Kürt hareketinde geleneksel eğilimler ve yeni anlayış
Kürt yurtseverlerinden Recep Maraşlı, Haziran 2010 yılında kaleme aldığı ve internet üzerinden de ulaşılabilen “Rizgarî’nin sosyalist hareket ve Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesindeki yeri üzerine bir deneme” başlıklı makalesinde, “Yakın tarihimizi tanımlamak için ne Rizgarî’yi, ne PKK’yi, ne de bir başkasını ‘milat’ almaya ihtiyaç yoktur” diye yazmaktadır. Ulusal sorun değil de Kürtler sözkonusu olduğunda, Recep Maraşlı’nın yazdıklarını tartışma konusu etmek gerekmiyor. Fakat sözkonusu olan Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesi olduğunda, Maraşlı’ya katılmak mümkün değil. Çünkü ulusal kurtuluş sorunu Kürtlerin gündemine tarihlerinin belli bir aşamasından sonra girdi. Bu mücadelenin belli aşamalarının olması gelişmenin mantığına uygundur. Bu aşamalardan biri de, Sait Kırmızıtoprak’ın başını çektiği genç devrimciler grubunun Kürt hareketi içinde enternasyonalist bir anlayış ve devrimci bir yaklaşımla sürece girişidir. Demek istiyoruz ki, ‘49’lar Davası Kürt ulusal hareketinin değil, fakat bu hareketin içinde Marksist bir damarın doğumunun ebesi olmuştur.
Osmalı İmparatorluğu’nun yıkıntıları üzerinde Cumhuriyet oluşurken, kurucu halklardan biri de Kürtlerdir. Buna rağmen Kürt kimliğinin tanımlanması 1924 yılından itibaren suç sayılır. Sonrası bu inkârcı dayatmalara karşı isyanlar dönemidir. Yaklaşık onbeş yıl süren bu dönem ‘30’lu yılların sonunda Dersim’de yaşananlar ile noktalanır. Sonrası yirmi yılı bulan bir suskunluk dönemidir. 1959 sonundaki tutuklamalarla gündeme gelen ‘49’lar Davası’nın tarihsel önemi de buradadır.
‘49’lar Davası’na kadar Kürt sorunu demek, anında tutuklanmak, çevresi ve ailesiyle beraber ağır baskı görmek, işkencelerden geçmek ve yılları bulan hapis cezaları almak demektir. Bu nedenle gerek Kürt aydınları ve gerekse ilerici çevreler yasal basında Kürt sorunu yerine “Doğu sorunu” tanımını kullanırlar. Bu, genç Kürt devrimciler grubu için de geçerlidir. Fakat “Doğu sorunu” gibi örtük bir tanımlamadaki örtüyü yırtarak Kürt sorunu tanımı gündemleştirmek onuru da yine onlara, genç Kürt devrimciler grubuna, bu grubun önderi olarak Kuzey’de Kürt hareketini Marksizm-Leninizm ideolojisiyle tanıştıran Dr. Sait Kırmızıtoprak’a aittir.
Geleneksel hareketin kökleri
‘49’lar davası başlamadan önce Kürt yurtsever hareketi içinde iki eğilimden söz edilir. “Muhafazakâr” olarak nitelenen gelenekçi kesim ile “liberal demokrat” olarak nitelenen aydın demokratlar. Sözkonusu iki kanadı oluşturan Kürt yurtseverlerinin ortak özelliği, mensuplarının Kürt üst sınıflarının eğitim görmüş çocukları olmalarıdır.
Her iki kesimin de sömürgeci düzenle ulusal planda ciddi çelişkiler olsa da, sömürgeci düzenin temelini oluşturan sömürü düzeniyle organik sınıfsal bağları vardır. Sömürgeci sistemle yaşadıkları çelişki, sömürü düzeniyle uzlaşma zeminini ortadan kaldırmamaktadır.
Ziya Şerefhanoğlu, Ali Karahan, Mehmet Ali Dinler ve Sait Elçi ‘49’lar davasından önce sıkı Demokrat Partilidirler. Sait Elçi örneğin 1955’te Demokrat Parti Bingöl il başkanıdır ve zamanın Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın hayran kaldığını ifade ettiği DP’li bir hatiptir. Ziya Şerefhanoğlu grubun önde gelenidir ve kurulu toplumsal düzenin bağnaz bir savunucusudur. Tümü de bilinçli anti-komünistlerdir. Adnan Menderes’in Demokrat Parti’sinde örgütlü olmalarından gelen bir güçleri ve örgütlü davranma deneyimleri vardır. Kürdistanı Demokrat Parti’nin oy deposuna dönüştürenler de yine onlardır. Bu eğilim sınıfsal konumu ve tutumu bakımından Barzani ile aynı çizgide iken, politik tutum ve duruşuyla Barzani’nin temsil ettiği ulusal direnişçi çizgiye zıt bir konumdadırlar. Sömürgeci sisteme muhalefetleri vardır, ama sınıfsal konum ve çıkarları nedeniyle ona karşı direnme tutum ve pratiğine uzaktırlar.
Liberal demokrat eğilim, gücü ve etkinliği bakımından muhafazakârlara oranla daha zayıf olmakla birlikte, politik tutumuyla sola daha açık bir konumdadır. Musa Anter, Canip Yıldırım ve Yusuf Azizoğlu’nun temsilcisi olduğu bu eğilim, Kürt sorununun sistem içinde ve barışçıl yollarla çözümünden yanadır. Onlara göre kapitalist sermayenin akışı önündeki engellerin kaldırılması ve Amerikan projelerine dayalı bir çözüm süreci en akılcı yoldur. Ve toprak ağaları ise Kürt sorununun sistem içinde ve barışçıl yollarla çözümünde dayanılması gereken desteklerdir.
Devrimci gençlerin öne sürdükleri Kürt sorununun toprak sorununun çözümü ile bir arada dile getirilmesi, muhafazakâr-gelenekçi kesim için “tehlikeli komünist fikirler”dir. Anter ve arkadaşları içinse, sonu hüsran olacak “uçarı sol” düşüncelerdir.
Muhafazakarların esin kaynağı Barzani çizgisinin reformist varyantıyken, liberal demokratların yol göstericisi İran KDP’sinin kuruluş felsefesi olur. Ama son derece reformcu bir yorumla. İran KDP’sinin kuruluşundaki felsefenin devrimci yorumunun temsilcisi ise Dr. Sait Kırmızıtoprak’ın partisi T-deKDP olur.
İran ve Irak’ta KDP’ler
İran Kürdistan Demokrat Partisi’nin kuruluşu Kürt ulusal hareketleri tarihinde yeni bir dönemi başlatır. Kürdistan’ın öteki parçalarında benzer partilerin kurulması Doğu Kürdistan’daki gelişmelerden sonradır.
1941 yılında Müttefik orduları İran’a girer. Sovyetler Birliği ülkenin kuzeyine, İngilizler de güneye yerleşirler. İran ordularının müdahale gücü o sıra kırıldığı için, Kürtler, savaş koşullarının yarattığı ortamdan da faydalanarak, otonomi için harekete geçerler. 1943 yılında Mahabad şehrinde Komela Ciwanen Kurd (Kürt Gençleri Birliği) adıyla gizli bir cemiyet kurulur. Daha sonraları sadece Komela adını kullanacak olan bu cemiyet, bölgeye yerleşen Sovyet güçlerinin toleranslı tutumuyla hızla gelişir ve kısa sürede politik bir parti kimliği kazanır. Mahabad ve çevresinde halkın saygısını ve sevgisini kazanmış aydın Kürt lideri Qazi Muhammed’in Komela’ya katılması, örgütü önderliğine de kavuşturur.
Nisan 1945’de Komela gizlilikten çıkar ve legal olarak çalışmaya başlar. 16 Ağustos 1945 günü, kimi Kürt aydınları ve aşiret şeflerinin de katılımlarıyla, Mahabad’ta toplanan büyük bir kongreyle, Kürdistan Demokrat Partisi kurulur. Bu İran Kürtlerinin ulusal devrimci partisidir.
İran Kürtlerinin özerklik platformu olarak tanımlanan İran KDP’sinin menifestosu şöyledir:
“1. İran’daki Kürt halkı, kendi yöresel işlerinin yönetimi için kendi hükümetlerini kurmakta özgür ve İran Devletinin çerçevesinde özerk olacak.
2. Kürt dili, eğitimde kullanılacak ve idari işlerde resmi dil olacaktır.
3. Kürdistan yasama meclisi seçimleri, İran anayasası gereğince hemen yapılacak, tüm devlet ve kamu işlerinin denetimini ele alacaktır.
4. Bütün devlet memurları yerlilerden oluşacaktır.
5. Köylüler ve toprak sahipleri için tek kanun uygulanacak ve her ikisinin de geleceği garanti altına alınacaktır.
6. KDP, Azerbaycan’da yaşayan (Asuriler, Ermeniler vs.) halklar ile kardeşlik ve birliği pakiştirmek için özel çaba harcayacak ve mücadelesini destekleyecektir.
7. KDP, Kürdistan’daki çok zengin yeraltı kaynaklarını işleterek Kürt halkının hayat seviyesini yükseltecek, halkın tarım ve ticaret hayatı ile sağlık ve eğitim durumlarını düzeltecektir.
8. Biz inanıyoruz ki, İran’da yaşayan halk, kendi refah sevıyesini yükseltme ve İran ülkesini bir bütün olarak geliştirme gücündedir.”
(Archi Reosevelt- The Kurdish Republik of Mahabad, A. People Without A. Country, Zed Press, Aktaran M. Sıraç Bilgin – Barzani, s.93-94)
Bu manifesto sonraki dönemde yaklaşık olarak benzer içerikle, Kürdistan’ın diğer parçalarında kurulacak olan KDP’lerin programına da girer. Bunun istisnası, 16 Ağustos 1946 yılında, yani İran KDP’sinden tam bir yıl sonra, Bağdat’ta kurulan Irak KDP’sidir. Irak KDP’sinin programına aşiret reislerini ve toprak ağalarını rahatsız edecek sosyal ve ekonomik maddeler konulmaz. Barzani, tanınmış Kürt komünistlerinden biri olan Hamza Abdullah’ı önce ideolojik olarak kazanır ve ardından onu sözcü ilan eder. Barzani’niye göre devrimci güç Kürt aşiretlerinin elindedir. Bu nedenle bu yapıyı harekete geçirici bir örgütlenme modeli gerekir. Hamza Abdullah sözkonusu model gereğince iki toprak ağasını parti yönetimine önerir. Bu hamle komünistler ve aydınların bir kısmının parti kurma faaliyetinden ayrılmalarına neden olur. Böylelikle komünistler ve aydın kesim partide etkisiz hale gelir.
Program üzerine tartışma toplantıları Bağdat’ta yapılır ama parti programı Bağdat’ta değil, bizzat Barzani’nin huzurunda Mahabat’ta yazılır. Sonuçta Hamza Abdullah parti sekreteri, kongrede hazır bulunmayan Barzani ise başkan seçilir. Kimi tarihçiler Mahabat’ta Kürtlerin ulusal partisi kurulmuştu ama Bağdat’ta Barzani kendi partisini kurdurdu diye yazarlar.
Daha sonraları Suriye’de ve 1965’te de Türkiye’de kurulacak olan KDP’ler, kendi programlarını özerklik üzerine formüle ederler. Fakat ‘49’lar Davası döneminde Kuzey Kürdistan’da ne bir Kürt partisi vardır, ne de özerkliğin sözü edilmektedir. Bir “Doğu Sorunu” sözü edilmekle birlikte, bunun tam ne ifade edildiği yeterince açık değildir. 1962 yılında Dr. Sait Kırmızıtoprak ile Musa Anter arasında polemiklere konu olacağı üzere, gerek muhafazakâr kesim ve gerekse de Anter ve arkadaşlarının, bir tür gönüllü asimilasyondan yana oldukları biçiminde anlaşılabilecek söylemleri vardır.
Süreç genç devrimcilerle değişmeye başlar
Dr. Sait Kırmızıtoprak ve arkadaşlarının en önemli ayıredici özelliği, mülksüz yoksul ailelerin çocukları olmalarıdır. Bu sınıfsal konum onların Kürt sorununa yaklaşımında tayin edici bir rol oynar. Genç Kürt devrimcileri soruna konaklardan ya da saraylardan değil, ezilenlerin dünyasından bakarlar. Kürtlerin ulusal hakları yanında topraksız ve az topraklı köylülerin sınıfsal taleplerini öne çıkarırlar. Bu platformun sözcüsü Sait Kırmızıtoprak olduğu için, fikri tartışmalar da onun kalemiyle yapılır.
Sait Kırmızıtoprak’a göre kimse kimseyi asimile etmemelidir. İki halk, Türkler ve Kürtler, kendi kimlikleriyle özgürce bir arada yaşamayı öğrenmelidirler. Kürtler, resmi dil olarak Türkçe’yi öğrenmeliler ama eğitimlerini ana dillerinde görmelidirler. Anadolu halklarının artık acısız bir döneme girebilmesinin en önemli koşullarından biridir bu. Asimilasyonun her türüne kararlılıkla karşı çıkan Dr. Sait Kırmızıtoprak, “realiteyi inkâr ve tasfiye etmek sureti ile halletmek yolu”nu milli bir gaflet, hatta felaket sayar.
Yıllardır sözü edilen ama adım atılmayan toprak reformu, Türkiye’nin doğusu ve batısında eş zamanlı olarak yapılmalıdır. Feodal bağımlılık ilişkileri tasfiye edilmedikçe, Kürt sorununu köklü ve kalıcı biçimde çözmek de mümkün olmayacaktır:
“Bütün dünya ve bizim köylümüz de biliyor ki toprak reformu demek, topraksız ve toprağı yetmeyen köylüyü toprak sahibi yapmak, arkasından da serbestçe teşkilatlanabilmeleri, satış ve istihsal fonksiyonları bakımından kooperatif ve sendikalar halinde kümelenmeleri demektir.
“Ayrıca ekonomik bağımsızlığa kavuşan milyonlarca köylünün politik ortamda serbest oy sahibi olmasını sağlamak, böylece ağaların, yobazların, din tüccarlarının, kısaca tüm sömürücülerin fikri, siyasi ve dini tesirlerinden sıyrılması demektir.” (Dr. Sait Kırmızıtoprak, Toprak Reformu Diye Kimi Aldatıyorlar?, YÖN, 27 Haziran 1962)
Dr. Sait Kırmızıtoprak ve yoldaşları halklar arasında eşitsizliğe karşı çıkarken, halkların kaderlerini ortak mücadele ile değiştirmeleri ihtiyacına kuvvetle vurgu yaparlar. Biri kurtulmadan diğerinin özgür olamayacağını önemle belirtirler. Bu yeni çıkış varlığını Kürt halkıyla özdeşleştirirken, ufkunu salt ulusal hak ve taleplerle sınırlamaz. İdeolojik ve siyasal planda Doğu, Güney ve Batı Kürdistan’ındaki Kürt hareketlerinden farklıdır. Kendi kaderini aynı coğrafyada yaşadığı öteki halkların kaderleriyle birleştiren bir bakış açısına sahiptir. İşçi sınıfının giderek siyasallaşan bir hareket olarak mücadele sahnesine çıktığı o günün koşullarında, özgürlük ve demokrasiye ortak kuvvetlerle yürümeye özel eğilimi vardır Kırmızıtoprak ve yoldaşlarının. “Doğu’nun Kurtuluşu Sosyalizmdedir” diyen genç Kürt devrimcileri, ortak düşman olarak faşist tehlikeye dikkati çekerler:
“Faşizm, demokratik bir düzende beliren fikir akımlarından ürken, büyük toprak ağalarının, büyük sermaye ve ticaret burjuvazisinin çıkarlarını en geniş şekilde ve en kanlı, en canavarca metotlarla yürütmeye çalışan bir düzenin adıdır.
“Irk üstünlüğü, kahramanlık ve harpçılık türküleri, din ve mezhep istismarı, hep bu temel amacı maskeleyen politik görüntülerdir. Kitleleri devamlı baskı altında tutmak, iç ve dış tehlikelerin kâbusu içerisinde bunaltmak, kendi kanlı emellerini gizlemek içindir. (…)
“Türkiye’nin kapkara bir faşist diktatörlüğe sürüklenmesine engel olabilecek, yurttaşın Anayasa teminatına alınan temel demokratik hak ve hürriyetlerinin bekçisi hangi kuvvetlerdir? Şüphesiz subayı, memuru, yazarı, gençliğiyle toplumcu aydınlar ve işçilerimizdir.
“Doğuluya kuşkulu gözlerle bakmayan, Doğuluların kültürel ve ekonomik kalkınmasına Türkiye’mizin genel kalkınma planı içerisinde insanca, samimiyetle öncelik tanıyan sosyalistlerdir. Faşizm, Doğu’nun bugünkü perişan, yoksul durumunu daha da sömürmekle kalmayacak, yaşayabilenlerinin bile hayatta kalışlarına tahammül edemeyecektir. Hitler taslakları fırsat bulurlarsa, kitle katliamlarına Doğu’dan başlayacaklardır.
“O halde, en başta Doğu’yu ve arkasından Türkiye’mizi, kardeş kanına boyayacak faşizm tehlikesini önleyecek tek çare, sosyalizmdir, ilerici vatansever kuvvetlerin safında faşizme karşı savaştır.” (Dr. Sait Kırmızıtoprak, Doğuyu Sosyalizm Kurtarır, YÖN, Sayı: 48, 14 Kasım 1962)
Kürt devrimcilerinin ayrım çizgileri
Sürecin tanıkları ‘49’lar Davası’nın tutsakları arasında yoğun tartışmaların yaşandığını anlatırlar. Sözkonusu tartışma daha çok muhafazakâr-gelenekçi kesimin sözcüsü Ali Karahan ile solcu-devrimci kesimin sözcüsü Sait Kırmızıtoprak arasında geçer. Ama bu tartışmaların ilişkileri zedeleyen, fikri tartışmaların sınırlarını aşan alanlara kaymadığını da bu aynı tanıklar anlatırlar. Ali Karahan’ın bazen alınganlıklar gösterdiğini ama Sait Kırmızıtoprak’ın onun uzun süre üzülmesine izin vermediğini, “hadi be Ali abi, seninle volta atmayı özledim” mealindeki sözlerle gönlünü aldığını da anılarında aktarırlar.
27 Mayıs 1960 darbesinden sonra oluşan görece özgürlük ortamındaki tartışmalar ise artık kişiler arasında değil, eğilimler ve anlayışlar arasındadır. Fikri tartışmaların tarafları bu kez sosyalistlerin “burjuva liberal Kürt çevresi” olarak tanımladıkları Ahmet Hamdi Başar, Musa Anter, Naci Kutlay ve arkadaşlarının çıkarttığı Barış Dünyası dergisi çevresi ile önceleri Forum dergisi ve Vatan gazetesinde, sonra da arkadaşlarıyla birlikte YÖN dergisinde fikirlerini yazmaya başlayan Dr. Sait Kırmızıtoprak ve arkadaş grubu Doğu’lu Gençler’dir.
Bu iki Kürt eğilimi Kürt sorununun çözümüne ilişkin temelden iki farklı görüşe sahiptirler. ‘49’lar Davası’ndan beri aralarında var olan fikir ayrılıklarının keskinliği, Musa Anter’in “Amerikan Yardım Heyeti”nin bir projesine verdiği destek yazısının ardından gün ışığına çıkar. Dr. Sait Kırmızıtoprak’ın kaleme aldığı ve “On Beş Doğulu Genç Barış Dünyası’na Cevap Veriyor” başlığıyla YÖN dergisinde (13 Haziran 1962) yayınlanan yazıyla gerçekleşir bu.
Dr. Sait Kırmızıtoprak’ın konuya ilişkin bir başka yazısında yapmış olduğu özet, tarafların savunduklarının bütün bir özünü eksiksiz biçimde vermektedir. (Bir Tartışma Üzerine başlığını taşıyan ve YÖN dergisinin 22 Ağustos 1962 tarihli 36. sayısında yayınlanan bu yazıyı ekte sunuyoruz).
Yurtsever hareketin kaynaklarına ilişkin yanılmalar
Marksist Sait Kırmızıtoprak’ın 1958 ve 1964 yılları arasında formüle ettiği ideolojik-teorik çizgisini bu yazının devamında ele almayı sürdüreceğiz. Şu ana kadar dile getirilenler Kürt devrimcilerinin geleneksel Kürt eğilimlerinden farkını yeterli açıklıkla gösteriyor. Bu vesileyle bir gerçeğin daha altını çizelim.
Sait Kırmızıtoprak önderliğinde “Doğu’lu Gençler” olarak ortaya çıkan devrimci çıkışın gelişim seyri ve 1970’li yılların başında ulaştığı düzey gözetildiğinde, Türkiye’deki Kürt hareketinin, 1960’lardan itibaren, biri TİP ve FKF/Dev-Genç’te somutlanan Türkiye solu, diğeri ise Güney Kürdistan’daki Barzani hareketinde ifadesini bulan Kürt milliyetçiliğinin etkisinde şekillenen KDP olmak üzere iki kaynaktan beslendiği tezi (ki genel bir kabul görmektedir), ciddi eksiklikler içermektedir.
Sözkonusu eksikliklerden ilki, ‘49’lar Davası ile birlikte ortaya çıkan, ‘60’lı yılların sonunda siyasal olarak belirleyici bir konuma geçen ve sonraki gelişmelere yön veren devrimci eğilimin bugüne dek görmezlikten gelinmesi, hatta yok sayılmasıdır. ‘70’li yıllardaki Kürt gruplarının şekillenmesinde ‘71 devrimci hareketinin önemli bir etkisi elbette oldu. Ama Kuzey Kürdistan’da Kürt hareketinde bir dönemi kesin bir tarzda kapatan ve yeni bir dönemi başlatan, ideolojik ve siyasal açıdan ‘70’li yıllardaki Kürt gruplarının yönünü tayin eden, 1969 yılında örgüte, 1970 yılında ise ulusal bir partiye dönüşen Dr. Şivan önderliğindeki harekettir. Bu hem ideolojik, hem siyasal ve hem de kadrosal açıdan böyledir. “Dr. Şivan’ın önderlik ettiği hareket varlığını sürdürebilseydi, ‘70’li yıllarda ortaya çıkan örgüt enflasyonu olmazdı” diyen Kürt politikacılar kesin bir tarzda bir gerçeği dile getiriyorlar. Çünkü yeni grupların varlık nedenleri olmazdı. Herşeye rağmen grup olma şansı yakalayanlar olsa bile etkisiz kalırlardı. Kürt hareketinin “1984 atılımı” da ‘70’li yılların ilk yarısında başlayabilir, bunun Türkiye topraklarına etkisi ise çok daha farklı olurdu. Çünkü ‘70’li yıllarda Türkiye’yi baştan başa saran bir devrimci dalga vardı ve mücadele fiilen iç içeydi.
‘49’lar Davası üzerine yapılan onca belgesel ve program, her nedense, bu devrimci doğumu ve onun yarattığı sonuçları atlayarak Saitler Olayı’na odaklanıyor.
İkincisi, Barzani önderliğinde gelişen hareketin etkisine yapılan vurgular yanlış anlaşılmaya fazlasıyla müsaittir. Bu hareketin 1964-65 yıllarından sonra, Kuzey de dahil, bütün parçalarda Kürt hareketini ideolojik etkisi altına aldığı doğrudur. Fakat görüntünün aksine Kürt devrimcileri Güney alanındaki angajmanın bütün boyutlarına rağmen, Barzani’ye yedeklenmiş değillerdi. Tabi olma görüntüsü altında Kuzey’de gerçekte devrime yönelik bir çıkışın hazırlıklarını tüm hızıyla sürdürüyorlardı. Onlar esas olarak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bütün parçalarda Kürt hareketine esin kaynağı olan Mahabat Kürt Cumhuriyeti’nin çizgisindeydiler. Mahabat Kürt Cumhuriyeti’nin kuruluş manifestosu hem kapsayıcıdır ve hem de ilerici özellikleri güçlüdür. Bu Cumhuriyeti’nin öteki parçalardaki etkisi Kürt halkı açısından olumludur. Çünkü hareket alttan gelen ulusal güçlerin ve ilerici aydınların rengini taşımaktadır. Mahabat Kürt Cumhuriyeti de sosyalizme dost bir konumdadır. Bunda Sovyet Kızılordu’sunun İkinci Dünya Savaşı yıllarındaki desteğinin rolü büyüktür. (Mahabat Kürt Cumhuriyeti bayrağındaki kızıla rengini veren, Sovyet Kızıl Ordusu’nun etkisidir).
Barzani önderliğindeki hareketin öteki parçalara etkisi ise pozitif değil negatiftir. Bu hareket toprak ağalığı sistemini ve o sistemi ayakta tutan değerleri kıskançlıkla korumuştur. Güney’deki güçlü aşiretçi damar olduğu gibi yaşamaktadır. Nitekim son otuz yıldır özerk olan Güney Kürdistan’da her aşiretin kendi peşmergesi vardır. Kamu kadroları aşiretlerin gücüne göre dağıtılmaktadır. Özerk yapının değil aşiretlerin polis gücü vardır.
Barzaniler Kürtler içinde yüz yıldır tartışmasız otorite konumunu korumaktadır. Baba Barzani’den sonra otorite olan ve 1992 yılından sonra iktidara geçen oğullar İdris ve Mesut Barzani’den sonra, şimdi de iktidar torun Nêçirvan İdris Barzani’ye devredilmiştir. Bir tür hanedanlık olan Barzani ailesi artık Kürt halkından gaspedilmiş devasa bir servetin de sahibidir.
Barzani ailesi Türkiye, Suriye ve İran gibi sömürgeci devletlerle kolaylıkla işbirliği yapabilen bir karaktere sahiptir. Mahabat’a sığındığı için Cumhuriyetin kuruluşuna katılan baba Barzani’nin sonraki yaşamında Kürdistan’ın öteki parçalarındaki Kürt ulusal hareketlerine hiçbir desteği olmamıştır. Tersine, kendi bölgesi lehine olduğu anda öteki bölgelerdeki kıpırdanmaları kanla bastırma yolunu seçmekte tereddüt etmediği gibi, Güney’de gerçek ya da potansiyel muhaliflerine karşı da son derece zalim davranabilmiştir. İranlı ulusal devrimci Süleyman Muini ve arkadaşları ile Türkiyeli iki Sait’in kirli bir komployla öldürülmeleri buna yalnızca iki örnektir.
Bu aynı gelenek İdris ve Mesut Barzani döneminde de devam etmiştir. Bunun bilinen ama dillendirilmeyen ilk örneği bizzat Kuzey topraklarında yaşandı. 1978 yılında Türkiye Kürdistan’ında Güney’li 800 Kürt gerillası, Türk devletinin verdiği istihbarat değerlendirilerek, Barzani’nin Türkiye’deki uzantıları tarafından bir gece pusuya düşürülür ve toptan imha edilir. Nedeni de o 800 Kürt gerillasının Talabani yanlısı olmasıdır.
Bu olayın vahametini yakından bilen Kürt yurtseveri Hatice Yaşar, olaydan önce Barzani yanlısı olduğu halde, 800 Kürt yurtseverinin katledilmesinin ardından gerçeğe görmeye başladığını kendi anlatıyor. (Bkz. Rafet Ballı, Kürt Dosyası, Cem Yayınevi, Temmuz 1991, s.87-88)
Benzer olaylar sonraki yıllarda YNK ve PKK ile sayısız kez yaşandı. Kürt yurtseverleri, KDP’lilerin eline geçmemek için yüksek kayalıklardan atlayarak yaşamına son veren Kürt kadın gerillaların hikayelerini unutmuş değiller. Örnekleri uzatmak anlamlı olmayacaktır. Kürt yurtseverliği öyle ya da böyle bu zihniyetin geçmişte yarattığı tahribatla hesaplaşmak zorundadır.
Konuya ‘49’lar Davası süreciyle devam edeceğiz.
Ek:
Bir Tartışma Üzerine
Dr. Sait KIRMIZITOPRAK
(Güdül Hükümet Tabibi)
Aylık Barış Dünyası dergisinin ikinci sayısında “Doğu Davamız” başlıklı bir yazı yayınlandı. Yazının belirli olmayan ve yer yer çelişen kapsamı, değişik yorumlara uğradı. Oysa açık ve toleranslı bir tartışma ortamında yazının olumlu ve yapıcı yönünü su yüzüne çıkarabilmek gerekiyordu. İşte bu amaçla onbeş Doğulu genç beraberce oturup Barış Dünyası’nın söylediklerini incelemiş, eleştirmiş ve görüşlerini YÖN’de yayınlamışlardı:
1) Barış Dünyası: “Doğu’nun ekonomik kalkınması, ancak liberal ekonomi şartlarında mümkündür. Yerli ve yabancı özel sermaye için Doğu Anadolu gayet caziptir!”
Gençler: “Bırakınız sömürge ülkelerini -en ileri sermayeci memleketlerde bile geniş asfalt caddelerin, modern mahallelerin biraz dışına çıkılınca; halk kitlelerinin debelendiği sefalet yuvaları çıkar karşınıza” diyorlar ve ilave ediyorlardı: “Biz halkçı, demokratik, sosyalize ve Türkiye insanının emek, bilgi ve çabasına dayanan bir organizasyon içerisinde Doğu kalkınmasının tahakkuk edebileceğine inanıyoruz.”
2) Barış Dünyası: “Yurdumuzun diğer bölgelerine göre Doğu’da toprak ağaları ve şeyhler vardır. Fakat bu adamları sürmek neye yarar? Oysa yerli-yabancı büyük sermaye yatırımlara girişince bu adamlar pekâlâ kullanılabilir!”
Gençler: “Büyük toprak ağaları ve din tüccarları Türkiye’nin her bölgesinde hatta büyük şehirlerimizde de vardır. Toprağın onu işleyen topraksız köylü ve rençbere dağıtılması demek olan toprak reformunun hemen tatbiki gerekir. 105 sayılı kanun en azından 115 sayılı kanun kadar hatalıdır. Toprak reformunu gerçekleştirmek için adam sürmeye ihtiyaç yoktur. Şayet sürmek mutlaka gerekse Kadirli, Silifke, Göllüce ağalarını da Doğu ya neden sürmüyoruz?”
3) Barış Dünyası: “Türk aslından gelen Kürtlerin asimilasyonları ‘çoğunluk içinde tek ırk, tek kültür halinde kaynaştırmak’ gerekir. Mademki bugüne dek bu işi sert tedbirlerle beceremedik, o halde daha tatlı bir usul deneyelim. Önce kendi anadilleriyle okuma-yazma öğretelim, böylece anadillerini zamanla değiştirmek kolay olur:
“Birçok dil lehçe, din ve ırk farkları içinde bu yolla bugün bir Rus milleti teşekkül etmektedir. Türkistanlı Türk çocuğu, mükemmel Rusça biliyor ve nesilden nesile bu dil, ana dil haline geliyor” diyor ve şu cümleyi ekliyor: “Sovyet Rusya’nın yaptığı, bizim için de bir örnektir.”
Gençler: “Asimilasyon (milletleri tek ırk, tek kültür halinde kaynaştırmak) doğru, insani ve bilimsel bir hareket de değildir. Hem faydasızdır, hem de -tatlı ya da sert usul- daima geri tepmiştir. Halkların ana dilleriyle eğitilmeleri, okuyup yazabilmeleri en tabii insani haklarının icabıdır. Bu temel hak pazarlık konusu edilmemelidir. Bir arada, birbirlerinin edebiyat ve dillerine saygılı, kardeşçe milli hudutlar içerisinde kader birliği yapmalılar. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin bu baş prensibi pek çok yerde uygulanmaktadır.”
4) Barış Dünyası: “İçimizde bir Kürt topluluğu vardır ve bunu kabul etmemiz lazımdır. Doğu davasını, bu realiteyi inkâr ve tasfiye etmek suretiyle halletmek yolunu milli bir gaflet, hatta bir felaket olarak görenlerdeniz. Şu veya bu yollarla Türk ve Kürt düşmanlığını körükleyen, şiddet ve yasak rejimiyle bu davayı olur biter sanan görüşe tamamen karşıyız.”
Gençler: “Bu paragrafinızı olumlu, yapıcı ve uyarıcı bulduğumuzu memnuniyetle kabul ediyoruz.”
Bu tartışma özetini şunun için yaptık. Barış Dünyası’nın son sayısında Sayın Musa Anter: “YÖN, on beş Şarklı gencimizi adeta iğfal ederek kasıtlı sayfalarına alet etmiştir” diyor ve ilave ediyor: “Ne demektir, Doğulu Gençler Barış Dünyası’na cevap veriyor, karşı geliyor?”
Sayın Anter, YÖN’de çıkan bir haber dolayısıyla yazısını kaleme almış.
Biz isterdik ki, YÖN’ün cidden değişik anlamlara gelebilen o haberini enine boyuna tenkit etsin, görüşlerini bilimin ışığında ve bir önceki yazısında olduğu gibi pratik örneklerle ortaya koysun. Ama nedense bunu yapamamış, yapamayınca da gençlerimizi iğfal etmişler, Barış Dünyası’nın dokunulmazlığı vardır gibi kocaman gaflarla işin içinden çıkıverniş. Çıkarları gençlerin görüşleriyle uyuşmayan “büyük toprak ağaları, şehirlerde oturan istismarcı burjuvalar (bajariler) ve onların av köpekleri (toprak ağalarının kahyaları, çerçiler, attarlar)” (Musa Anter, “Kımıl”, 1962, s.56) alınabilirler. Ama tasvirini yaptığı istismarcı bajarilerin av köpekleriyle aynı sütunlarda aynı ağzı kullanan Kımıl yazarına ne oluyor? Çok ayıp!..
“Bugün milletimiz ve bilhassa Doğulu vatandaşlarımız sınıf ve doktrin mücadelesi yapacak durumda değildir” diyor, Anter.
Oysa On beş Doğulu genç az gelişmiş yurdumuzun iç farklılaşmasını iki ana grupta özetlemektedirler:
“1 - Bilhassa son on yıl içerisinde devletin elindeki bir çok kolaylıkların belirli sosyal sınıflara tahsisi, başka bir deyimle devletin milyonerler imal etmesi sonunda aşırı zengin bir küçük azınlıkla o derecede fakir geniş halk kitlelerinin durumu örtülemeyecek şekilde belirlenmiştir.
2 - Dış yardımlar da dahil devletin elindeki sayısız imkanlar belirli bölgelere yatırılmış, böylece bölgeler arasındaki uçurum da genişlemiştir.”
Öyleyse Doğulu vatandaşlarımız bu gerçeklerden ve dünyadan habersiz neyin mücadelesini yapabilirler?
“Doğu, halkları ve ezilen kitleleri bütün Türkiye’nin ve dolayısıyla kendi çıkarları için yapılacak şuurlu sosyal mücadelelere bizzat katılmak zorundadır” diyor gençler.
Yazmadan önce oturup gençlerin söylediklerini bir iyice düşünmesini tavsiye ederiz sayın Anter’e.
YÖN, Sayı: 36, 22 Ağustos 1962