal kurtuluş mücadelesine destek kararı almışken, komünistler tam da bu karar çerçevesinde ülkeye dönüyor iken; Mustafa Suphi başkanlığındaki heyet ikiyüzlülükle hareket eden kemalistler tarafından önce örgütlenmiş provokasyonlarla karşılandı, sonra da götürülüp Karadeniz’de katledildi. Tarihin hunharca ve alçakça işlenmiş en akıl almaz cinayetlerinden biridir bu. Devrimcilere karşı toplu katliam bu devletin mayasında, daha kuruluşundan itibaren var derken, bunu anlatmış oluyorum.
Kuşkusuz, bir burjuva kurtuluş mücadelesiydi bu. Ve giderek her burjuva siyasal akım ve düzen gibi, ayağını yere basar basmaz, kendisinden ötesini hedefleyen devrimci muhaliflerine karşı kendi gerici tepkisini, bunun aracı olan gerici baskı ve şiddetini üretecekti. Burada anlaşılmaz ya da akıl almaz olan bu değil. Ama işgalci emperyalist güçlere karşı direnişin yaşandığı bir sırada ve üstelik bu direnişi desteklemekte olan güçlere yönelen bir katliam (üstelik iğrenç ve sinsi provokasyonlarla iç içe giden bir katliam) çok da akıl alır değil, çok da normal değil. Ama bu devlet kuruluşundan itibaren bunu yaptı, elini en iğrenç ve vahşi yöntemlerle komünistlerin kanına buladı. Dönün Nazım’ın buna ilişkin şiirlerini, Mustafa Suphi ve 14 yoldaşını ölümsüzleştiren o güzelim şiirleri yeniden okuyun. Dönün o yılların komünistlerinin gelecek kuşaklara “28-29 Ocak 1921’i unutma!” diye seslenen çığlığına yeniden bakın.
Bu devletin salt komünistlere ve devrimcilere değil, Kürtlere karşı izlediği katliamcı tutum ve pratiği de mayasında, yani daha kuruluşundan itibaren var. Kurtuluş mücadelesine tam destek verdikleri, bu mücadeleye en etkin biçimde katıldıkları ve dahası, kurtuluş mücadelesinin başlangıç dönemindeki girişim ve örgütlenmelere ev sahipliği yaptıkları halde, zaferin hemen ardından katliamlara hedef oldular. Daha en başından kendilerine eşitlik ve temel ulusal hakları vadedildiği halde, Lozan’daki Türk resmi temsilcileri, biz burada Türklerin ve Kürtlerin temsilcileri olarak bulunuyoruz, bizim meclisimiz Türklerin ve Kürtlerin meclisidir, dedikleri halde, kurtuluşun hemen ardından Kürt halkının bütün temel haklarını inkar ettiler, tamamen Türk kimliğine dayalı bir cumhuriyet kurmaya kalktılar. Kürtler buna tepki vermeye başladıkları andan itibaren de büyük zulümlerin ve katliamların hedefi oldular, acımasızca kırılıp ezildiler, toplu sürgünlere uğradılar.
Aynı dönemin emekçi toplumsal muhalefeti güçlü ve yaygın olmamakla birlikte çok iyi biliyoruz ki, kurtuluş savaşını izleyen yıllarda büyük kentlerin işçileri en basit haklar uğruna mücadeleye yöneldiklerinde, yeni rejimin polis şiddetine ve baskısına hedef oldular. Baskı ve zorbalıkla en basit demokratik haklardan bile yoksun bırakıldılar. Bunları elde etmeye ya da fiilen kullanmaya yönelik tüm girişimleri baskı ve terörle karşılandı.
Bunları, bu devletin daha baştan, toplumun ezilen ve sömürülen katmanlarına, onların örgütlü ilerici ya da devrimci temsilcilerine karşı aşırı baskıcı ve katliamcı bir geleneğe sahip olduğunu vurgulamak için hatırlatıyorum. Bu gelenek, toplumsal muhalefetin şiddetlenmesi ölçüsünde, toplumsal muhalefetin şiddeti ve gücüyle orantılı bir biçimde, kendini en aşırı bir biçimde ortaya koymuştur. Türkiye’de cumhuriyetin kabaca ilk 40 yılı sınıf mücadelesi bakımından nispeten durgun bir dönem olduğu ve kurtuluş sürecini izleyen ilk çıkışlar acımasızca ezildiği için, Kürt isyanlarını saymazsanız, bu dönem boyunca bu şiddet kendini çok fazla gösterememiştir.
‘60’ları izleyen sol dalgaya karşı harekete geçirilen baskı, terör ve katliam mekanizması
Ama ‘60’lı yıllardan itibaren, kapitalist gelişmenin modern sınıfları belirginleştirmesi ve işçi sınıfı eksenli modern sınıf mücadelesinin gelişmesi ölçüsünde, devletin gelişen toplumsal muhalefete karşı şiddetini nasıl ölçüsüzce kullandığını biliyoruz. Örnek olarak veriyorum; 1965 yılında Zonguldak kömür işçileri en masum talepler uğruna direnişe geçtiklerinde, bu direniş hava kuvvetleri de dahil ordu birlikleri seferber edilerek bastırıldı ve bu arada iki direnişçi işçi katledildi. Sonraki yıllarda sayısız fabrika ve toprak işgali gerçekleşti, bu işgallerin çoğunun polis ve jandarma terörüyle kırıldığını biliyoruz.
Aynı dönemde, sosyal hareketliliğin gelişmesine paralel olarak şekillenen ve güçlenen bir sol hareket var. Bu hareketin bünyesinde devrimci eğilimler filizleniyor, adım adım devrimci akımlar şekillenmeye başlıyor. Biz devletin baskı ve terör aygıtlarının bu dönemin toplumsal muhalefetine ve onun ilerici-devrimci kesimine şiddetle yöneldiğini, genç devrimcilerin çeşitli saldırı ve cinayetlere hedef olduğunu biliyoruz. Bunun için devletin resmi baskı aygıtlarının yanı sıra faşist komando kamplarında özel paramiliter sivil güçlerin eğitilip hazırlandığını biliyoruz. Bizzat MİT ve kontr-gerilla tarafından örgütlenen “komünizme karşı mücadele dernekleri”ni ve bunların toplumsal muhalefet üzerinde estirmeye çalıştığı terörü biliyoruz. Bugün “irtica” güçleri olarak hedef haline getirilip terbiye edilmeye çalışılan yobaz güçler kullanılarak, 6. Filo protestolarına karşı yaratılan Kanlı Pazar’ları biliyoruz. Bunlar saymakla bitmez. Amerikancı generaller tarafından CIA’nın tam desteğinde tezgâhlanan 12 Mart darbesiyle kurulan faşist terör rejimi döneminde ise devrimci katliamı adeta bir sürek avı halinde sürdürüldü.
Ardından ‘70’li yılların ikinci yarısı, yani önlenemeyen yeni devrimci yükseliş dönemi geldi ve bu dönemde, devletin açık-gizli, resmi-gayri resmi tüm baskı ve terör aygıtları binlerce devrimcinin, emekçinin ve aydının hayatına mal olan sayısız saldırı, cinayet ve katliam gerçekleştirdi. Sivas’ta, Maraş’ta, Çorum’da yüzlerce ilerici emekçi bizzat devletin karanlık odaklarının özel planlı saldırılarıyla katledildi. Maraş Katliamı döneminde yine bugünün kanlı katili Ecevit başbakandı ve katliamı önlemek için kılını bile kıpırdatmadı. Dahası, bir general eskisi olan dönemin içişleri bakanı, katliamı mazur gösteren ve dolayısıyla faşist katliamcı sürüsünü cesaretlendiren açıklamalar yaptı.
Tüm bunlarla, bu devletin bir katliamcı geleneği ve gelenek içerisinde yetkinleşen bir katliamcı yeteneği olduğunu vurgulamak istiyorum. Özellikle ‘60’lı yıllardan itibaren, yani işçi ve emekçi tabanına dayalı bir toplumsal muhalefet ve bundan beslenen bir sol hareket geliştiği andan itibaren, bu baskı, terör ve katliam aygıtı sürekli bir biçimde geliştirildi. Toplumsal muhalefetin bastırılması, devrimci hareketin ezilmesi kanlı icraatı içerisinde adım adım yetkinleştirildi. Biz buna bugün devletin son 30-35 yıllık süreç içerisinde sürekli bir biçimde tahkim edilmesi, bir faşist baskı ve terör aygıtı olarak tahkimatı diyoruz. ‘60’lı yıllardan itibaren devlet sürekli bir biçimde kendini devrimci harekete ve toplumsal muhalefete karşı kanlı icraatlar içerisinde, sistematik terör ve planlı katliamlar pratiği içerisinde tahkim etti.
Son 30 yıldır devrimci kanı akıtılarak yetkinleştirilen baskı ve terör aygıtı
Her askeri darbe bu tahkimatta yeni bir safhayı işaretledi ve son on beş yıldır Kürt halkına karşı yürütülen kirli savaş pratiği içerisinde en ileri noktaya ulaştı. Önce 12 Mart geldi; devlet toplumsal muhalefeti ve devrimci akımları terörle, kanla ezdi ve buna paralel olarak da kendini tahkim etti. ‘70’li yıllarda toplumsal muhalefet kendini yeniden ortaya koydu, büyük bir devrimci yükseliş yaşandı ve bu devlette önemli gedikler açtı, devlet aygıtında büyük zaaflara yol açtı. Devlet bu yükseliş karşısında büyük ölçüde etkisiz kaldı. Ama işbirlikçi burjuvazi bir kez daha ağababası Amerikan emperyalizminin de tam desteğiyle kendini toparladı. 12 Eylül faşist darbesi ile yeni bir karşı saldırıya geçti.
Askeri darbeyle toplumsal muhalefetin bastırıldığını, devrimci akımların kan ve terörle ezildiğini, yüz binlerce devrimci ve ilericinin işkenceden geçirildiğini ve on binlercesinin zindanlara kapatıldığını biliyoruz. Toplumsal muhalefetin bu ezilmesi süreci, devletin bir şiddet ve terör aygıtı olarak daha da yetkinleştirilmesi süreci olarak işledi. Devletin bu dönemki kendini yeniden yapılandırma ve tahkim etme çabası 12 Mart’la kıyaslanamayacak kapsamdaydı. Devlet kendini sadece açık-gizli baskı, terör ve işkence aygıtları yönünden tahkim etmekle kalmadı; YÖK aracılığıyla üniversiteleri, tekeller aracılığıyla basını, tarikatlar aracılığıyla toplumun geri kesimlerini, bu arada camileri, yargıyı, sendikaları ve bütün öteki kurumları bu şiddet aygıtına paralel olarak işlev görecek şekilde yeniden düzenledi, açık ya da örtülü biçimler içinde kendine sımsıkı perçinledi. Geçerken hatırlatmış olayım; devletin bu kapsamdaki yeni biçimlenmesi, işin özünde, tekelci burjuvazinin palazlanması ve devletle her açıdan iç içe geçmesiyle, onu her açıdan ve her düzeyde kendi çıkar ve ihtiyaçlarına uydurmasıyla sıkı sıkıya bağlantılı.
Bugün katliamın arkasından bakıyoruz; bütün bir tekelci sermaye medyası aynı dili kullanıyor, aynı yalanları söylüyor, aynı temaları işliyor, aynı görüntüleri veriyor ve aynı rezil dili kullanıyor, tüm televizyon kanallarından aynı lağım akıntısı akıyor. Bu, işbirlikçi burjuvazinin egemenlik aygıtı olarak devletin toplumsal muhalefeti ezmek üzere kendini yeniden örgütlerken, sorunu şiddet aygıtlarından ibaret bırakmadığını, her türlü propaganda ve ideoloji aygıtlarını da özel bir tarzda kendine bağladığını, kendi organik bünyesinin bir parçası haline getirdiğini gösteriyor. Türkiye’de medya artık devletin bir parçasıdır. Devlet dediğimiz zaman genellikle ordu, polis, bürokrasi, mahkemeler, zindanlar vb. akla gelir çoğu kere. Oysa Türkiye’de, salt Türkiye’de de değil günümüzün tüm kapitalist toplumlarında, devlet aynı zamanda medya demektir, salt ideoloji aygıtlarına değil, tüm iletişim, haberleşme ve enformasyon aygıtlarına da egemenlik demektir. Çağdaş burjuva devleti artık, emperyalist metropollerde olduğu kadar bağımlı ülkelerde de bunlarsız düşünülemiyor. Egemen sınıfın şiddet aygıtlarını, onun propaganda ve ideoloji aygıtlarından ayırmanın olanağı yoktur artık.
Türkiye’de bu özellikle de böyledir, bizde medya devletin ayrılmaz bir parçası olmaktan öte, onun tam güdümündedir. Dahası derin devlet denilen kontr-gerilla merkezinin emir-komutası altındadır. “Andıç” benzeri skandallarla da inkâr edilmez bir biçimde ortaya çıktığı gibi, onun en karanlık ve kanlı operasyonlarının aletidir.