Demokrasi ve özgürlükler beşiği olduğu iddiasındaki Avrupa ülkeleri, konu emperyalist çıkarları söz konusu olduğunda ulusal hakları çok rahat görmezden gelebiliyor. İspanya devletinin Katalonya halkının bağımsızlık mücadelesine şiddetli yanıtı unutulmadı. İngiltere de benzer bir müdahaleyi İskoçya’ya yapıyor. Almanya ise, bir başka emperyalistin, Rusya’nın işine gelmemesi gerekçesiyle Afrika ülkesi Mali’deki askeri müdahalesini sonlandırmayı erteledi.
İngiltere’den başlayalım. Yüksek Mahkeme, Birleşik Krallık hükümetinin onayı olmadan İskoçya Özerk Yönetimi hükümetinin bağımsızlık referandumuna gidemeyeceği yönünde kararını açıkladı. Bu kararla İskoçya’nın bağımsızlığı konusunun en azından bir süre kapanması umulsa da, Guardian gazetesi, İskoçya Başbakanı Nicola Sturgeon’ın bir sonraki genel seçimlerde istediği yetkiyi alması halinde bunun bir kriz haline gelebileceği değerlendirmesi yaptı.
Almanya, Mali’deki askeri misyonunu bitiriyor, ancak 2023’te bitmesi hedeflenen misyon Yeşiller Partisi’nden Dışişleri Bakanı olan Annalena Baerbock’un stratejik hedefler dayatmasıyla 2024’e ertelendi. Sonu başarısızlıkla bitecek misyonun uzatılmasının ana nedeni Mali’yi Rusya’ya bırakmamak.
Fransa’da Ulusal Mali Savcılık, kasım ayında, Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un ilk seçim kampanyasının Amerikan danışmanlık şirketi McKinsey tarafından yasadışı bir şekilde finanse edildiği ve bunun karşılığında McKinsey’in kamu ihalelerini daha kolay alacağı yönündeki şüpheler üzerine bir soruşturma başlattı.
Kaybedilecek bir sonraki savaş
German Foreign Policy
Dışişleri Bakanı Baerbock sadece stratejik nedenlerle Mali’deki askeri müdahalenin uzatılmasını kabul ettirdi. Mali müdahalesi de Afganistan’daki gibi iflas etmeye mahkum.
Federal hükümet, Almanya’nın Sahel’deki stratejik çıkarlarını bir yıl daha savunmak için Bundeswehr’in Mali’den planlanan geri çekilmesini Mayıs 2024’e erteliyor. Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock ve Savunma Bakanı Christine Lambrecht bu konuda anlaştılar. Lambrecht, mevcut Bundeswehr görev süresi Mayıs 2023’te sona erdiğinde misyonun sona ermesinden yana iken Baerbock Mali’nin çıkarlarıyla hiçbir ilgisi olmayan nedenlerle- Rusya’nın Sahel’deki etkisini azaltmak için ertelenmesinden yanaydı.
Dışişleri Bakanı Almanya’nın Mali’deki BM misyonuna katılımının, Almanya’nın BM Güvenlik Konseyi’ndeki yenilenen koltuğu için kampanya yapmak için avantajlı olacağını da söyledi. Alman Silahlı Kuvvetleri (Bundeswehr) 2001’in sonunda Afganistan’da konuşlandırıldığında, Mali’deki misyona tamamen stratejik çıkarların hakim olduğu gerçeğini kabul etti. Afganistan’daki misyon, neredeyse yirmi yıl süren savaşta işlenen suçlar, yeniden yapılanma çabalarının eksikliği ve Batı’nın cehaletinden sonra geçen yıl başarısız oldu. Bu durum başarısız olan Mali’deki misyonla birçok benzerlik taşıyor.
Bundeswehr’i nihayet Mayıs 2024’e kadar Mali’den çekme kararıyla, federal hükümet Batı’daki bir sonraki savaşı da resmen kaybediyor. Geçen yılın ağustos ayında, Taliban ülkeyi beklenenden daha hızlı bir şekilde kontrol altına almayı başardıktan sonra NATO, birliklerini Afganistan’dan alelacele geri çekti.
Bu -Bundeswehr için de- yaklaşık 20 yıl süren ve askeri olarak ezici bir Batı üstünlüğünün 2001/2002 yılının başından beri ekonomik olarak harap olmuş ülkenin otokratik olarak ilan edilen yeniden inşasını gerçekleştiremediği bir savaşı sona erdirdi. Tüm birliklerin geri çekilmesi sırasında, federal hükümet artık Alman vatandaşlarının ve Afgan çalışanlarının, örneğin Alman büyükelçiliği veya Bundeswehr’den tahliyesini bağımsız olarak organize edemiyordu; Katar Emirliği’nden diplomatların aktif desteğine bağımlıydı. Batı ordusu tarafından Hindukuş’ta işlenen sayısız savaş suçu, tıpkı Batılı gizli servislerin Hindukuş’ta “teröre karşı savaş” sırasında işlediği insan hakları suçları gibi, büyük ölçüde cezasız kaldı.
Bundeswehr’in Afganistan’da nasıl harekete geçtiğine dair alışılmadık derecede açık açıklamalar, Hindukuş’taki kapsamlı başarısızlıktan gelecekteki Alman askeri operasyonları için dersler çıkarmak amacıyla Federal Meclis tarafından temmuz ayında kurulan soruşturma komisyonunun pazartesi günü ilk halka açık duruşmasında yapıldı.
Buna göre, Alman hükümetinin müdahale kararı Afganistan’la ilgili değil, ABD’ye “destek” göstermekle ilgiliydi. O zamanlar, ABD hükümeti “aşırı derecede bencildi” – “ürkütücü”ydü, o dönemde Başbakanlık dış politika danışmanı olan Michael Steiner’da, Afgan savaşında yer almazlarsa transatlantik desteğini kaybedecekleri korkusu vardı. Ocak 2002’de bir ön grupla Kabil’e gelen emekli Korgeneral Carl-Hubertus von Butler, operasyonun zaten “profesyonel olmayan şekilde ve kaotik bir şekilde” başladığını kabul etti.
Barış ve çatışma araştırmacısı Conrad Schetter, o dönemde görevlendirilen ülke hakkında neredeyse hiçbir bilgi olmadığını belirterek, küstahlıktan söz etti, "müdahalecilerin" takip eden dönemde "Afgan toplumu hakkında farklılaştırılmış bilgi" geliştirmek için herhangi bir çaba göstermediğini de belirtti.
Mali misyonu ile Afganistan’daki misyon arasındaki paralellikler göz ardı edilemez ve 2016’nın başından beri kamuoyunda tartışılmakta. Mali’de de ülkenin kuzeyindeki -çoğunlukla cihat yanlısı- ayaklanmaları kontrol altına almak mümkün değil; aksine, uzun zamandan beri Mali’nin merkezine doğru genişlediler. Mali’de de hiçbir ekonomik gelişme olmadı; Batılıların işlediği iddia edilen savaş suçları orada da yargılanmıyor.
Hindukuş’tan farklı olarak, bir askeri hükümet oradaki Avrupalı birliklerin geri çekilmesini zorunlu kılıyor. Bunu her şeyden önce Avrupa silahlı kuvvetlerinin her türlü izinsiz operasyonunu engelleyerek ve böylece kendi egemenliğini geri kazanarak başarıyor. Müdahale birliklerinin açık ara en büyük bölümünü sağlayan Fransa, ağustos ayında son askerlerini de geri çekti.
Geçen hafta başında Büyük Britanya, BM’nin Mali’deki misyonu olan MINUSMA’ya katılımına son vereceğini duyurdu. Diğer Avrupa ülkeleri askerlerini çoktan geri getirdiler veya getirmeye hazırlanıyorlar. Berlin’de askeri politikacılar bir süredir görevin başarısız olduğunu kabul etmek ve Bundeswehr’i geri çekmek için baskı yapıyorlar. Mevcut görev yetkisinin sona ermesine izin verilebileceği ve geri çekilmenin Mayıs 2023’e kadar sona ereceği söylenmekteydi.
Özellikle Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock bunun için elinden gelen her şeyi yaptı. 2001’de Afganistan’a gitme kararına götüren nedenler gibi, Mali’de kalmanın Mali’nin kendisiyle neredeyse hiçbir ilgisi yok. Örneğin Baerbock, Sahra’nın güneyindeki Afrika’dan Mali üzerinden Akdeniz kıyısına uzanan göçmenlerin durdurulmasından söz ediyor.
Bunun dışında, Bundeswehr’in MINUSMA’ya katılımı, “Federal Dışişleri Bakanlığı’nın gözünde, Almanya’yı Birleşmiş Milletler’e güvenilir bir uluslararası ortak olarak sunma fırsatı” sunuyor. Bu, Almanya’nın birkaç yıl içinde tekrar Güvenlik Konseyi’nin daimi olmayan bir üyesi olmak istemesi gibi diğer Alman emellerine ve niyetlerine uygun. Ancak her şeyden önce, Mali’den çekilinmemesi, boşluğu başka güçlerin dolduracağı korkusundan kaynaklanıyor. En önemlisi de Rusya! Baerbock, başarısız olan görevi, yalnızca Berlin’in stratejik çıkarları adına, Mayıs 2024’e kadar bir yıl daha uzatmayı başardı.
Bundan bağımsız olarak, Federal Hükümet, Sahel’deki nüfuzunu artık arzu edildiği gibi Mali’deki askeri varlıkla sağlayamayınca başka bir ülke aracılığıyla; Nijer ve oradaki Federal Silahlı Kuvvetlerin varlığı aracılığıyla gerçekleştirmeye yöneliyor. Alman silahlı kuvvetleri çoktan ülkede yerleşmeye başladı bile.
Çeviren: Semra Çelik
İskoçya ve anayasa: Demlenmekte olan kriz
Guardian
Başyazı
İngiltere’de Yüksek Mahkeme, İskoçya hükümetinin bağımsızlık konusunda kendi referandumunu yapamayacağı yönünde karar verdi; bu şaşırtıcı olmasa da önemli bir karar. (İskoçya Özerk Yönetimi Başbakanı) Nicola Sturgeon mahkemeden bu konuda karar vermesini istediğinde, kendisinin önümüzdeki ekim ayında yapmak istediği “istişari” referandum planını engellemesini bekliyordu belki.
Sturgeon muhtemelen bu oylamayı gerçekleştirme zorunluluğundan kurtulduğu için rahatlamıştır. Bunun yerine, Birleşik Krallık genel seçimlerini bağımsızlık konusunda fiili bir referandum haline getirmeye odaklanabilir...
Çarşamba günü, İskoç Ulusal Partisi’nden (SNP) Başbakan Sturgeon “insanların oylarını nasıl kullanacaklarını dikte edemeyeceğini” kabul etti. Ancak İngiltere’den ayrılmayı partisinin kampanyasının ana teması haline getirerek, bu talebi karşı konulmaz kılacak bir ölçekte kazanmayı umuyor.
Yüksek mahkemede açılan dava en başından beri bu kampanyanın bir parçasıydı; ulusalcı davaya siyasi ivme kazandırmak için bir kumar olsa da. SNP, seçmenlerin kendisini, hükümetin yetki alanına giren kamu hizmetleri yönetimiyle yargılamasını istemiyor. Bağımsızlığı destekleme eğiliminde olanların çoğu bile, ekonomik krizin ortasında Holyrood’un (İskoçya Parlamentosu) yeni bir referandum için ajitasyon yapmaktan daha iyi şeyler yapabileceğini düşünebilir.
Sturgeon, mahkemenin argümanlarının içeriğinden ziyade, Birleşik Krallık kurumları ve hukukunun İskoç halkının iradesini engelleme amacıyla hareket ettiğini iddia etmesini sağlayacak bir platform sunmasıyla ilgileniyor. Dava iki önermeye dayanıyordu: İlki, anayasal etki iddiasında olmayan istişari bir referandum hukuken özerk hükümetin yetkileri kapsamına girer. İkincisi, uluslararası hukuk uyarınca ulusun kendi kaderini tayin hakkını ifade eder.
Burada bir çelişki söz konusu; zira kendi kaderini tayin hakkı iddiası sömürgeci bir gücün baskısına karşı koyma anlamına gelir ki bu durumda referandumun amacı istişareden daha fazlası olacaktır.
Mahkeme her iki argümanı da reddetti. SNP’nin yasa tasarısının, anayasal etkisinden bağımsız olarak, birlik için önemli siyasi sonuçları olduğuna karar verdi. Ayrıca İskoçya’nın Birleşik Krallık içindeki konumunun, en aşırı milliyetçiler dışında herkesin kabul etmesi gerektiği gibi, yabancı işgali altında kalmış ve siyasi temsilden mahrum bırakılmış bir halkın kötü durumuyla anlamlı bir kıyaslamasının yapılamayacağına karar verdi.
Sturgeon aşırı milliyetçi değil. Çarşamba günkü karara verdiği yanıtta, mahkemenin otoritesini tanısa da kendi görüşüne göre hatanın yargıçların yorumladığı yasalarda ve bu yasalarda tek taraflı ayrılma mekanizmasının olmamasında yattığını açıkça ifade etti. Kurallar gereğince İskoçya’nın referanduma gitmesi için Westminster’dan (Birleşik Krallık Parlamentosu) izin alması gerektiğini kabul ediyor, ancak bu kuralları adaletsiz olarak nitelendiriyor.
Bu 2014 referandumu öncesinde bir sorun teşkil etmiyordu çünkü David Cameron (dönemin başbakanı) İskoçya Yasası’nın 30. maddesi uyarınca yetkilerini kullanıp gerekli izni vermişti. Ancak Sturgeon bir sonraki genel seçimlerde istediği yetkiyi alırsa bu bir kriz haline gelecektir. Yüksek mahkeme kararının bağımsızlık lehine ya da aleyhine bir etkisi yok; ama mücadele hatlarını netleştirdi.
Sturgeon ayrılma talebini öyle bir şekilde ortaya koymak istiyor ki, Westminster hükümetinin anayasal engelleme yetkisini kullanması demokratik ilkelerin korkunç bir şekilde ihlal edilmesi anlamına gelecektir. Birlikten yana olanlar bu duruma düşmek istemiyorlarsa, referandumu yasal olarak veto etmekten daha fazlasına ihtiyaçları var. Referandumu kazanabilecek siyasi argümanlara ihtiyaçları var.
Çeviri: Dış Haberler Servisi
Mckinsey şirketi ile Macron arasındaki ilişki
Cyprien CADDEO
L’Humanité
‘Öğretmenlik mesleğindeki değişiklikleri değerlendirmek’ için yarım milyon avro, ev yardımları (APL) reformunun dijital olarak uygulanmasına yardımcı olmak için dört milyon avroluk sözleşme, 2019 yılında emeklilik reformunu hazırlamak için 920 bin avro... Amerikan danışmanlık firması McKinsey, Emmanuel Macron’un göreve gelmesinden bu yana devlet tarafından cazip sözleşmelerle ödüllendirildi. Ama buna yardımcı olundu mu? Bu soru, Ulusal Mali Savcılık tarafından kasım ayında “iltimas” ve “seçim kampanyalarının yasa dışı finansmanı” nedeniyle açılan ve 24 Kasım Perşembe günü Le Parisien gazetesi tarafından varlığı ortaya çıkarılan bir soruşturmanın merkezinde yer almaktadır.
Açıkça ifade etmek gerekirse Ulusal Mali Savcılık, McKinsey’in Emmanuel Macron’un 2017’deki zafer kampanyasının hazinesini yasadışı bir şekilde besleyip beslemediğini bulmaya çalışıyor. Ve bunun karşılığında firmanın kamu ihalelerini almada kayırılıp kayırılmadığı; McKinsey 2017’den bu yana devletle en az 18 milyon avro değerinde çeşitli sözleşmeler ve görevler imzaladı.
Soruşturma, Senato’nun özel şirketlerin kullanımına ilişkin soruşturma komisyonunun Mart 2022’de vardığı ve raportörü Komünist Senatör Éliane Assassi tarafından “olağanüstü” olarak nitelendirilen sonuçların ardından geldi: Bakanlıkların danışmanlık şirketleri için yaptığı harcama miktarı 2021’de yaklaşık 900 milyon avroya yükselebilir! Sonuç olarak, McKinsey’e karşı “ağırlaştırılmış vergi kaçakçılığı aklama” suçundan ilk prosedür açıldı: Gerçekten de, firma 2011’den 2020’ye kadar Fransa’da herhangi bir kurumlar vergisi ödememiş, ancak Fransız topraklarındaki cirosunun bu son yıl için 329 milyon avro olduğu tahmin ediliyor. Geçtiğimiz mayıs ayında, bu ilk soruşturmanın bir parçası olarak firmanın genel merkezi arandı. “Topun ağzını açtığımızda Emmanuel Macron’un izini bulmamız şaşırtıcı değil” diye tepki gösterdi PCF (Komünist Parti) Sözcüsü Ian Brossat. Bu, devletin kendisini bu danışmanlık şirketlerinin zararlı etkilerinden her zamankinden daha fazla koruması gerektiğinin bir işaretidir, ancak yıllardır bunun tam tersini görüyoruz. LR (Cumhuriyetçiler) soruşturma komisyonu başkanı Arnaud Bazin ve Éliane Assassi’nin ortak imzasıyla yapılan açıklamada, “Tüm bu vakaların ortak bir noktası var: Devletin kamu politikalarında belirleyici bir rol oynayan danışmanlık firmalarıyla ilişkilerinde şeffaflıktan yoksun olması” denilerek, hükümete bu durumun düzeltilmesi için Senato’da kabul edilen metnin Meclis gündemine alınması çağrısında bulunuldu.
Prosedür şimdi siyasi-finansal spektruma genişletildi ve yakıcı bir sorun ortaya çıktı: Başkan ile danışmanlık firması arasındaki bağlantıların tam niteliği.
Senato soruşturmasının ortaya çıkmasından bu yana McKinsey’in adı, Macron’cuları karakterize eden özel çıkarlar ile genel çıkarlar arasındaki gizli anlaşmanın bir sembolü haline geldi.
Çeviren: Diyar Çomak
Evrensel / 27.11.22