Kürt gericiliğinin sınıf kini/sınıfsal tutumu
Saitler Komplosu’nun açığa çıkartılmasında Dr. Sait Kırmızıtoprak’ın yoldaşı Necmettin Büyükkaya’nın çabaları kadar yazar Hüseyin Akar’ın ısrarlı araştırmalarının ve Dr. Şivan’ın biyografisini yazan Selahattin Ali Arik gibi ilerici insanların emeklerinin özel bir rolü var. Kendilerinin verdikleri bilgilere göre, Hüseyin Akar Dr. Sait Kırmızıtoprak’ın akrabası ve çocukluk arkadaşı, Selahattin Ali Arik ise yakın akraba çocuğudur. Kirli ve kanlı bir operasyonun deşifre edilmesindeki emekleri nedeniyle bu üç insana çok şey borçluyuz. Aynı şekilde, Dr. Şivan gibi önemli bir siyasal kişiliğin unutturulması çabalarını boşa çıkarttıkları ve eserlerini kalıcılaştırdıkları için de.
Hasan Kaya’nın 2012 yılında Ankara’da Fanos Yayınlarınca basılan Doğunun Elçisinden Yüce Divan’a Şerafettin Elçi adlı bir kitabı var. Bu kitabın 140-149 arası sayfalarında, Şerafettin Elçi, Saitler Olayı hakkında Hasan Kaya’nın sorularına cevap veriyor. Burada Şerafettin Elçi açık konuşuyor:
“Sait Kırmızıtoprak’ı tanırız, esas ideolojisi Marksizmdir. Zaten Genel Kurmay Mahkemesi’ndeki ifadesinde de (‘49’lar Davası kastediliyor-BD) kendine Kürtçülüğü yakıştırmadı. Bu adamın görüşleri bizim görüşlerimize tamamen ters...
“... Şivan da çok yetenekli, entelektüel, Marksizmi iyi bilen ve yüzde yüz inanan birisiydi. Doktorluğu da iyiydi. Güneyde çok iyi isim yaptı. Kendini benimsetti, kabul ettirdi ve kamp kurdu.”
“... Şivan, daha aktif, daha becerikli olduğu için bizim KDP tabanı üzerinde hızlı bir şekilde örgütleniyordu.”
Hasan Kaya’nın röportajı, karşı cephenin sürece nasıl baktığını açık ve anlaşılır biçimiyle ortaya koymak bakımından önem taşıyor. Şerafettin Elçi başından itibaren sürecin aktif bir yönlendiricisi ve yöneticisidir. Süreci başlatan ilk adım ona aittir. Henüz Saitler Olayı ortada yokken savcılığa bir ihbar yapar. Dilekçesinde şu sözler yer alıyor: “Sait Kırmızıtoprak aşırı solcudur” ve “Türkiye’de bulunan Kürtler’in ihtilal yoluyla ayrılması fikrini savunuyor.” (T-KDP İllegal Örgüt Dosyası, 23.10.1971. Hazırlık Sorgusu, Klasör 43.1-18, Aktaran Hüseyin Akar, Dr. Şıvan)
Yazar Hüseyin Akar’ın (Bkz., https://www.huseyinakar.com/?page_id=32 Dersim’den Portreler) verdiği bilgiye göre, Kürt feodallerinin temsilcilerinden Ziya Şerefhanoğlu’nun girişimi ile zamanında Kuzey’den göç ederek Doğu, Güney ya da Batı Kürdistan’a yerleşen Kürt feodalleri Mehmet Cemil Paşa, oğlu Mustafa Cemil Paşa, Dr. Hüsnü Hoca ve çevresi, Barzani’nin konutu önünde bir gösteri düzenlerler. Amaç Barzani’yi baskı altına almaktır. Şerafettin Elçi ve Dervişe Şado’nun hazır bulundukları sözkonusu şeriatçı gösteride, “Dersim Kızılbaşı, kominist ajan Şıvan’a ölüm” dövizleri taşınır.
Gerek yazar Hüseyin Akar ve gerekse Selahattin Ali Arik bu nedenle Dr. Şivan, Çeko ve Brûsk’un Zaza halkından geliyor olmalarına dikkat çekerler. Hatta Dr. Şivan ve Brûsk’un “Dersim Kızılbaşları” olmalarına da çubuk bükülür. Bu aynı yaklaşıma göre, Necmettin Büyükkaya’nın duyarlı davranarak olayı irdelemesinin gerisinde, onun Zaza kökeni yatmaktadır.
Kürt gericiliğinin Barzani’ye seslenirken “Dersim Kızılbaşı, kominist ajan Şıvan” dövizi kullanmaları olayın tali yönüdür. Kürt feodallerini Kürt davası için yola çıkmış ve bu yolda çığır açmaya başlamış devrimci bir önderliğe karşı birleştiren esas neden üç devrimcinin milliyeti ya da mezhebi değil, egemenlerin sınıf tutumu, sınıf çıkarları ve sınıf kinidir. Dr. Şivan ve onun önderliğindeki hareket, Kürt feodalleri için bir tehlike demekti. Şerafettin Elçi gibilerinin korkusu, alttan gelecek olan bir dalganın kendi içinden çıkardığı bir önderlikle buluşmasından kaynaklanmaktaydı. Dr. Şivan’ı besleyen toprak ve yetiştiği koşullara baktığımızda, Elçi ve mensubu olduğu sınıfın tutumu kendi sınıf çıkarlarına son derece uygundur. Onlardan yana tutum alan Kürt emekçileri ya da yurtseverleri kendi davaları için değil, düşmanları adına tutum alıyorlar.
‘38 katliamından tesadüfen kurtulan çocuk
Dersim’de 1937-38 katliamı başladığında Sait Kırmızıtoprak üç yaşındadır. Yörede Bertal Efendi diye tanınan dedesi, Dersim’de okur yazar olan az sayıdaki kişilerden biridir. Geçimini Dersim’in Nazımiye ilçesinde yük hayvanlarıyla devletin nakliye işlerini yapmakla sağlamaktadır. Genel kanı onun devlet nezdinde sözü geçen biri olduğu yönündedir. 1938 katliamının komutanı Korgeneral Abdullah Alpdoğan 1937 yılında Nazımiye’yi ziyaret ettiğinde, Bertal Efendi ona “biz cumhuriyetin bize karakol değil, hastane ve okul getireceğini beklemiştik” diye bir ifade kullanır. Korgeneral bunu not eder. Bir süre sonra da kendisine ailesiyle birlikte sürgün edildiğini bildirir.
Dede, sürgün edilmelerine hiçbir zorluk çıkartmaz. İstenildiği üzere ailesine iletilecek bir mektup yazar ve bütün aile bireylerinin, sürgüne gitmek üzere, hemen yola çıkmalarını ister. Askerler köye vardıklarında Sait, anne ve babası ile köyden uzak bir mekandadır. Bu nedenle kafileye dahil edilemezler. Dede de dahil 54 kişilik aile kurşuna dizilir ve cesetler yakılır. Sait Kırmızıtoprak ‘38 Kırımı’ndan böyle kurtulur.
1943 yılında köylerine okul yapılır. Sait o yıl ilkokula yetim bir çocuk olarak başlar çünkü bir yıl önce babasını da kaybetmiştir. İlkokulu bitirdiğinde ailesi onu imkansızlıklar nedeniyle ortaokula göndermek istemez. Öğretmenlerin teşviki ve baskısıyla Tunceli merkezde ortaokula yazılır. Daha birinci sınıfta okul müdürünün ilgisini çeker: “Bu çocuk üstün zekalıdır!” Muhtemelen Tonguç Baba’nın idealist kadrolarından olan müdür, ailenin çok yoksul olduğu gerçeğini de gözeterek, bu zeki öğrencisi için pozitif bir ayırımcılık yapar. Sait’in yatılı sınavlarına girmesini sağlar. Müdürü ve öğretmenlerini mahcup etmeyen Sait Balıkesir Yatılı Lisesini kazanır.
Balıkesir Yatılı Lisesi fen bölümünden 1955 yılında mezun olan Sait Kırmızıtoprak, İzmir Tıp Fakültesinde eğitimine devam eder. Bir yıl sonra yatay geçişle kaydını yaptırdığı İstanbul Tıp Fakültesi 2. sınıfına başladığında artık politikayla aktif olarak ilgilenen, kendi ifadesiyle, Tıbbiyeli Sait’tir.
Tıbbiyeli Sait: Zor dönemin devrimcisi
Sait Kırmızıtoprak Demokrat Parti hükümetlerinin azgın bir terör estirdiği yıllarda devrimcileşmeye başlar. Demokrat Parti, 1950’de “cumhuriyetin demokrasi ile taçlandırılması” vaatlerinin ardından hükümet olur. Bütün sağ iktidarların deneyiminde görüldüğü üzere, DP iktidarının yaptığı ilk işlerden biri 1951 yılında komünistleri harbiye mezarlıklarına doldurmak olur. TKP, tarihinin en ağır saldırısına uğrar. Bütün muhalif sesler için kullanılan tanımlamalar günümüzdekinin benzerleridir: “Vatan haini”, “bölücü”, “anarşist”, “komünist”, “din düşmanı” vb.
1950’ler boyunca iktidarda olan Demokrat Parti kliği, azgın bir anti-komünist kampanya ile komünistleri zindanlara doldurulduktan sonra, 6-7 Eylül türünden kirli ve kanlı operasyonlarla başta Rumlar olmak üzere azınlıkların zenginliklerine çökerler. Kitlesel göç ve Türkiye dışına kaçışlar bu dönemde hızlanır. “Her mahalleye bir milyoner” şiarı, böylece azınlıkların mülklerine “çökme” operasyonları eşliğinde uygulanır.
Tıp öğrencisi Sait Kırmızıtoprak tam da bu yıllarda politik bir kişilik kazanmaya başlar. Dersimli öğrenciler için Tunceli Öğrenci Yurdunu yapma faaliyeti, Sait Kırmızıtoprak’ın yaşamında yeni bir dönemin başlangıcı olur. Ünlü Kuru Kahveci Mehmet Efendi’nin (Mehmet Turgut) de içinde olduğu bir grupla, Tunceli Kültür Derneği İstanbul Şubesi’ni kurar. Yine aynı yıllarda Tunceli Kültür Derneği’nin yayın organı olan Ceride-i Dersim’e Resmi Geçit ve Kahveden Notlar (1957) başlıklarıyla yazılar yazmaya başlar. Bu yazılarında dikkat çeken en önemli husus, Dersim’e egemen feodal gelenek ve değerlerin mizahi bir dille eleştirilmesidir.
İstanbul’a geçişiyle birlikte yaz tatillerinde Tunçbilek Termik Santrali’nde çalışmaya başlar. Sait Kırmızıtoprak bu dönemde emekçi sınıfların çalışma ve yaşam koşullarını sorgulamaya başlar. İşyerinde kurduğu dostluklardan yararlanarak yeraltına iner ve işçilerin çalışma koşullarını inceler. İş güvenliğini konu alan Garp Linyitleri İşletmesi’deki kazalar (Akis dergisi, 11 Ocak 1958) yazısını o günlerde kaleme alır. Ücretli işçilik Sait Kırmızıtoprak’ın marksist fikirleri daha derinden incelemesinin önünü açar. Tıp eğitimi, para kazanmak için çalışmak, Fransızcasını geliştirmek ve Kürtçe gramer üzerine araştırmalar yapmak gibi uğraşlarına, Sahaflar Çarşısı’nda marksist kitaplar bulmaya çalışarak teorik donanımını güçlendirme uğraşı eklenir. Demokrasi, sosyal adalet ve halkların kardeşliği gibi fikirler, Tıbbiyeli Sait’in sosyalizm ve devrim sorunlarına yoğunlaşmasının itici nedenleri olur. İstanbul’a gelişinin üçüncü yılında, devletin “tehlikeli komünist fikirler”e karşı herşeyi mubah gördüğü, solculara soluk aldırmadığı günlerde, Tıbbiyeli Sait marksist bir kimlik kazanır.
“Kemalist sol değil marksist sol”
1958 yılından itibaren Türkiye basınında da yazıları çıkmaya başlayan Sait Kırmızıtoprak’ın, 11 Ocak 1958 tarihli Akis dergisinde, Demokratik Rejim İçinde Yaşamaya Azimli Milletler Ne Şekilde Hareket Etmelidirler? başlıklı yazısı yayınlanır. Sol çevrelerde yankı yaratan yazısında demokrasinin özlü bir tanımını yaparken tarihçesini de özetler. Sözkonusu makalede, yöneten ile yönetilen sınıfların demokrasi karşısındaki tutumları, demokrasinin gerçekte nasıl korunabileceği, özgürlükler ile büyük uygarlıkların doğuşu arasındaki ilişki, özgürlüklerin bilim ve teknolojideki gelişmelere olan katkısı vb. konularda, önemli perspektifler sunar. Demokrasi üzerine kaleme alınmış sözkonusu yazı, bilimsel içeriği ve politik perspektifiyle dinamik devrimci fikirleri ifade etmektedir.
Söz konusu yazısında “Hiçbir millet demokrasiyi kolayca ve mücadelesiz elde edememiştir” diyen Kırmızıtoprak, milletlerin demokrasiyi elde etmek için kral ve diktatörleri devirdiklerini vurgular. Demokrasi ya da demokratik mevzileri korumak için önerdiği formül ise eğitimin yaygınlaşması, kültür seviyesinin geliştirilip yükseltilmesi, kitlelerin denetiminin yaygınlaştırılması, vatandaşın pratik tepkilerinin birleşik ve örgütlü hale getirilmesidir:
“Millet bu seviyeye ulaşınca devletin hukuk rejiminden ve demokrasiden inhiraf etmesi (sapması) hemen hemen imkansızdır. Ne anti demokratik kanunlar, ne şiddet, ne de baskı kullanılması, hiçbir kuvvet demokratik anlayışı olgunlaşmış bir milleti yıldıramaz. O daima kendine layık olduğu rejimle idare ettirmesini bilir.” (Akis, 11 Ocak 1958, aktaran S. Ali Arik, Dr. Şıvan, s.374)
Yazı fikri gücüyle bütün politik çevreler gibi CHP yöneticilerinin de ilgisini çeker. CHP gençlik önderlerinden Nurettin Sözen, Kırmızıtoprak’ı parti faaliyetlerinin içine çekmek ister. Ama yaptığı ilk görüşmenin ardından bunun mümkün olmadığını anlar. Sözen’nin tanımıyla, Sait Kırmızıtoprak “Marksist solda”dır. Tıbbiyeli Sait, düzen içi bir politik platforma çok mesafelidir.
Marksist Kırmızıtoprak, “yüzyıllardır monoton hayat çarkları içerisinde ezilen köyümün ilme, kültüre daha doğrusu medeniyete açılmış ilk penceresi” dediği köylüsü Mehmet Karatoprak’a verdiği sözü tutan ve o yıllarda üniversite okuyan köyün yirmi gencinden biridir. Onların çoğundan farkı ise, Sait için okumak, iyi bir tıp doktoru olmak, iyi bir meslek edinmek ve para kazanmak değildir yalnızca. Dünyayı anlamak ve onu değiştirmek için nelerin yapılması gerektiğini öğrenme çabasıdır. Sait’i özel kılan da budur. Çocukluğu büyük zorluklarla geçmiş, büyük travmalar yaşamış, yetim kalmış ama bütün güçlükleri aşarak okumuş ve dünyayı anlar anlamaz devrimci olmaya karar vermiş bu gencin mevcut iktidar tarafından farkedilmemesi düşünülemezdi. Zor dönemin bilinçli bir devrimcisi olmaya başlayan genç Sait, ünlü ‘49’lar Operasyonu’yla zindana atılır. Zindan Tıbbiyeli Sait için gerçek bir okul olur. Hapishanede tıp eğitimini sürdürür ama marksist teorik donanımını da güçlendirir.
Harbiye hücreleri
Demokrat Parti iktidarının ilk yılında, 1951’de, Türkiye Komünist Partisi’ne (TKP) karşı parti tarihinin en büyük operasyonu yapılır. Toplam olarak 188 kişinin gözaltına alındığı bu operasyonda, tutuklular iki yıl boyunca zamanın Emniyet Müdürlüğü binası olan Sansaryan Han’da işkencelere tabi tutulduktan sonra, Harbiye Ordu evi bitişiğinde hazırlanan tabutluklara nakledilirler. 40 TKP’li tutukluluk süreleri boyunca özel hazırlanmış, son derece dar, karanlık, köhne ve kiminin altından lağım akan tek kişilik hücrelere atılırlar. “Harbiye Tabutlukları” sol siyasal literatüre böyle girer.
1950’li yıllar da, “Susma, sustukça sıra sana gelecek!” günleridir. İktidara gelir gelmez komünist avına başlayan Demokrat Parti hemen ardından azınlıklara yönelir. Kürt yurtseverlerine yöneldiğinde ise İsmet İnönü ve çevresi dışındaki tüm muhalif güçler artık derdest edilmişlerdir.
1959 Aralık ayında 50 Kürt aydın ve ileri geleni bu koşullarda ve zamanın Milli Emniyetler Hizmetleri (MEH), şimdinin MİT’i ve Emniyet’in ortak operasyonuyla toplanır. Harbiye mezarlıklarında 40 hücre olduğu için 10’u tutuksuz yargılamak üzere tahliye edilir. Kalan 40 kişi TKP’lilerden boşalmış olan tabutluklara doldurur. Tutuklulardan Emin Batu’nun sağlığı son derece kötü hücre koşullarına dayanamaz ve mide kanaması geçirerek konulduğu hücrede ölür. Böylelikle sayı 49'a düşer. Sonraları 2 kişi daha davaya dahil edilse bile bu "49'lar Davası" olarak bilinir. Bu 49 kişiden biri de halen Tıp öğrencisi Sait Kırmızıtoprak’tır.
‘49’lar Operasyonu
1938 Dersim katliamından sonra Kuzey Kürdistan’da Kürt hareketi uzun yıllar sürecek bir suskunluk dönemine girer. Doğu Kürdistan’da ise suskunluk dönemi, 22 Ocak 1946'da kurulan Mahabad Kürt Cumhuriyeti'nin aynı yılın sonunda İran ordusu tarafından yıkılışıyla başlar. 31 Mart 1947'de Mahabad Kürt Cumhurbaşkanı Kadı Muhammed ve Savunma Bakanı’nın, cumhuriyetin kurulduğu yer olan Çarçıra Meydanı'nda asılarak idam edildikleri günlerde, Mahabad Kürt Cumhuriyeti’nin Genelkurmay Başkanı olan Melle Mustafa Barzani 500 kişilik gücüyle Sovyetler Birliği’ne sığınır. 1958 yılına kadar orada kalır.
General Abdulkerim Kasım, 1958 yılında, Irak’ta kraliyeti bir darbe ile devirir ve cumhuriyet ilan eder. Cumhuriyet yönetimi Barzani’ye Güney Kürdistan’a dönme daveti gönderir. Barzani, 11 yıldır kalmakta olduğu Sovyetler Birliği’nden Irak’a, Türkiye ve İran üzerinden dönmek mümkün olmadığı için, Sosyalist Blok’un yardımı ve organizasyonuyla, Avrupa ve Mısır güzergahı üzerinden dönebilir. Bu gelişme Irak Kürtlerinin yarı resmi bir statü kazanması demektir.
Türk devleti bu gelişmenin Türkiye Kürdistanı’na etkisini önlemek için önlemler almayı tartışırken, Irak’taki darbenin birinci yıldönümünde, Şevaf adlı bir başka general Musul ve Kerkük kentlerinde Abdulkerim Kasım iktidarına karşı yeni bir darbeye girişir. Sözkonusu darbe kalkışmasında Türkmenlerin bir kısmı Arap asıllı olan general Şevaf’ı desteklerler. Abdulkerim Kasım, Musul-Kerkük darbe girişimini bastırma işini Barzani’ye havale eder. Barzani ayaklanmayı kanla bastırır. General Şevaf da dahil, ayaklanmanın yöneticilerini kurşuna dizer. Bu Güney’de Kürtler için yeni bir politik başarıdır.
Musul olayları Türk devleti için harekete geçmenin fitilini ateşler. Burjuva basınında “Kürtler Türkmenler’i kırıyor” diye manşetler atılır. TBMM’de asker kökenli CHP milletvekili Asım Eren, hükümete bir soru önergesi vererek sorar: "Irak Kürtlerinin Irak’taki Türkmen soydaşlarımıza yaptığı baskı, zulüm ve öldürme olaylarından dolayı Türkiye 'deki Kürtlere karşı mukabele-i bil misil yapacak mısınız?" (Çamlıbel, 2000: 38, Aktaran S. A. Arik, Dr. Şıvan, s.54)
Zamanın Cumhurbaşkanı Celal Bayar, 1000 Kürd’ün Taksim meydanında sallandırılmasından söz eder. Diplomatik ilişkilerde 6-7 Eylül olaylarının yarattığı sorunlarla boğuşan ve dış ilişkilerde büyük zorluklar yaşayan zamanın Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu bu fikre karşı çıkarken, Başbakan Menderes ipe çekileceklerin sayısını 50 olarak telaffuz eder.
Ankara’da Kürtlerden intikam alma demeçleri birbirini izlerken, 104 Kürt aydını bu şoven histeriyi kınayan bir açıklama yapar. Kendisi de ‘49’lar davasında içeri alınan Ziya Acar yapılanlara gösterilen tepkiyi şöyle anlatır:
“Şiddetli tepki gösterdik. ‘Kürt Yüksek Öğrenim Öğrencileri’ adıyla, Kürtlerin öldürülmesi önerisini telgrafla protesto ettik, lanetledik. İmzacı sayısı, 104 idi. Protesto telgrafını Asım Eren’e, partisi CHP’nin Genel Başkanı İsmet İnönü’ye, Meclis Başkanı ile Başbakan Adnan Menderes’e gönderdik.” (Röportaj: RÛPELA NÛ, 26 Ekim 2016, DÖNEMİN TANIĞI- ‘49’lar ve Barzani etkisi)
DP güdümlü basın bu tepkiyi "Kürtçülük" yaygarası için bir fırsat sayar. Kuzeydeki bu çıkışın Güneydeki Barzani hareketinin organik bir uzantısı olduğu, büyük bir “Kürtçülük tehlikesi” ile karşı karşıya olunduğu manşetlerden inmez. Milli Emniyetler Hizmetleri (MEH) iki rapor hazırlar. (Yıllar sonra bu raporu kamuoyuna açıklayacak olan YÖN Dergisi, bu nedenle “Devlet Sırlarını ifşa etmek”ten yargılanacaktır...)
Dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes, Genelkurmay Başkanı Mustafa Rüştü Erdelhun, Genelkurmay 2. Başkanı Cevdet Sunay, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, Bayındırlık Bakanı Tevfik İleri, Milli Emniyetin Kürt sorunu şefi Ergun Gökdeniz ve Namık Gedik, Çankaya Köşkü’nde toplanırlar. Toplantıda acil bir müdahale kararı alınır.
Yapılan plana göre, Kürt ileri gelenleri belli periyotlarla ve sırası geldikçe etkisizleştirileceklerdir. İlk operasyonda 50 kişi alınacaktır. MEH’in hazırladığı söz konusu rapordaki önerilere göre, yapılacak tutuklamalar ABD ve Batıya “Komünist Kürt Hareketi’ne karşı devletin aldıkları tedbirler” olarak anlatılacaktır. Siyasi partilerde kuvvetli yakınları olanlara şimdilik dokunulmayacaktır.
Emniyet ve istihbarat birimlerinin raporlarına uygun olarak “Kara Kuvvetleri” bünyesindeki bir mahkemeden 50 tane adsız tutuklama müzekkeresi çıkarılarak Milli Emniyet'e iletilir. MEH ve Emniyet listeyi kendilerince doldururlar. 50 Kürt yurtseverinin gözaltısı bunun ardından gelir.
17 Aralık 1959 gecesi, içlerinde tıp öğrencisi Sait Kırmızıtoprak’ın olduğu 50 Kürt yurtseveri tutuklanır.
Daha önce de hatırlattığımız gibi, Harbiye tabutluklarında 40 hücre olduğu için, 10 kişi tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılır. 40 Kürt yurtseveri, ağır işkence koşulları altında, tabutluklara doldurulur.
Böylece ünlü ‘49’lar Davası süreci başlar.
Devrimci Kürt gençleri öne atılıyor
Tabutluklarda ağır bir tecrit uygulanır. Bu yoğun tecrite karşı direnişin ilk kıvılcımını tutuşturan Yusuf Kaçar’dır. Konuşmanın ve ses çıkarmanın yasak olduğu ilk gün, Yusuf Kaçar, Dersim katliamında bir tek ferdi sağ bırakılmayan Alan aşiretinin ağaları üzerine yakılmış olan Çuxur ağıtını söyleyince, Sait Kırmızıtoprak anında ona ses verir. O günden itibaren Sait Kırmızıtoprak ve Yusuf Kaçar örnek ve tutsaklara cesaret veren duruşlarıyla öne çıkarlar. Musa Anter anılarında Harbiye tabutluklarındaki Sait Kırmızıtoprak’ı şöyle anlatıyor: “Sait Kırmızıtoprak’ın başı dik, kalkık göğsü önde, yiğit yiğit hücremin önünden yürüyerek geçmesi ise ayrı bir rahatlık kaynağımdı.” (Anılarım I-II, s.155, Avesta Basın Yayın)
17 Aralık 1959 ve 9 Mart 1960 günlerini ağır tecrit koşullarında tabutlukların içinde geçiren Kürt yurtseverleri, 10 Mart 1960 günü tabutlukların kapılarını patlatarak fiili bir direnişe geçerler. Sait Kırmızıtoprak bu direnişin önderidir. Musa Anter ve Canip Yıldırım’ın anlatımlarına göre, muhafazakar/gelenekçi kesimin kimi temsilcileri bu direniş sürecinde hücrelerinden dahi çıkmazlar. Örneğin bu kesimin önde geleni Ali Karahan, hücre kapısının üzerine kapatılmasını ister. Oysa Sait Kırmızıtoprak punduna getirerek Binbaşı Rasih Kasırga’nın tabancasına el koyar. Bu eylem direnişin başarıya ulaşarak kapıların açık tutulması ve “nizami” bir hapishane yaşamına geçiş açısından çözücü bir davranış olur.
Mahkemede tutum açısından da devrimciler öne çıkarlar. Duruşma hâkimi Yusuf Kaçar’a sorar:
“Yusuf Kaçar, sen Celal Bayar’a çekilen protesto telgrafını imza etmişsin ve Cumhurbaşkanını protesto etmişsin. Bunun suç olduğunu bilmiyor musun?”
Yusuf Kaçar cevap verir:
“Sayın mahkeme heyeti, 38 katliamı döneminin Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Dersim’de kan dökücü General Abdullah Alpdoğan’a çektiği telgrafta diyor ki: ‘Ziyahat (sağ/canlı) kimseyi bırakmayınız!’ Ben işte bu bölgenin çocuğuyum. Şimdi sorarım size: 'Siz olsanız bugün Yassıada’ya giden bu kirli adamı protesto etmez miydiniz? Bir gün resmi tarih safsatası ortadan kalkar ve gerçek tarih bize öğretilirse, hepimiz bu ülkenin kanlı tarihini öğrenmiş olacağız. Benim doğduğum Dersim yöresindeki katliamın bilgi ve belgelerinin halen şu ana kadar incelenmesi yasaktır. Celal Bayar’a çekilen telgrafta üniversiteli arkadaşlarımla birlikte imzam mevcuttur ve bu protesto telgrafını çocuklarıma bırakacağım bir miras olarak saklıyorum. Bugün de aynı şartlar tahakkuk etse yine böyle bir telgrafı çekmekten hiçbir beis görmem.” (Yaşar Kaya’nın 28 Haziran 2015 anlatımından aktaran S. Ali Arik, Dr. Şıvan, s.59)
Sait Kırmızıtoprak mahkemedeki savunmasında, “bölücülük” iddiasına dayanak yapılacak hukuksal ayrıntıları gözetir ama net bir siyasal duruş sergiler:
“Protesto maksadı ile çekilen teli ben de tereddütsüz imza ettim. (…) [1.Şube polislerini kastederek] Onlara da ağaların, şeyhlerin insanları istismar ettiklerini ve bu asırda köleliğin yürüyemeyeceğinden ve bununla mücadele ettiğimden bahsettim. (…) Gayri kanuni tasarrufların, insan hak ve hürriyetine kasteden davranışların er geç yıkılmağa müncer olacağını söylemişimdir.” (Naci Kutlay’ın 1994’teki tanıklığından aktaran S. Ali Arik, Dr. Şıvan, s.70-71)
Sait Kırmızıtoprak, Sait Elçi gibilerinin, aşırılıklardan kaçma adına, gösterdikleri “yumuşaklıklar”a tepki gösterir. 1960 nüfus sayımında sorulardan biri, “evde/ailede konuşulan dil” üzerinedir. ‘49’ların bir bölümü “Kürtçe” cevabının durumlarını zora sokacağını, bu nedenle cevap olarak “Türkçe” yazılmasını savunur. Kürt devrimcilerinin sözcüsü durumundaki Sait Kırmızıtoprak buna şiddetle karşı çıkarak; kesinlikle ve özellikle “Kürtçe” olarak yazılması gerektiğini savunur ve bunu çoğunluğa kabul ettirir. Bu devrimci tutum 27 Mayıs Darbesi’nin ardından Ankara’ya nakledilmelerinden sonra da sürer.
Sait’in içerdekilere güç veren bu önder duruşunu anlatanlardan biri de, Mehmet Uzun’un Cumhuriyet dönemi sonrası Kürt tarihinin en uzun süreli tanığı olarak tanıttığı ve bu bakımdan bir otorite kabul edilen Kürt siyasetçi Av. Canip Yıldırım’dır:
“Bir gün Polatlı Topçu Okulu’nda, bir kurmay albay merkez komutanlığına geldi. Merkez komutanlığı bizim cezaevine de bakıyor. Bu albayın adını hatırlamıyorum; geldiğinin ertesi günü, bizim cezaevini ziyaret etti. Muzaffer Başçavuş’u buldu. Bu Muzaffer de Türkiye’de bütün solcuların gardiyanlığını yapmış bir adam! Sevim Belli, Mihri Belli, Erdoğan Berktay, Aziz Nesin. Bize karşı müthiş bir sempatisi vardı. Bilhassa Sait’i çok seviyordu ve takdir ediyordu. O albay dedi ki bunların suçu nedir? Birisi dedi ki; bunların suçu Kürtçülük. Albay: ‘Ne demek Kürtçülük, bokçuluk!’ deyince, Sait Kırmızıtoprak: 'Tıp son sınıfta okuyan bir insanım ben ve insan psikolojisine de çok hevesim vardır. Siz ezilmiş ve mutlaka da Balkan kökenli bir tipsiniz. Renginiz, tavrınız bunu gösteriyor, ezilmiş, horlanmış bir insansınız.” (S. Ali Arik, Dr. Şıvan, s.65)
Farklı alanlarda ve farklı dönemlerde alınan bu tutumlar devrimci bir duruşun göstergeleridir. Kerkük ve Musul’daki gelişmelerin ardından devlet cephesindeki saldırganlığa karşı tutum örgütleyen devrimci grup, zindanda ve mahkemede devrimcilikte tutarlı tutumunu sürdürür. Hapishanedeki teorik tartışmalarda farkını büyük bir güvenle ortaya koyar. İç yaşamı düzenleme bakımından, kimilerinden gelen bireyci tutumlara aldırış etmeksizin tutsaklar içinde komünal bir yaşamı sürdürürler. Hapishane, Kürt devrimcileri, özellikle de Sait Kırmızıtoprak için gerçek bir okul işlevi görür. 1961 Martındaki tahliyelerinden sonra ise Kürtler içindeki sözkonusu bu yeni anlayış ideolojik-teorik çizgisini Sait Kırmızıtoprak’ın kaleminden formüle ederek kamuoyuna sunar.
Sait Kırmızıtoprak’ın başını çektiği genç devrimciler grubu, Kürt hareketi içinde yeni bir anlayışın bir ilk filizlenmesidir.