Seçimler ve sol ittifaklar

Parlamentarizmden koparak devrimcileşenler, ona dönerek böylece devrimci dönemlerinden geriye hiçbir iz bırakmamış oldular. Ama temel önemde bir farkla: '60'lı yılların parlamentarizmi dönemin modern sosyal uyanış ortamında yeniden doğuş halindeki bir solun ilk saf ve ham, dolayısıyla masumiyet yüklü aşamasını temsil ediyordu. Oysa bugünün parlamentarizmi bir çürüme ve tükeniş sürecinin tepe noktasını...

  • Değerlendirmeler
  • |
  • Güncel
  • |
  • 10 Kasım 2022
  • 18:06

“Son yıllarda seçimler solun tablosunu daha iyi anlayabilmek, kimin gerçekte ne olduğunu ve nerede durduğunu daha açık biçimde görebilmek için paha biçilmez veriler sunmaktadır. Şu veya bu parti ya da grubun gerçek konumunun, bilincinin ve yöneliminin ne olduğunu daha açık, somut ve kesin biçimde anlamak istiyorsanız, seçimler dönemindeki tutum ve politikasına bakınız, o parti ya da grubun gerçeğini bütün açıklığı ile görme olanağı bulursunuz.” (Seçimler, Sol Hareket ve Devrimci Sınıf ÇizgisiEkim, Haziran 2007)

Reformist solda parlamenter tez canlılık

2023 seçimlerine ilişkin olarak ortada resmi olarak açıklanmış bir tarih ve takvim yok henüz ama reformist solun seçim blokları oluştu bile. Uzun ayları bulan ön görüşme süreçlerinin ardından geride kalan haftalar içinde peş peşe salon toplantıları yapıldı, ittifaklar ve bildirgeler açıklandı. Seçimlere her halükârda bir yıldan az bir süre kaldığına göre bu tez canlılık kendi başına yadırganmayabilir. Fakat bu hazırlıkların çok öncelere dayandığını, son bir yılda ise yalnızca hız ve yoğunluk kazandığını ve nihayet seçim ittifakları olarak somutlandığını biliyoruz.

Örneğin SİP-TKP’nin “TKP 2023 İçin Çağırıyor” başlıklı broşürü Şubat 2021 tarihlidir. Bugün üzerinden neredeyse iki yıl öncesine aittir. Tüm içeriği üzerinden bu broşür Cumhuriyet’in 100. Yılı ile de ilişkilendirilen bir seçim platformu sunumu ve seçim ittifakı çağrısıdır. Bunu daha alt başlığından bile görmek mümkün: “AKP’ye neden karşıyız? Millet İttifakı neden çözüm değil? 2023 için neden hazırlanmalıyız?” Broşür 2023 seçimlerinde “emekçi halkın ittifakını” oluşturmak üzere bir seçim cephesi çağrısı içermektedir: “TKP aynı zamanda benzer duyarlılıkları olan siyasi güçleri ve bazı konularda farklı düşünenleri de TKP ile ortak hareket etmeye, emekçi halkın ittifakını yaratmaya da çağırmaktadır.” (s.7) Önerilen “cephe” için sunulan dört maddelik çerçeve, Sosyalist Güç Birliği’nin yakın zamanda (Ağustos sonunda) açıklanan beş maddelik “ilkesel” çerçevesiyle aşağı yukarı örtüşmektedir.

Parlamenter tez canlılığa ikinci örnek, benzer bir seçim bildirgesini 2022 yılı başında yayınlayan EMEP’tir. “Bağımsız Demokratik Bir Ülke ve İnsanca Yaşam Bildirgesi” başlıklı bu açıklama da öncelikle düzen muhalefeti ile araya sınırlar çizmekte, ardından sözü seçimlere getirmekte ve bunu da “halkın gerçek seçeneği”ni oluşturma hedefine bağlamaktadır:

“Bütün emek ve demokrasi güçlerini Cumhur İttifakı’nı yıkacak, Millet İttifakı karşısında sömürülen ve ezilen halk kitlelerinin haklarını kararlıkla savunacak üçüncü bir seçeneği, gerçek bir Halk İttifakı seçeneğini oluşturmak üzere birlikte hareket etmeye çağırıyoruz.” (s.7)

Değindiğimiz iki örnekten ilki (SİP-TKP) normal seçim tarihini iki buçuk yıl, ikincisi (EMEP) bir buçuk yıl önceleyen zaman kesitlerinde birer seçim bildirgesi yayınlamak yoluna gidebiliyorlar. Bu, seçimlere ve parlamentoya endeksli bir siyasal yaşam ve mücadele anlayışının açık bir göstergesidir.

Seçimlere endeksli ittifaklar çizgisi

Nitekim bu aynı anlayış kendini ittifaklar politikası üzerinden de aynı açıklıkla ortaya koymaktadır. 2021 yılı başından beri solda hummalı bir ittifak arayışı ve buna yönelik girişimler var. Reformist solun üç önemli temsilcisi (SİP-TKP, Sol Parti ve EMEP) daha 2021 Mayıs’ında bir güç ve eylem birliği platformu oluşturduklarını açıkladılar. Bunun salt seçimlere yönelik olmadığını iddia etseler de sözkonusu oluşumun siyasal mücadeleye ilişkin sözü edilebilir herhangi bir sonucu olmadığını biliyoruz. Birkaç ortak açıklama ile bir-iki panel sınırında kaldı bu sözde güç ve eylem birliği. Bu şaşırtıcı da değildi. Zira oluşum gerçekte seçimlere yönelik bir ön hazırlık, bu doğrultuda birleşik bir güç odağı oluşturma niyetinin bir ilk ürünüydü. Seçimlere ilişkin politikalar farklılaşınca EMEP ittifaktan koptu ve güç birliği de sona ermiş oldu. Bu sonuç bile girişimin gerçekte seçimlere yönelik olduğunun bir göstergesidir.

3 Kasım 2002’den beri, yani son yirmi yıldır, reformist solda güç birliği girişimlerinin tümüyle seçimlere endeksli olması neredeyse bir kuraldır. Anılan tarih, dünün bir kısım devrimci yapıları da dahil olmak üzere sosyalist olmak iddiasındaki solun büyük bir bölümüyle parlamentarizme kaydığı bir dönüm noktasını işaretlemektedir. O zamandan beri ittifak girişimleri hep de seçimleri önceleyen bir zaman diliminde gündeme gelir. Seçimler geride kalır kalmaz da oluşturulan ittifak platformları sona erer. Bu öylesine eski ve yerleşmiş bir davranış biçimidir ki, oldukça erken bir tarihte (Temmuz 2006) aşağıdaki türden bir değerlendirmeye konu olabilmiştir:

“Reformist bloku oluşturanlar her seçim öncesinde ve sonrasında kurdukları ittifak ilişkilerinin seçimlere değil mücadeleye yönelik olduğunu ve dolayısıyla süreklilik göstereceğini söyleyip dursalar da, sonuçta olup bitenin salt seçimlere ve parlamenter başarıya endeksli olduğunu olaylar tüm açıklığı ile göstermektedir. Böyle olunca konuya ilişkin tartışmalar da seçim öncesinde gündeme gelmekte ve seçim değerlendirmelerinin hemen sonrasında ise bir sonraki seçime kadar geride kalmaktadır. Nitekim bu tartışmanın geride kalan haftalarda bir kez daha gündeme gelmesi yine yeni bir seçim olasılığı üzerine idi ve şu günlerde hız kesmesi de aynı olasılığın gündemden düşmesi sonucu oldu. Bu davranışın yılları bulan toplam tablosu, hiç de mücadeleye değil fakat tümüyle parlamentarizme endeksli bir tutumun tipik ifadesi olarak durmaktadır orta yerde.” (H. Fırat, Tasfiyeci Sürecin Son Aşaması: Parlamentarizmi, s.67, Eksen Yayıncılık)

Olağanlaşan parlamentarist söylem

Reformist solda artık oturmuş bir parlamentarist anlayış ve buna uygun düşen içselleştirilmiş bir söylem var. 3 Kasım 2002’den beri ve uzun yıllar boyunca parlamentarist söylemin açık ara önde temsilcisi EMEP idi. Buna 2002’de “Denizlerin yolu parlamentoya çıktı” vecizesiyle başlamışlardı. 2004’te yerel seçimleri “yerel iktidarlaşma”nın bir olanağı ve böylece “genel iktidarlaşma”nın da bir basamağı olarak görmekle devam ettiler. Giderek bu türden söylemleri olağanlaştırıp kanıksadılar. Parlamentarist yaklaşım ve söylemler düzen solunu tercih edilebilir bir müttefik olarak görmek noktasına kadar varabildi. Bunun ilk örneğini, 2004 Mart’ı gibi oldukça erken bir tarihte, yerel seçimlere Murat Karayalçın liderliği ve “SHP çatısı” altında girerek vermişlerdi. Şimdilerde ise, Millet İttifakı’nı reddederken bunu CHP’nin yanlış yerde durduğu, asıl yerinin “demokrasi ittifakı” olması gerektiğini söyleyerek, böylece düzen muhalefetinin ana partisini “saflara” çağırarak yapabiliyorlar.

Gelinen yerde ise dünün SİP hiziplerinden TİP bu alanda artık EMEP’i de geride bırakmış görünüyor. Son birkaç yıldır parlamento kürsüsü üzerinden görünür hale gelmenin ve düzen solu çizgisindeki medya organları üzerinden cömertçe öne çıkarılmanın yarattığı baş dönmesiyle olmalı, artık her türden parlamentarist söylemi en olağan bir biçimde kullanmakta bir sakınca görmeyebiliyor bu partinin temsilcileri. Hele de partinin parlamenter konumu üzerinden bir süredir yıldızı parlayan başkanı. “Ekmelledin gibi biri olmamak kaydıyla” düzen muhalefetinin göstereceği herhangi bir “cumhurbaşkanı” adayına destek vereceklerini yeri geldikçe yineleyip duruyor. Peki bunun burjuva bir hükümete onay ve destek vermekle aynı anlama geldiğini bilmiyor olabilir mi? Teorik geleneği ile pek övünen SİP-TKP kökeninden geldiğine, dahası yıllar boyunca (ve bölünmeye kadar!) bu aynı partiyi başkanlık konumu üzerinden temsil ettiğine göre muhtemeldir ki biliyor. Buna rağmen gönlü rahat biçimde böyle söylemleri açıkça yineleyip durması, parlamenter başı dönmüşlük içinde her türden ilke ve ölçünün artık bir yana bırakılması anlamına geliyor. İşin aslında da durum tam olarak budur.

Bu düşünüş tarzına çok sayıda başka örnek verilebilir. İşte bunlardan içler acısı bir ötekisi: “Erkan Baş: TİP yüzde 3 oy alsın, işçiye cop kaldırmaya kimse cesaret edemez.” TİP çizgisindeki günlük İleri Haber sitesinin 26 Ağustos 2022 tarihinde verdiği bir haberin manşeti bu. TİP başkanının konuşmasının manşete konu olan bu kısmı haberde şöyle yer alıyor:

“TİP'in hedeflerine ilişkin de konuşan Baş, ‘Türkiye'de sosyalist bir parti 1965 seçimlerinde yüzde 2,9 oy almış, Türkiye İşçi Partisi. Biz hedefi oraya koyduk. Yüzde 3 alacağız, yüzde 3 için çalışacağız’ şeklinde konuştu.

“‘Siyaset 2 şey için yapılır. Bir, iktidar olursunuz ve bir şeyleri yaparsınız; bir de güçlü bir muhalefet çizgisi oluşturursunuz, bazı şeyleri yaptırmazsınız’ diyen Baş, ‘Türkiye İşçi Partisi yüzde 3 oy alsın, parlamentoda bir grup kursun, İstanbul Sözleşmesi’ni tartışamazsınız bile. Gülşen’i tutuklamak o savcının aklına bile gelmez. Sokağa çıkan işçiye cop kaldırmaya kimse cesaret edemez’ ifadelerini kullandı.”

Yüzde 3 oy ve parlamentoda bir grup! İşte sömürünün değilse bile baskının ve zulmün, keyfiliklerin ve hak gasplarının sonunu getirmenin altın anahtarı! Bunları söyleyen kişi, bizzat 1965’ten örnek verdiği partinin tam da sözü edilen seçim “başarısı”nın ardından, değil seçmenlerinin bizzat milletvekillerinin, değil sokakta tam da girdikleri o meclis çatısı altında başlarına neler geldiğini (ne tekmeler indiğini!) bilmez mi? Bunları söyleyen kişi, bizzat parlamenter olmasını borçlu olduğu partinin, HDP’nin, seçimlerde değil yüzde 3 neredeyse yüzde 13 oy aldığını, parlamentoda üçüncü büyük gruba sahip bulunduğunu, ama buna rağmen temsil ettiği kitlenin başına sabah akşam cop indiğini, başta parti başkanları olmak üzere seçilmiş temsilcilerinin yıllardır hapislerde tutulduklarını bilmez mi? Bu hafiflik ve naiflik örneği sözler, bunları doğuran o muhakeme tarzı, “parlamenter budalalık” denilen durumun tipik ve uç bir örneği sayılmalıdır.

Fakat bunun hiç de yalnızca TİP’e özgü bir durum olmadığını da eklemek durumundayız. Bugünkü TİP’in içinden çıktığı “gelenek”, bu aynı düşünüş tarzının en kötü ve acınası örneğini yıllar öncesinden vermişti. SİP-TKP’nin 2011’deki “500 bin oy” kampanyasının oturduğu mantık da tamı tamına buydu. O tarihlerde başkan yine Erkan Baş idi ama partinin çizgisi başkalarından soruluyordu. Şubat 2011’de, bu kötü ünlü kampanyaya ilişkin soruları yanıtlarken, Kemal Okuyan’ın söyledikleri arasında şunlar da vardı:

“Evet, Türkiye Komünist Partisi, boyun eğmeyen 500 bin kişinin varlığının bir biçimde tescillendiği bir Türkiye'de hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını düşünüyor… TKP'nin bugünkü düzene, gidişata tepki duyanlara söyleyeceği şudur: Kendinize, ülkenize, halka bir iyilik yapın ve Türkiye'nin siyasal dengelerini radikal biçimde değiştirecek bir gelişmenin önünü açın.” (Sol.org, 11 Şubat 2011)

Sözü edilen “tescillenme” seçimlerde SİP-TKP’ye verilecek “500 bin oy” üzerinden olacaktı. Böylece artık “Türkiye’de hiçbir şey eskisi gibi olmayacak”tı! Pasif bir parlamenter tercih “Türkiye'nin siyasal dengelerini” baştan aşağı değiştirecekti! Böyle düşünebilen insanların kendilerine ciddi ciddi “komünist” diyebildiği bir ülkede yaşıyoruz ne yazık ki.

Parlamenter avanaklık İkinci Enternasyonal partilerinin yaşadığı çürümenin temel nedenlerinden biriydi. Benzer bir akıbet İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen dönemde Üçüncü Enternasyonal partilerinin başına geldi. Yine de, güçlü devrimci geleneklerden beslenen ve içlerinden bazıları bir dönem seçimlerde önemli bir oy desteği de elde edebilen bu partilerin parlamenter hayal dünyalarını bu denli başı boş bıraktıklarını sanmıyoruz. Fransız Komünist Partisi Hitlerci faşist işgal döneminin en etkin direniş partisi idi. Bu sayede savaşı izleyen dönemde yüzde 30’a dayanan bir oy desteğine de ulaşmıştı. Ama bu Fransız burjuvazisinin bu aynı dönemde işçi grevlerini zor kullanarak bastırmasına bir engel oluşturamıyordu. (Benzer durumdaki İtalya’da da sonuç farklı değildi).

SİP-TKP’nin “500 bin oy”dan beklentisi ile bugünkü TİP’in yüzde 3’e denk gelen bir buçuk milyon oydan beklentisi mantıksal öz bakımından tam olarak örtüşmektedir. Bu hizipleşme, bölünme ve giderek farklılaşmaya rağmen parlamentarist düşünüş tarzındaki ortak mayaya işaret etmektedir. Bu maya SİP’i de öncelemekte, “geleneğin” kök aldığı 1960’ların o kaba burjuva parlamentarizmine dayanmaktadır. 1965 seçimlerinde yüzde 3’lük bir oy desteği, o günkü TİP yönetiminde herşeyi parlamenter yaşama ve başarıya endeksleyen, “parlamenter yoldan sosyalizme barışçı geçiş” hayallerini depreştiren bir sonuç doğurmuştu. Yine de bugünkü benzerleriyle arada önemli bir fark var. Tarihsel TİP’in yönetimindeki baş dönmesi somut bir seçim başarısının ardından gelmişti. Şimdikiler bu türden boş hayalleri ortada henüz bir şey yokken yaşıyorlar. Ya bir de gerçekten bir parça parlamenter başarı elde etseler! (Son seçimlerde İzmir’in bir-iki mahallesinde %1’i bulanların bunu “psikolojik sınır nihayet aşıldı!” sevincine konu ettiklerini biliyoruz.)

İşçilerde ve emekçi kitlelerde burjuva temsili kurumlara ilişkin varolan köklü önyargıları ve dayanaksız hayalleri darbelemek, devrimci bir seçim politikası ve çalışmasının olmazsa olmaz bir unsurudur. Reformist sol ise bunun tam tersini yayıyor. Bu türden önyargıları pekiştiren ve hayalleri daha da depreştiren bir söylemle hareket ederek, böylece kurulu düzenin değirmenine su taşıyor. Bu bakış ve davranışa ilişkin olarak bugüne kadar çok şey söyledik. Aşağıdaki pasaj buna yalnızca bir örnektir:

“Seçimler, genel kural olarak, siyasal ilgi ve tartışmaların burjuva siyasal yaşamın olağan dönemlerine göre nispeten yoğunlaştığı dönemlerdir. Burjuva düzen partileri emekçi kitlelerde kaçınılmaz olarak oluşan bu ilgi yoğunlaşmasını tümüyle yalana ve demagojiye dayanan bir propaganda ile düzen kanalları içinde tutmaya, onlarda burjuva temsili kurumlarla ilgili hayalleri yaşatmaya ve güçlendirmeye, ve bu arada elbette, oy desteklerini alarak bunu kendileri için bir siyasal güce dönüştürmeye çalışırlar. Devrimci parti ve örgütler ise, aynı ilgi yoğunlaşmasından düzenin ve düzen kurumlarının etkili bir teşhirini yapmak, özellikle seçimler ve parlamento konusundaki hayalleri darbelemek ve olanaklı olduğunca yıkmak, bu çerçevede seçim dönemi politizasyonundan kitlelerin devrimci bilincini, mücadelesini ve örgütlenmesini geliştirmek üzere yararlanmak yoluna giderler.” (H. Fırat, Seçimler ve Sol Hareket, s.8-9, Eksen Yayıncılık)

Reformist solda seçim ittifakları

Reformist solda halen şekillenmiş iki seçim bloku var. Bunlardan ilki HDP eksenlidir ve bu parti bünyesindeki bileşenlerin yanı sıra öteki altı sol gruptan oluşmaktadır. Parlamentoda temsil edilmeyi özellikle önemseyen ve bunun nasıl olanaklı olabileceğini de gerçekçi bir biçimde değerlendiren TİP ve EMEP, Emek ve Özgürlük İttifakı olarak isimlendirilen bu blok içinde yer alıyor.

Kendini Sosyalist Güç Birliği olarak isimlendiren öteki blokta ise Sol Parti ile SİP’in gerçekte tümüyle aynı ideolojik zeminde hareket ettikleri halde nedense ayrı duran üç ayrı hizbi (SİP-TKP, TKH ve Devrim Hareketi) yer alıyor. İttifakı oluşturanlar bileşimin bu zayıflığını örtmek kaygısıyla olmalı, dört grup yerine çok sayıda aydın, sanatçı, akademisyen, politikacı ve sendikacının imzasını içeren bir bildirgeyle kendilerini duyurmayı tercih ettiler.

HDP eksenli Emek ve Özgürlük İttifakı demokrasi mücadelesini, bu çerçevede temel demokratik hak ve özgürlükleri, elbette bu kapsamda Kürt sorununu öne çıkaran bir tutum içinde. Tersinden Sosyalist Güç Birliği ise emperyalizme karşı bağımsızlık, dinsel gericiliğe karşı laiklik mücadelesini vurgulamakta ve bu sonuncusunu “cumhuriyetin kazanımları”na bağlamaktadır. Elbette Emek ve Özgürlük İttifakı açıklaması emperyalizmden, Sosyalist Güç Birliği’ninkiyse demokratik hak ve özgürlüklerden söz etmektedir. Fakat bu ara değinmeler açıklamaların toplamında fazlasıyla iğreti durmaktadır. Mücadelenin genel çerçevesini AKP iktidarına karşıtlık üzerinden çizmek ile devrimi ve sosyalizmi söylem olarak bile anmamaksa, her iki açıklamanın dikkate değer ortak yanını oluşturmaktadır.

Emek ve Özgürlük İttifakı Deklarasyonu’nun “acil görev” olarak sunduğu şu başlangıç sözleri gerçekte açıklamanın tüm içeriğini en veciz biçimde özetlemektedir:

“Cumhur İttifakı’nın yarattığı yıkımı durdurmak, Tek Adam Yönetimi’ni sonlandırmak, halkın çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirmek, demokratik hak ve özgürlükler temelinde bir değişim ve dönüşümün gerçekleşmesini sağlamak, önümüzdeki dönemin acil görevidir. Bu değişim ve dönüşümün yaşanabilmesi için emekten, barıştan, demokrasiden yana güçlerin ortak ve birleşik mücadeleyi güçlendirmesi ve kararlı bir şekilde sürdürmesi büyük önem taşıyor.”

Bu, tamı tamına bir “demokratik Türkiye” platformudur. Nitekim deklarasyonda bu hedef sık sık yinelenmekte, buna ilişkin istemlere de genişçe, yer yer ayrıntılara inilerek yer verilmektedir. Oysa sunulan bu aynı çerçevenin içinde emperyalizme karşı mücadele ve dolayısıyla bağımsızlık istemi yoktur. Açıklamanın toplamında herhangi bir anti-emperyalist mücadele görevine ya da istemine yer verilmemiştir. “Yaşanan ekonomik krizin ve çok yönlü toplumsal yıkımın ağır faturasını yerli ve yabancı sermayeye” ödetmek gerektiği ifadesi denebilir ki (denebilirse tabi!) bunun biricik istisnasıdır.

Ekonomik, sosyal ve siyasal reform istemlerinin genişçe yer aldığı bir deklarasyonda herhangi bir anti-emperyalist istemin yer almaması doğal olarak fazlasıyla açıklayıcıdır. Deklarasyonun açıklandığı etkinlik kürsüsünü cömertçe TİP ve EMEP’lilere bırakan Kürt hareketi, ortak platformun çerçevesini kendine göre belirlemeye bir kez daha özel bir dikkat göstermiş görünüyor. HDP eksenli ittifak derken tam da bu belirleyiciliği kastetmiş oluyoruz.

Demokratizmleri baskın olsa da emperyalizm gerçeği ve anti-emperyalist mücadelenin önemi konusunda yine de bilinci ve hassasiyetleri bulunan bir dizi grubun bu durumu içlerine nasıl sindirebildiği ise önemli ama yanıtı çok da zor olmayan bir sorudur. Günümüzün sosyalist olmak iddiasındaki sol gruplar yelpazesi ezici ağırlığıyla uzun yıllardır iflah olmaz bir oportünizme batmış durumdadır.

Kürt hareketi eksenli ittifakın bir ara başlık altında yer verdiği Kürt sorununa ilişkin çözüm önerisi ise özü itibarıyla şöyledir: “Demokratikleşme ile doğrudan bağlantılı ve iç içe geçmiş olan Kürt sorununun çözümü için inkâr ve bastırma siyaseti yerine demokratik ve barışçı bir çözüm için adım atılması gereklidir.

Emek ve Özgürlük İttifakı Deklarasyonu, ittifakı kastederek, “Bu birlik ve mücadele yeni dönemin belirleyici, etkin bir gücü de olmak zorundadır” diyor ve seçimlerin bu yolda yalnızca ara bir uğraktan ibaret olduğunu ekliyor. Fakat böyle bir ittifakın neden tam da seçim öncesinde kurulduğuna ve geçmişteki benzer ittifakların neden tam da seçimlerin ardından sona erdiğine ilişkin kaba gerçek orta yerde duruyorken, buradaki iddia herhangi bir inandırıcılık taşımıyor.

Sosyalist Güç Birliği ya da orta sınıf çizgisi

Sosyalist Güç Birliği’nin kurulduğunu ilan eden açıklama şu sunumla başlıyor:

“Cumhuriyet tarihinin en kritik dönemlerinden birinden geçiyoruz. AKP, yirmi yıllık iktidarı boyunca Cumhuriyet’in kazanımlarını tek tek ortadan kaldırarak tam boy piyasacı ve işbirlikçi bir siyasal İslamcı rejimi kurdu. Sermaye yanlısı uygulamalarıyla emperyalist-kapitalist sistemin ülkemiz üzerindeki boyunduruğunu güçlendirdi. Hak ve özgürlükleri tümüyle ortadan kaldırarak sürdürülen bu sömürü ve baskı düzeni ülkemizi sonu gelmez bir felakete sürükledi.”

Bu çerçevede hayati görev, “AKP’nin yarattığı bu felaketle bütünlüklü bir hesaplaşma”dır. Bu da “ancak ilerici toplumsal kesimlerin örgütlü ve dinamik mücadelesiyle sağlanabilir.” AKP karşıtlığına daralmış bir bakış açısı temelli bir sorun olsa da seçimlere değil örgütlü militan mücadeleye vurgu kuşkusuz yerindedir. Ama bu böyleyse eğer, bu türden bir güç birliğine neden bugüne kadar ihtiyaç duyulmayıp da, tam da seçimler öncesinde bu yola girildiği sorusunun yanıtı, tıpkı Emek ve Özgürlük İttifakı örneğinde olduğu gibi, yazık ki ortada kalmaktadır.

Emek ve Özgürlük İttifakı’nın “demokratik Türkiye” hedefine karşılık Sosyalist Güç Birliği “emekçilerin laik, demokratik, bağımsız cumhuriyetini kurmak”tan söz ediyor. Böyle bir cumhuriyet normal olarak ancak sosyalist bir cumhuriyet olabilir. Ama değil burada “sosyalistler”in ortak açıklamasının toplamında, devrim ya da sosyalizm üzerine doğrudan bir söz ya da tanıma rastlamıyoruz. Elbette “sömürünün ve işsizliğin ortadan kaldırılacağı, insanca bir yaşamın kurulacağı bir cumhuriyet”ten söz edenler bununla sosyalizmi anlatmaya çalışıyorlar. Peki ama bunu arada bir de olsa neden daha doğrudan ifade etmezler? “Sosyalistler” dosdoğru devrimden ve sosyalizmden söz etmeyeceklerse, kendi konum ve kimliklerini dosdoğru ve apaçık ortaya koymayacaklarsa eğer, seçimlere katılmak ve ondan devrimci amaçlarla yararlanmak amacından nasıl söz edilebilir ki? Bu durumda geriye düzenin yasallık cenderesine ve seçimlere uyarlanmış güdük seçim platformları ya da bildirgeleri kalır. İncelemekte olduğumuz örneklerde olduğu gibi.

Sosyalist Güç Birliği açıklamasının muğlak cumhuriyet hedefini beş madde halinde sunulan bir platform izliyor. Önden “temel mücadele hedefleri” olarak sunulan bu beş madde, açıklamanın sonunda bu kez “temel ilkeler” olarak tanımlanıyor.

İlk hedef ya da ilke, “ucube” olarak nitelenen tek adam rejiminin kaldırılması üzerinedir. Yerine önerilense şudur: “Emekçi halkın siyasete güçlü bir biçimde katılımını sağlayacak, seçim sistemi de dâhil olmak üzere, bütünlüklü bir mekanizma kurulmalıdır.” Belli ki düzen muhalefetinin “güçlendirilmiş parlamenter sisteme dönüş” hedefine karşı sunulmuş bir alternatiftir bu. Fakat yazık ki “sosyalist” açıdan hiçbir şey anlatmamaktadır. Kurulu düzen altında “emekçi halkın siyasete güçlü bir biçimde katılımını sağlayacak” sözde “bütünlüklü mekanizmaların kurulamasını” savunmak, en iyi durumda düzgün işleyen bir burjuva demokrasisi talep etmektir. Sunumlarında “Hak ve özgürlükleri tümüyle ortadan kaldırıldığı”nı saptayanlar, bu türden belirsiz boş laflar yerine, neden dosdoğru temel demokratik hak ve özgürlükler üzerine açık bir tanım ve net istemler ortaya koymazlar acaba?

İkinci madde sömürü, eşitsizlik ve adaletsizlik üzerine kurulu mevcut “toplumsal ve siyasal düzenin reddi”ne ilişkindir. Karşılığında talep edilense şudur: “Özelleştirmelere son verilmeli, peşkeş çekilmiş bütün kamu varlıkları ve sektörler kamulaştırılmalıdır. Eğitim, sağlık ve bakım hizmetleri başta olmak üzere tüm insani ihtiyaçlar kamu hizmeti olmalı, eşit ve ücretsiz sunulmalıdır. Emperyalist tekellerin topraklarımız üzerindeki yağmasına son verilmeli, ekonomi planlama ilkesine göre yeniden tasarlanmalıdır.”

İttifak bileşenlerinin bilinen yaklaşımları üzerinden, bunun ekonomide kitlelerin ekonomik ve sosyal ihtiyaçlarını da gözeten bir “planlı devletçilik” anlamına geldiğini biliyoruz.

Üçüncü madde emperyalizme karşıtlık ve dolayısıyla siyasal bağımsızlık talebi üzerinedir: “Bağımsız ve egemen bir Türkiye için emperyalizme karşı mücadelede kararlıyız.” Bu çerçevede ileri sürülen iki de talep var: “Türkiye NATO’dan çıkmalıdır. Ülkemizdeki yabancı üsler kapatılmalıdır.”

Dördüncü madde dinsel gericiliğe karşı mücadele ve laiklik ilkesi üzerinedir. Bu çerçevede sıralanan taleplerse şunlar: “Tarikat ve cemaat kadrolaşmaları tasfiye edilmelidir. Eğitim birliği sağlanmalı, tarikat ve cemaat okulları ile yurtları kapatılmalıdır.”

Ve nihayet beşinci madde, olduğu gibi aktarıyoruz:

“5- Yurttaşlığın tesis edilerek etnik, dinsel, mezhepsel ve toplumsal cinsiyetten kaynaklı farklılıklar nedeniyle ayrımcılığın ve karşıtlıkların ortadan kaldırıldığı, herkesin eşit ve kardeşçe yaşayacağı özgür bir cumhuriyet hepimizin özlemidir. Bunu gerçekleştirmek isteyen herkesi ortak mücadeleye davet ediyoruz.”

İfade edilen “özlem”i anlayabiliyoruz. Peki ama buna nasıl ulaşılacak? Yanıt: “Yurttaşlık tesis edilerek”! Böylece anlamı ve içeriği tümüyle belirsiz bir başka “hedef” ya da “ilke”yle karşı karşıya kalmış oluyoruz.

Sosyalist Güç Birliği gibi bir iddia ile kamuoyunun ve emekçilerin karşısına çıkanlar, ortaya koydukları beş maddelik platformun ikisinde bu denli bir belirsizliği ve bulanıklığı tercih edebilmişlerdir. Bu durumda geriye üç “ilke” kalıyor: Bağımsızlık, laiklik ve halkçılığı da içeren kamuculuk (devletçilik!). Yani planlı devletçiliğe dayalı bağımsız ve laik bir Türkiye! İttifakın seçimler vesilesiyle ortaya koyduğu programın çerçevesi budur.

Bu platform 1960’lardaki sol Kemalist Yön çizgisinin günümüz koşullarına uyarlanmış bir versiyonundan öte bir şey değildir. Açıklamanın temel demokratik hak ve özgürlükler ile bunun bir parçası olarak Kürt sorunu konusunda herhangi bir açık tanım (“ilke” ya da “hedef”) içermemesi, bu çerçevede şaşırtıcı değildir. Ne de olsa “cumhuriyetin kazanımları” içinde bunlar zaten yoktur. Kemalist burjuva cumhuriyeti daha doğumundan itibaren siyasal özgürlükleri boğmuş ve bir ulus olarak Kürtleri inkar etmek ve sistemli bir biçimde ezmek yoluna gitmişti. Bütün cumhuriyet tarihi boyunca da bu böyle sürdü. Dolayısıyla şimdiki tutum tarihsel mirasa da uygundur.

Ama elbette aynı zamanda temsil edilen sınıfsal konuma da. Yeri geldikçe “laiklik ilkesi bizim için çok önemlidir” deyip duranlar için temel demokratik hak ve özgürlükler neden pek de önemli değildir acaba? Çünkü işin özünde buna fazlaca ihtiyaçları yok. Modern orta sınıfın Kürt sorununa duyarsız ilerici katmanları bugünün Türkiye’sinde bile kendilerini siyasal açıdan iyi kötü özgür hissedebiliyorlar. Baskı, terör ve yasaklardan tümüyle muaf olmasalar bile bundan pek de fazla etkilenmiyorlar (buna sayısız somut örnek gösterilebilir). Onların asıl sorunu ve dolayısıyla kaygısı, kültürel değerler ve yaşam tarzına ilişkindir. Laiklik sorununu bunca önemsemelerinin, onu başlı başına bir sorun haline getirmelerinin gerisinde bu var. Bu katmanların içinde nefes alıp verenlerin, sosyal dayanaklarını buradan oluşturanların, kitle desteklerini buradan büyütmek isteyenlerin, bu katmanları ne edip edip CHP’ye kaptırmamayı en önemli ve öncelikli sorun sayanların, bu sınıfsal ufkun siyasal temsilcileri olarak hareket etmelerinde şaşılacak bir yan yok.

Dinsel gericiliğe karşı mücadeleyi, sermaye köleliğine karşı mücadelenin organik bir iç öğesi olarak ele almak yerine, onu başlı başına bir konu, ilke ya da istem, dolayısıyla mücadele hedefi haline getirmek ilerici orta sınıf ufkuna dayalı bir sosyal-sınıfsal konuma ve tutuma işaret etmektedir.

Kapitalizm yeni bir sosyal düzen olarak iyi kötü oturduğundan beri kendi içinde bir laiklik mücadelesi, her yerde cumhuriyetçi burjuva radikallerinin bir tercihi ve tutumu olagelmiştir. Onlar bununla işçi sınıfının ve emekçilerin ilerici katmanlarını burjuva cumhuriyetçi bir çizgi üzerinden düzen sınırlarına hapsetmiş, gerici önyargıların pençesindeki kesimleri ise kilise ve ruhbanın, yani dinsel gericiliğin kucağına itmişlerdir. (Tüm cumhuriyet tarihi boyunca bizde de “irticaya karşı mücadele” söylemi ve eylemi tam olarak bu aynı sonuca hizmet etmiş, 28 Şubat bu oyunun son sahnesini oluşturmuş ve nihayet yerini tüm görkemiyle dinsel gericiliğe bırakarak perdeyi indirmiştir). 20. yüzyılın başlarında Lenin başta olmak üzere dönemin marksistlerinin ikili tuzağa dayalı bu burjuva eğilime karşı kararlı bir mücadele yürütmeleri, dinsel gericiliğe karşı mücadeleyi sermaye köleliğine karşı mücadelenin organik bir iç öğesi olarak ele almanın özel ilkesel anlamına ve önemine işaret etmeleri boşuna değildir.

Sonuç: ‘60’lı yıllara dönüş!

7 Haziran 2015 seçimlerini önceleyen aşağıdaki değerlendirme, solda 2023 seçimlerine yönelik olarak oluşan ikili bloklaşmayı anlayabilmek bakımından fazlasıyla açıklayıcıdır:

“‘70’li yılların devrimci demokratik hareketi bağımsızlık ve demokrasi hedeflerine dayalı bir programa sahipti. Bu programın organik bir bütünlüğü vardı ve hiç değilse teorik kurgusu yönünden devrime dayalı idi. 12 Eylül yenilgisinin yarattığı ağır tasfiyeci yıkım, devrimci konumun ve dolayısıyla devrime dayalı programın terkedilmesiyle sonuçlandı. Terkedilen bağımsızlık ya da demokrasi temaları değil, fakat onların organik bütünlüğü ve devrime dayalı bir program içinde ele alınmaları idi.

“Solun sonraki zaman içindeki tasfiyeci evrimi, bu iki temadan birinden birini esas alan ve ötekini geri plana iten bir sol akımlar kümelenmesi ortaya çıkardı. Yakın dönem gelişmeleri üzerinden ve özetle söyleyecek olursak, Kürt hareketinin girdabına kapılanlar için bağımsızlık sorunu geri plana düştü, demokrasi konusu liberal bir içerikle esas platform haline geldi. Böyleleri şimdi HDP çatısı altında yer alıyorlar ve ‘radikal demokrasi’, yani liberal burjuva demokrasisinin radikal yorumu programında birleşiyorlar. Öteki bir kesim oluşturanlar, özellikle de AKP hükümetleri döneminin “Cumhuriyet’in kazanımları”nı hedef alan koşulları içinde, demokrasi sorununu geri plana iterek, bağımsızlık adı altında (ki onlar için ‘Cumhuriyet’in kazanımları’ ile özdeşti bu) ulusal liberal bir çizgiye kaydılar.” (7 Haziran Seçimleri ve Siyasal TabloEkim, Sayı: 296, Nisan 2015)

Açıklanan ittifakların bileşimi kadar yayınlanan deklarasyonlar da bu değerlendirmeyi bir kez daha doğrulamaktadır. Bir yanda Emek ve Özgürlük İttifakı’nın “demokratik Türkiye” ve öte yanda Sosyalist Güç Birliği’nin “bağımsız, laik ve kamucu Türkiye” programı. Günümüzde reformist solun tablosu budur.

Bu tabloda esaslı bir yenilik de yoktur. Son kırk yılın dünyaya ve Türkiye’ye egemen gericilik atmosferi altında birbirini izleyen tasfiyeci süreçlerin solu büyük bir bölümüyle bu konuma sürüklemesi neredeyse çeyrek yüzyılı buldu.

Aşağıdaki değerlendirme buna tanıklık etmekte ve geriye eklenecek söz bırakmamaktadır:

“3 Kasım 2002 ise seçimleri geleneksel solun toplam tarihinde kelimenin tam anlamıyla gerçek bir dönüm noktası oldu. Neredeyse tamamı ‘71 Devrimci Çıkışı’ndan kök alan irili ufaklı bir dizi grup, bu seçimler evresinde en bayağı bir parlametarizm anlayışı ve hayaliyle ortaya çıktılar ve o günden bugüne buna yeni boyutlar kazandırdılar. ‘71 Devrimci Çıkışı tüm tarihsel anlamını, düzen kurumlarına bel bağlamaktan, bu çerçevede parlamenter hayallerden koparak devrim yolunu tutmakta bulmuştu. Her kesimiyle tasfiyeci sol devrim yolundan kopuşunu sonunda en bayağısından bir parlamentarizme vardırarak, tarihi kopuş öncesi noktaya döndü. Parlamentarizmden koparak devrimcileşenler, ona dönerek böylece devrimci dönemlerinden geriye hiçbir iz bırakmamış oldular. Ama temel önemde bir farkla: '60'lı yılların parlamentarizmi dönemin modern sosyal uyanış ortamında yeniden doğuş halindeki bir solun ilk saf ve ham, dolayısıyla masumiyet yüklü aşamasını temsil ediyordu. Oysa bugünün parlamentarizmi bir çürüme ve tükeniş sürecinin tepe noktasını...” (H. Fırat, Parlamentarizm: Tasfiyeci Sürecin Son Aşaması, s.9, Eksen Yayıncılık)

EKİM

(www.tkip.org da yayınlanan TKİP Merkezi Yayın Organı Ekim’in 327. sayısından alınmıştır…)