Sait Elçi ve Mehmede Bege Irak Kürdistan’ında bir MİT tezgâhı sonucu öldürülür. Ardından TKDP yönetimindeki iki MİT görevlisi cinayeti Dr. Şivan ve iki yoldaşına yıkmak için kampanya başlatır. Barzani MİT tezgahının üçüncü ayağı olarak üç devrimciyi tutuklar ve MİT elemanı bu iki KDP yöneticisine sorgulatır. Üç Kürt devrimcisi, “Barzani ailesinin tarihinde düşmanlarına dahi yapılmayan” altı aylık bir işkence sürecinden sonra kurşuna dizilirler. Bu cinayetler Kürt solunda “İki Sait Olayı” olarak bilinir.
Bu, MİT’in planı çerçevesinde bir adlandırmadır. Amaç gerçeği görüntü ile kamufle etmektir. “İfade ve itiraf” başlıklı yazı da bu aynı plan gereğince ortalığa çıkarılmıştır. Irak Kürdistan’ında resmi dosyalarda böyle bir yazı yoktur. Dr. Şivan’ın akrabaları söz konusu yazıyı Almanya’da elde ederler (2005 yılı) ve Mannheim Üniversitesi’ne başvurarak el yazısının Dr. Şivan’a ait olup olmadığının tespit edilmesini isterler. Üniversite Akademik Heyeti Bilirkişi Raporu, el yazısının ve imzanın Dr. Şivan’a ait olmadığı sonucuna varır.
Oysa sözü edilen “İfade ve itiraf” başlıklı metin zamanında herşeyin kanıtı olarak sunulmuştur. Sorgulayıcı düşünme imkanlarını ortadan kaldıran bu düzmece belge, operasyonun hedefine ulaşmasında kilit bir rol oynar. Dişkek kampındaki herkes olaya böylece inandırılır. Bunun dışında bir mahkeme, yüzleştirme ya da başka herhangi bir kanıt yoktur. O sıralar kampta kalan otuz beş kişiden yalnızca Necmettin Büyükkaya anlatılanları kuşkuyla karşılar. Ama kampta henüz yeni olduğu için kuşkularını dışa vuramaz. Kürt dünyası, Kürt feodallerinin anlattıkları ile kampta kalanların anlatımlarını veri alır. Buna Kemal Burkay, Musa Anter, Naci Kutlay ve C. Yıldırım gibi Kürt aydınları da dahildir.
Kürt çevrelerinin bu kadar kolay ikna olmalarının gerisinde, Şivan’ın yoldaşları olarak tanınan Ömer Çetin, Osman Aydın ve Nazmi Balkaş ile Kuzey’de gerilla savaşı başlatma hazırlıklarına karşı çıkan ve bu nedenle T-deKDP ile bağı kesilen, Avrupa’ya gitmek istediğinde Dr. Şivan’dan gerekli yardımı görmeyen Dr. Faik Savaş’ın telkinlerinin özel bir etkisi vardır. Dr. Faik Savaş’ın bu tutumunda kişisel nedenler de rol oynar. Avrupa’ya geçişine yardımcı olunmaması, Dr. Şivan’a tepki duymasının bir nedenidir. Asıl kişisel neden ise Abdullatif Savaş’ın Elçi ve Bege ile birlikte öldürülmüş olmasıdır. Abdullatif Savaş Dr. Faik Savaş’ın akrabasıdır ve söylenene göre ailevi bir ziyaret nedeniyle Irak Kürdistanı’ndadır. Abdullatif Savaş politik nedenlerle değil bir tanık olarak ortadan kaldırılmıştır. Hışyar (Dr. Faik Savaş) Dr. Şivan’ın bunu yaptığına inandırılmıştır. Kuzey’e devrimci müdahale için Dr. Şıvan’la birlikte Güney’e geçen Faik Savaş’ın anlatımları Kemal Burkay gibi sayısız Kürt ileri geleni için sorgusuz sualsiz kabul edilmesi gereken bilgiler işlevi görür. Dr. Faik Savaş hatalı davrandığını ancak 1974 yılında Berlin’de Necmettin Büyükkaya’nın uyarıları üzerine kabul eder, özür diler ama iş işten geçmiştir.
İtirafçılar sustular
Bu olayı en kestirme yoldan Ömer Çetin, Osman Aydın ve Nazmi Balkaş ifşa edebilirlerdi. Fakat sonraki gelişmeler ve 12 Eylül sürecinin yarattığı açıklıklar, Ömer Çetin, Osman Aydın ve Nazmi Balkaş üçlüsünün teslim alındıklarını ve itirafçılaştırıldıklarını gösteriyor. Tüm belirtiler üçlünün ömür boyu susmaları karşılığında bağışlandıklarına işaret ediyor.
Osman Aydın daha sürecin başında Necmettin Büyükkaya’nın sorgulayıcı tutumunu sorun ederek, “o varsa ben yokum” der ve sürecin dışına çıkar. Muhtemelen tehlikeyi sezer ve böylece kendisini sorgulamanın dışına atar.
Nazmi Balkaş (Soro) sürecin bütün bilgisine hakimdir. Konuyu araştıranlardan yazar Hüseyin Akar, Soro’yla konuya ilişkin bir görüşme yapar. Soro, “Ne Şıvan’ın ne de T’de.KDPnin, ne de bir başkasının Said Elçi aleyhinde bir kararı yok, varsa altında benim, Ömer Çetin’in imzası mutlaka var. Göstersinler her cezaya razıyım. Böyle bir karardan söz edenler, söyleyenler, şerefsizlik ediyor” diye yakınır. Akar “İtiraf ve ifade” yazısından sözedince de “niye sen doktorun el yazısı tanımıyor musun?” diye çıkışır. Bunun üzerine Akar “o halde bu söylemi imzala ver” deyince, Soro “Hüseyin, çocuklarım var anla beni” diye cevap verir. (Hüseyin Akar 38- Sait Kırmızıtoprak (huseyinakar.com). H. Akar bu görüşmeyi bu içerikle deşifre ettikten sonra karşı bir açıklama yapılmaz, yazılanlar tekzip edilmez.
Konuyla ilgili araştırma yapan Yaşar Karadoğan, Hüseyin Akar ve Selahattin Ali Arik vb. yazarların ortaya çıkarttıkları, suskunluktan öte bir itirafçılaştırma olayı ile karşı karşıya olunduğunu gösteriyor. Yaşar Karadoğan, Kürtlerin Türk İstihbaratı ile İmtihanı adlı kitabında Nazmi Balkaş’ı şöyle anlatıyor:
“Soro lakaplı Nazmi Balkaş merhum Dr. Sait Kırmızıtoprak’ın T-KDP’sinde ikinci adamdı. (...) Necmettin Büyükkaya’nın ‘Kalemimden Sayfalar’ında Nazmi Balkaş’ın Ortadoğu’daki seyahatlerine ilişkin epeyi bilgi var. Ziya Avcı’nın ‘Biranin û Şahidiyan hınek Bûyeran’da Nazmi Balkaş’ın Dr. Şıvan sonrası Türkiye’ye geliş gidişleri ve örgütlenme çalışmalarına da bayağı yer verilmiş. İki kez de Lice’de belediye başkanlığı yaptı. 1982 yılında gözaltına alındığı zaman verdiği 7 sayfalık ifadede anlattığına göre kendisi ‘Bilindiği gibi üzerimde 136 82 seri nolu telefon numarası çıktı. Bu numara devlet adına siyasi faaliyetleri yetkililere bildirmek için bu telefonu gerektiğinde kullandım, Orhan ismindeki yetkiliye cevap veriyordum, bu yetkili tarafından bana verilen kod ise Nedim. 1974 tarihinden sonra bu şahısla siyasi durumlar hakkında verilen görevleri yaptık, bunları açıklamak istemiyorum’ diyor.” (s.7)
Nazmi Balkaş’ın 8 Nisan 1982 tarihli bu ifadesi ortaya çıktığında birçok kişi şaşırır. Şaşıranlardan biri de Kemal Burkay’dır ve hala Balkaş’ın 1974 yılında kendisiyle yaptığı görüşmede kendisine KDP başkanlığını önermesi MİT’in bilgisi dahilinde miydi, değil miydi? diye sorabiliyor. Bunu Balkaş’ın 1982 yılındaki ifadesinde “verilen görevleri yaptık, bunları açıklamak istemiyorum” dediğini bildiği halde söylüyor.
Aynı ifadede Balkaş başka şeyler de anlatıyor. Mesela Lice’den bağımsız belediye başkan adayı olduğunda ‘MSP ve AP’ ile temasları olduğunu ve MSP’li İskan Bakanı Recai Kutan’ın kendisini vilayete götürdüğünü söylüyor ve şöyle devam ediyor: “Ve vali beyin ısrarı üzerine seçime gireceksin ve bizim partiden aday olacaksın dediler. Lice’nin birçok sorunları bulunmakta idi. Recai beye anlattım, bana eğer sen bizim partiden aday olursan bütün sorunlarını çözeriz dediler. O zaman ben sizin partiye şimdilik giremem, çünkü MSP yalnız başına Lice’de seçimi kazanamaz. AP ile birlikte belki seçimi kazanırız dedim. Ben onun için bağımsız aday olarak seçime girdim.” (İfade zabıt varakası, s.4) (Yaşar Karadoğan/ Kürtlerin Türk İstihbaratıyla İmtihanı! - Kovara Bîr (kovarabir.com)
Balkaş sağ partilerle bu kadar içli dışlı iken, “Rızgari, Özgürlük Yolu, DDKD, İGD örgütleri gelip ille bize başkan ol” dediler demesi kendi uydurması değilse eğer, söz konusu grupların o günkü durumlarına bir gösterge sayılmalıdır.
Ömer Çetin’in ihaneti
Ölümüne dek suskun kalmak koşuluyla teslim alınan öteki kişi Ömer Çetin’dir. Kendisi Dr. Şivan’la aynı günlerde tutuklanır. Ama o bir ağa çocuğudur. Kürt feodalleri kendi aralarında anlaşırlar. Ömür boyu susması karşısında canı bağışlanır.
Fakat sonradan ortaya çıkan bazı kanıtlar, onun da Soro gibi MİT tarafından teslim alınıp çalıştırıldığını gösteriyor. Sol gruplara düşmanca davranışlarının gerisinde bu görevlendirme olsa gerek.
12 Eylül cuntasına karşı Kürt grupları arasında birliği engelleyen Ömer Çetin’dir. Gerekçesi de 12 Eylül generallerinin faşist olmadığı ve 12 Eylül cuntasının da faşist bir cunta olmadığıdır. KİP’in birinci adamı olduğu halde 12 Eylül’de gidip kendisi teslim olur. Kemal Burkay durumu anılarında şöyle anlatıyor:
“Ömer Çetin de neye güvenmişse, gidip kendi ayağıyla teslim olmuştu. Söylendiğine göre bu işe aracılık eden birileri, ‘Ömer bey gelip başvursun, korkacak bir şey yok, ifadesini alıp bırakacaklar,’ demiş ...
“Ancak, verilen güvenceye karşılık hemencecik bırakmamışlar. Duruma tanık olanların verdiği bilgilere göre, Ömer işkence görmemiş. Bir odaya alıp önüne bir tomar kağıt koymuşlar. O da oturup kuzu kuzu yazmış, polise hayli bilgi vermiş. Çetin’in ifadesi avukatlar tarafından yurt dışına çıkarılmıştı ve ayrışmadan sonra M. Cıwan tarafından bilgi için bana da verildi.
“Bu ifadelerde Çetin, MK üyeleri, bölge komiteleri ve örgütün silahları hakkında sayfalar dolusu bilgi veriyor ve şöyle diyordu:
‘Devrimciler babamı öldürdüler, bu yüzden ben devrimcilikten soğudum, daha o zaman bırakmak istedim; ama arkadaşlar yakamı bırakmadılar. Kürtler devlet kuramazlar, ancak eşkıyalık yapabilirler!..’
“Ama ilginçtir, Çetin, bu yüzden az bir cezayla sıyırıp, kısa süre yatıp dışarı çıktıktan sonra da çevresindekiler hiçbir şey olmamış gibi davrandılar. Yurtsever geçinen birçokları için de, bu davranış sorun olmadı!
“Bu tür olaylara baktıkça şaşıp kalırım: Bizim ülkemizde bazı değerler nasıl da aşınmış...”
(Anılar, Cilt II, s.225)
Nazmi Balkaş’ın MİT ispiyoncusu, Ömer Çetin’in teslim alınmış bir kişilik olduğunu bilen ve Dr. Faik Savaş’ın düşman ve intikamcı bir ruhhali içinde olduğuna tanık olan Burkay, “Bizim ülkemizde bazı değerler nasıl da aşınmış...” diye soruyor ama bunca açıklık ve kanıtlardan sonra, hala da zamanında Saitler Olayı’nda hatalı tutumlar alındı demiyor, diyemiyor. 1973’te yaptığı açıklamayı aynen koruyor. MİT elemanlarının anlattıklarını veri kabul ediyor ama Necmettin Büyükkaya’nın sunduğu belgelere bir kez bile değinme ihtiyacı duymuyor. Oysa Necmettin Büyükkaya hiçbir tartışmaya ihtiyaç bırakmayacak kaynaklardan bilgi veriyor.
Necmettin Büyükkaya’nın çabaları
Dişkek kampında Barzanicilerin üç devrimciyi tutuklama, işkence etme ve kurşunlama gerekçelerine başından itibaren kuşkuyla yaklaşan tek kişi, partiye olaydan çok kısa süre önce üye olan Necmettin Büyükkaya’dır. Nitekim kuşkuları büyüyor ve önce Nazmi Balkaş, ardından 1975-77 döneminde de bizzat Ömer Çetin ve Osman Aydın şahsında bir sorgulamaya dönüşüyor. Nazmi Balkaş’la daha Suriye'de olduğu günlerde ilişkileri kopan Necmettin Büyükkaya’nın Kuzey’e döndükten sonra önce Osman Aydın’la, sonra da Ömer Çetin ile yolları ayrılıyor. Necmettin’in en büyük hatası, bu aynı dönemde olayın üstüne gitmemesi oluyor. Talabani önderliğinde sürdürülen savaşta üstlendiği görevin buna zaman bırakmadığını mektuplarında belirtmiş olması, tutumunu hiçbir biçimde mazur göstermiyor.
Necmettin Büyükkaya belgeler ve kanıtlarıyla konuşuyor. Irak KDP yöneticilerinden Mahmut Osman’la yaptığı görüşmenin notları her türlü açıklığı sağlıyor. Dr. Mahmut Osman, o zaman hapishanede Dr. Şivan’ı ziyaret etmek istediğini ama buna izin verilmediğini, Türk istihbarat görevlilerinin hapishaneye kolayca girip çıktıklarını, oysa örneğin Brusk’un eşi Esma’nın, tüm çabalara rağmen eşiyle bir kez bile görüştürülmediğini anlatıyor.
Büyükkaya 3 Temmuz 1974 günü Berlin’de Dr. Faik Savaş (Hışyar) ile görüştüğünü, bu görüşmede Şivan’ın İdris Barzani aracılığıyla Mustafa Barzani’ye yazdığı bir mektubun fotokopisini okuduğunu belirtiyor. Kalemimden Sayfalar kitabında yer alan bu mektupta Dr. Şivan, “aylardan beri bir beton mezarda zincirlere vurulu olarak ölümle pençeleştiklerini söylüyor. Hiç olmazsa muhakeme edilmelerini talep ediyor. Haklarında gerçeğe dayanmayan dedikoduları duymuş olduklarına dikkatlerini çekiyor. Fakat fırsat verirlerse bu iddiaların yalan olduğunu her an ispata hazır olduğunu belirtiyor.” (Necmettin Büyükkaya, Kalemimden Sayfalar, s.241-242)
IKDP yetkilisi Dr. Mahmut Osman da şunları söylüyor:
“Mahkeme etmediler. Ancak merkez komitesine birşey getirip sundular ki güya mahkeme etmişler. Bazı şeyleri de Şivan’ın ağzından aktarmış gibi yapmışlardı. Çünkü daha evel Şivan’ın yazılarını çok iyi bildiğim için bunlar doğru değildi. Sonra Şivan’ı öldürmeye götürdüklerinde kendisi bağırarak ‘neden yargılama yapmadınız?’ diye sordu. Gerçekte onların günahı yok idi.” (Necmettin Büyükkaya’dan aktaran Selahattin Ali Arik, Dr. Şivan-Sait Elçi-Süleyman Muini ve Kürt Trajedisi, 1960-1975, s.499)
Dervişe Şado ve Şerafettin Elçi’nin iddialarına bakılırsa, Elçi ve Bege, Dr. Şivan’ın emriyle öldürüldüler. Oysa tetikçi Tilki Selim diye adlandırılan Mehmet Emin Özbay, ilk verdiği ifadede, vur emrinin Barzani KDP’sinden geldiğini açıklar. Dervişe Şado ile yaptığı görüşmenin ardından ifadesini değiştirir ve emri Dr. Şivan’ın verdiğini söyler. Tilki Selim Dervişe Şado’nun yakın akrabasıdır ve işlediği bir cinayet nedeniyle, Irak Kürdistan’ına bizzat Dervişe Şado tarafından yerleştirilmiştir.
Tilki Selim 1974 affıyla geri döner ve tutuklanarak Erzurum Cezaevi’ne konulur. 1978 yılında Erzurum’da tutuklanan DDKD üyesi Sıddık Boğa ve Selahattin Güler, Tilki Selim’in kaldığı cezaevinde aynı koğuşa konulur. Sıddık Boğa burada Tilki Selim’den konuyla ilgili önemli bilgiler öğrenir.
7 Eylül 2014 tarihli Yüksekova gazetesinin haberine göre:
“23 Ağustos 2014 günü Av. Ruşen Arslan, Selahattin Ali Arik ve Ercan Sarısaltuk’un da hazır bulundukları ve görüntülü olarak kaydettikleri Sıddık Boğa ile yapılan görüşmede, anılan dönemde Tilki Selim’in kendisine iki kişinin getirildiğini ve bunların karakolda tutulmasının söylendiğini, bir süre sonra ise IKDP Zaho Komitesi’nden gelen bir emir ile söz konusu bu iki kişiyi infaz ettiklerini, daha sonra ise bu iki kişinin Sait Elçi ve Mehemedê Begê olduğunu öğrendiğini ve bu öldürme olayının Dr. Şivan ve arkadaşlarına mal edildiğini söyler. Ancak bu konuda Dr. Şivan ve arkadaşlarının bir alakasının olmadığını, bu konuda onların ‘suçsuz ve günahsız’ olduklarını, kendisine öldürme emrinin ise Zaho IKDP Komitesi tarafından verildiğini itiraf eder.”
Sıddık Boğa cezaevinden çıkarken, Tilki Selim bu ve başka konularda kendisinde bazı bilgiler olduğunu, bunun için kendisiyle irtibatı kesmemelerini ister.
Sıddık Boğa, Tilki Selim’in söylediklerini ve istemini Ömer Çetin’in başında bulunduğu KİP’e iletir. Görünürde örgüt bunu önemser ama bir girişimde bulunulmaz.
Yaratılan algı zincirine takılan Ape Musa
Kürt bilgelerinden Ape Musa da kurulan tuzağı fark etmeyenlerden biridir. Ya da belki de yapılan hatanın vahametini çok önemsememiştir. Zira son görüşmelerinde Hüseyin Akar’a kitabının yeni baskısında bir açıklama ile durumu düzelteceğini söylemekle birlikte, hiçbir adım atmadığı anlaşılıyor.
Ape Musa’nın ilk bilgi kaynağı karanlık bir kişidir. Bunu Nazmi Balkaş da ifade eder. Anter’in gösterdiği naiflikte Ömer Çetin gibilerinin her şeyin üstünü örten tutumlarının da önemli bir etkisi var. Anılarında, olayın henüz Barzani’ye intikal etmediği bir aşamada ve kendisi Diyarbakır askeri hapishanesinde iken, Elçi’nin eşinin birkaç kez ziyaretine gelerek Elçi’nin akıbetini sorduğunu belirten Anter, şöyle devam eder:
“[Ona] Bir şey bilmediğimi söyledim. Gerçekten de o sırada bir şey bilmiyordum. Bir MİT sorgusunda, Diyarbekir MİT Başkanı Hava Albay Faik de benden aynı şeyi sordu. Bilmediğimi söyleyince, kendisinin bana anlatacağını söyledi. Bana, ‘Teşkilatımız gidip Elçi ile Bege’nin mezarlarını açtı ve fotoğraflarını çekti’ dedi. Sonradan bilmiyorum, MİT mi Irak’ta yaydı, yoksa başka kişiler mi söyledi, olay Berzani’ye intikal etti.”
(Hatıralarım 1-2,Avesta yayınları s.209)
Henüz hiç kimsenin ne olduğunu bilmediği bir olayın MİT tarafından bu kadar somut anlatılıyor olmasının Anter gibi biri için uyarıcı olması gerekirdi ama yazık ki olmadığı görülüyor. Anter gibi Kürt aydınları, Kürt feodallerinin “komünizme karşı şeriat” çağrılarına ve MİT Diyarbakır başkanının itiraf gibi ifadelerine az buçuk irdeleyici yaklaşabilselerdi, “İki Sait Olayı” diye sunulan senaryonun saçmalığını fark ederlerdi. Yapılanın, 12 Mart cuntasının ’71 devrimci hareketi gibi Kuzey Kürdistan’ın ‘70 devrimci çıkışını imha etme operasyonu olduğunu görmeleri zor olmazdı.
Böyleleri bir kez de komplonun baş görevlilerinden Dervişe Şado ve Şerafettin Elçi’nin devlet tarafından nasıl ödüllendirildiklerine, Barzani’nin Dervişe Şado’ya niçin ödül verdiğine ve Şerafettin Elçi’nin her kelimesi komünizme düşmanlık ve sınıf kini kusan konuyla ilgili yazılarına bakabilirlerdi. Şerafettin Elçi’nin provokatif dili, konumu ve yaptıkları, her yönüyle ben bir devlet görevlisiyim diye bas bas bağırıyor çünkü.
Bu bağırtıyı yok sayanlardan biri de Ala Rıgari şeflerinden İbrahim Güçlü’dür. Şerafettin Elçi gibi birinin korumalığına soyunarak Güçlü hangi Kürt davasını savunuyor, bunu bilemeyiz. Ama Sait Elçi’yi yüceltmeye çalışırken Kürt özgürlük davasının değerlerini yere serdiği kesindir.
İbrahim Güçlü’nün Hüseyin Akar’ın “İki Uçlu Yaşam” ve Necmettin Büyükkaya’nın Kalemimden Sayfalar kitaplarının yayınlanmasından sonra gösterdiği tahammülsüzlük gerçekten düşündürücüdür. Eski yazısını bir açıklama ile yayınlayan Güçlü’nün kullandığı dil ve hitap şekli neredeyse Şerafettin Elçi ile aynıdır. Elçi’nin makamında babası yaşındaki Hüseyin Akar’ı düelloya davet edecek kadar nezaketten yoksun Güçlü’ye göre “EN TEHLİKELİ TEZ: ‘Sait Elçi ve arkadaşlarının, Dr. Şivan ve arkadaşlarının öldürülmesi, ondan sonra da Dr. Şivan ve arkadaşlarının idam edilmeleri, her ne olursa olsun Türk Sömürgeci Devletinin bir operasyonudur demek’ en tehlikeli bir tez ve yaklaşımdır.” (Netewe, 2 Haziran 2020)
Peki neden? Güçlü’ye göre bunu diyenler Dr. Şivan’ın Türk devletinin adamı olduğunu söylemiş olurlar da ondan. Tersine, söylenmek istenen, Güçlü’nün “Başkan” diye hitap ettiği Av. Şerafettin Elçi’nin Türk devletinin adamı olduğudur. Hüseyin Akar’ın anlatımından anlaşılıyor ki, Güçlü babası yaşındaki birine karşı kaba güç gösterme eğilimi yerine onu sakince dinlemeyi seçseydi, Akar ona bunun niye böyle olduğunu açıklıkla anlatırdı. Kürt halkının devrimci davasının en katıksız önder ve teorisyenlerinden biri için kullandığı Şerafettin Elçi ağzı, onca küfür ve hakaret sahibinin kişiliği konusunda açık bir fikir veriyor.
Ala Rızgari söz konusu olunca, insan Güçlü’den hiç değilse Hatice Yaşar gibi dürüst ve devrimcilere saygılı davranmasını bekliyor.
Öteki tanıklıklar
Kendi de zamanın Kürt aydınlarından biri olan ve ideolojik planda Dr. Şivan’a taban taban zıt düşünceler savunan Mehmet Ali Aslan, olaydan sonra Mustafa Barzani’nin sağ kolu olarak bilinen, onun dış ilişkilerini yürüten Xebat gazetesinin başyazarı Dara Tevfik ile Paris’te görüştüğünü ve onun kendisine, “Mustafa Barzani, Türkiye’yi rahatsız edecek hareketlerden kaçınıyor ve bu gibi hareketlere müsamaha göstermiyor. Bu, onun temel politikasıdır. Dr. Sait ve arkadaşlarının Türkiye’de karışıklık yaratacak, Türkiye’yi rahatsız edecek bir hazırlıkları vardı” dediğini yazıyor (https://mehmetaliaslan.com/2013/06/07/taraf-gazetesine-gonderilen-duzeltme-yazilari).
Bir başka tanık, dönemin Barzani KDP’si yöneticilerinden Dr. Mahmut Osman’dır: “Şivan ve arkadaşlarının tutuklu bulunduğu cezaevi oğlu Mesut’un emrinde idi. Birkaç kez Şivan’ı görmek istedim, ancak bırakmadılar… Barzani’nin gayesi ABD’yi memnun etmekti, biz komünistleri toprağımızda yaşatmıyoruz mesajını vermekti.” (Hüseyin Akar’ın İki Uçlu Yaşam kitabından aktaran Salahattin Ali Arik, Dr. Şıvan, Sait Elçi, Süleyman Muini ve Kürt Trajedisi 1960-1975 sayfa 506).
Kemal Burkay da devrimcilere karşı önyargılarını bir yana bıraktığında oldukça isabetli tespitlerde bulunabiliyor:
“Kanımca KDP yönetimi kendi bölgesinde KDP'den habersiz ve onu güç durumda bırakacak olan, Kuzey'de partizan savaşı başlatma girişiminden dolayı Şivan ve arkadaşlarını cezalandırdı, kamplarını da dağıttı.” (Anılar Belgeler, Cilt: I, s.376)
Tartışmayı ortadan kaldıracak anahtar cümleleri, Burkay’ın yukarıdaki sözleri kadar, Barzani’nin başdanışmanlarından Dara Tevfik ile IKDP yöneticisi Dr. Mahmut Osman kurmuş bulunuyorlar: “Türkiye’yi rahatsız edecek bir hazırlık vardı” ve “Barzani’nin gayesi ABD’yi memnun etmekti, biz komünistleri toprağımızda yaşatmıyoruz mesajını vermekti.”
Olay basitçe budur!