Hayat pahalılığı mı, eşitsizlik mi?

Avrupa'nın Gündemi'nde bu hafta: Yaşadığımız hayat pahalılığı krizi mi yoksa eşitsizlik krizi mi?.. AB Güney Asya'ya olan sevgisini keşfetti!.. Fransa'da Macron hükümeti demokrasiyi askıya aldı...

  • Çeviri
  • |
  • Basın derleme
  • |
  • 18 Aralık 2022
  • 08:55

Oxfam yardım kuruluşunun İngiltere Başkanı, ülkede halkın karşı karşıya olduğu sorunun ‘hayat pahalılığı’ krizi olarak adlandırılmasının doğru olmadığını, esas olarak bunun bir eşitsizlik sorunu olduğunu belirtiyor: “Karşı karşıya olduğumuz kriz çok daha derinlere uzanıyor. Kontrolsüz sistemik eşitsizliğin bedelini ödüyoruz… Bu krizi doğru adlandırmalı ve karar vericilerden hesap sormalıyız.”

AB ve özellikle Almanya, Uzak Asya’daki politik-ekonomik gücünü artırmak için manevralarına devam ediyor. Bunlardan sonuncusu Çin ve Rusya’yı zora sokmayı hedefleyen AB-ASEAN zirvesi. Ancak AB ve Almanya’nın öngöremediği ASEAN ülkelerinin kendilerini kullandırmama eğiliminde ısrar etmeleri.

Fransa’da yürütmenin ağzında sadece “müzakere” kelimesi var, ancak eylül ayından bu yana demokrasiyi reddederek, meclisi baypas eden anayasanın 49.3 maddesini art arda kullanarak meclis tartışmasını engelleyen kendisi. Humanite gazetesinden seçtiğimiz makale bu çelişkiye dikkat çekerek, “Parlamentonun yürütme tarafından boyunduruk altına alınması, demokratik tartışmanın engellenmesi, normalleştirilmiş ve otomatikleştirilmiş, artık kendi argümanlarına inanmayan bir hükümet için eğlence konusu haline gelmiştir” diyor.

Yaşadığımız, hayat pahalılığı krizi değil eşitsizlik krizi

Dhananjayan SRİSKANDARAJAH
Oxfam İngiltere Başkanı/ politics.co.uk

İngiltere’de hükümet, ‘hayat pahalılığı’ kriziyle mücadelenin temel amaçlarından biri olduğunu söylüyor. Maliye Bakanı Jeremy Hunt da geçen haftaki ek bütçe açıklamasında bu ifadeyi kullandı. Her şey iyi güzel de, aslında karşı karşıya olduğumuz şey bir eşitsizlik krizi.

Burada dil önemli. Buna ‘hayat pahalılığı’ krizi demek cazip geliyor. Zira insanların şu anda yaşadıklarını doğru bir şekilde tanımlıyor. Oxfam da bu terimi sorunun yansıyan şeklinden söz ederken kullanıyor. Ama bu terim aynı zamanda içinde bulunduğumuz korkunç karmaşanın gerçek nedenlerini de gizliyor. Hükümet açısından bu özensiz bir kullanımdan ziyade kasıtlı bir saptırma. Ama bu sadece belli bir partiye özgü değil. Eski İşçi Partisi Lideri Ed Miliband bu ifadeyi ilk kez 2015 seçimlerinde koalisyon hükümeti ve kemer sıkma politikasına karşı yürüttüğü kampanyada popüler hale getirdi ve görünen o ki muhalefet partileri de bugün bu ifadeyi kullanmaktan hoşlanıyor.

Ancak bu ifade, mevcut ekonomik sıkıntıların dış, küresel faktörlerin öngörülemeyen, kaçınılmaz bir sonucu olduğu ve hükümetin de bunun üstesinden gelmek için elinden geleni yapması gerektiği fikrine dayanıyor. Ama sorunların kaynağı bunlar değil. Oxfam olarak dünya genelinde eşitsizlik üzerine yaptığımız çalışmalardan da gördüğümüz üzere, Birleşik Krallık’ta yaşananlar bilinçli politika tercihlerinin, değiştirilebilecek şeylerin neden olduğu bir kriz.

Hükümet ve medyanın ‘hayat pahalılığı’ krizinden bahsetmesi, kısa vadeli bir rahatlama sağlamak için burada ve şimdi neler yapılabileceğine odaklanıyor ve krizin kökeninde yatan sistemik sorunların tartışılmasına pek yer bırakmıyor. Bu öyle yatıştırıcı bir ifade ki, belirli bir kötüyü ima etmiyor, hiçbir politika ya da yapısal hataya işaret etmiyor. Anlatım stratejisi uzmanlarının da belirttiği gibi, bir tür kaderciliği körüklüyor: Eğer ortada bir suçlu yoksa, suçu paylaştıracak bir şey yoksa, o zaman belki de yapabileceğimiz hiçbir şey yoktur. Ve böylece yapıcı bir öfke duymamız gerekirken, kendimizi güçsüz ve çaresiz hissediyoruz.

Sunak, Başbakan olarak -kısmen kendi eseri olan- yıkık dökük bir ekonomi devraldı: Artan durgunluk, kitlesel enerji yoksulluğu, çökmekte olan kamu hizmetleri, tırmanan faturalar… Bu koşullarda hayat pahalılığı gerçekten acı verici. Ama tehlikeli çöküşe neden olan, ekonominin istikrarsız ve eşitsiz temelleridir. Hükümet şu anda eşitsizliğin en ağır semptomlarını engellemek için önlemler alıyor olabilir, ama bunun tek nedeni bu semptomların evi yıkma ya da en azından dokusuna ağır hasar verme tehdidi oluşturmasıdır.

Oysa ihtiyacımız olan şey acil bir boya badana değil; sıfırdan bir yeniden inşa. Pandemi ve Ukrayna’daki çatışma, ekonomiyi olumsuz etkileyen faktörler olmakla birlikte, Liz Truss ve şimdi de Rishi Sunak’ın bizi inandırmak istediği gibi İngiliz ekonomisinin yakın zamandaki çöküşüne bunlar neden olmadı. Karşı karşıya olduğumuz kriz çok daha derinlere uzanıyor. Kontrolsüz sistemik eşitsizliğin bedelini ödüyoruz. Hem Birleşik Krallık’ta hem de dünyanın dört bir yanında yoksulluk içinde yaşayanlar için bu acı verici bir durum.

Birleşik Krallık’ta en zengin ve en yoksul kesimler arasındaki servet uçurumu şu anda kayıtlara geçen en yüksek seviyede ve gelişmiş ekonomiler arasında ABD’den sonra ikinci sırada. En zenginler, pandemi ve son ekonomik krizler sırasında ekonomiyi korumak için alınan mali önlemlerden büyük ölçüde yararlanırken, Birleşik Krallık’ta yoksulluğun büyük ölçekte yeniden ortaya çıktığını görüyoruz. Milyonlarca kişi yakıt yoksulluğu çekerken enerji şirketleri milyonlar kazanıyor. İnsanlar açken gıda milyarderleri kâr ediyor. Sahip olduğumuz ekonomik sistem, halihazırda en büyük servete sahip olanlara ayrıcalık tanıyan ve şirketlerin sürekli artan kâr arayışlarına yeşil ışık yakan bir sistem ve bunun bedelini ağır ödüyoruz.

Meseleyi ele alış tarzını değiştirmemiz gerekiyor. Bu duruma gerçekten nasıl geldiğimizi ve bizi bu durumdan kurtaracak ve gerçek bir fark yaratabilecek sistemik çözümleri anlatmamız gerekiyor. Statükoya meydan okumak için sahip olduğumuz gücü yansıtan bir dil kullanmalıyız. Bu krizi doğru adlandırmalı ve karar vericilerden hesap sormalıyız.

(Çeviren: Dış Haberler Servisi)

AB-Asean zirvesi

Jörg KRONAUER
Junge Welt

AB, Güneydoğu Asya’ya sevgisini keşfetti. Örneğin AB-Latin Amerika zirvesi ve Afrika Birliğinin (AU) devlet ve hükümet başkanlarıyla yapılan toplantılar gibi uzun yıllardır dünyanın diğer bölgeleriyle zirveler düzenlenmekteydi. Ama bir AB-ASEAN zirvesi? İki devlet karteli arasında doğrudan ilişkilerin kurulmasından bu yana geçen kırk buçuk yıl içinde böyle bir ilişki hiç yaşanmadı. Bu durum değişmek üzere. AB’nin Rusya’ya ve her şeyden önce Çin’e karşı büyük güç mücadelesinde ASEAN’a (Güneydoğu Asya Uluslar Birliği) ihtiyacı var. Batı, Rusya’ya karşı uyguladığı yaptırımlarla hâlâ dünya çapında izole edilmiş durumda. Özellikle Alman şirketleri hâlâ Çin Halk Cumhuriyeti’ndeki işlere bağımlı. ASEAN ülkeleriyle ekonomik ilişkilerin genişletilmesi, Güneydoğu Asya’nın daha yakın bir şekilde bütünleştirilmesi… Brüksel’in bakış açısına göre bu, dünya siyasetinde kendi konumunun önemli ölçüde güçlenmesi için gerekli koşulları yaratacak.

Plan işe yarayacak mı? Şüpheler var ve haklı. Bu fikir yeni değil; Alman politikacılar uzun yıllardır bunu uygulamaya çalışıyorlar, ancak şimdiye kadar kayda değer bir başarı elde edemediler. Bazı şirketlerin Çin’den Güneydoğu Asya’ya taşınmaya başladığı doğru. Ama onlar sadece ekonomik mantığı izliyorlar: Halk Cumhuriyeti’nde ücretler artıyor; tekstil gibi basit ürünler Kamboçya gibi ülkelerde daha ucuza üretilebiliyor. Ancak özellikle yüksek teknoloji endüstrilerinde Çin’in yeri doldurulamaz; yüksek teknolojide öncelikle Singapur ve giderek Vietnam bu ülkeye ayak uydurmakta, ancak bu ülkelerin kapasiteleri dev ülke Çin’e kıyasla sadece nicelik açısından sınırlı. ASEAN sayesinde Halk Cumhuriyeti’ne ekonomik bağımlılıktan kurtulmak muhtemelen öngörülebilir bir gelecek için sadece bir hayal.

Peki ASEAN’ı Rusya’ya karşı konumlandırmak için daha sıkı bir şekilde birbirine bağlama fikri? Eğer ASEAN devletleri bunu kabul edecek olurlarsa, küresel bir eğilime karşı gelmiş olacaklar, 24 Şubat’tan bu yana Batılı olmayan devletlerin kendilerini Batı’nın güç mücadelelerinde giderek daha az kullanmalarına izin verdikleri bir eğilim.

Hindistan Moskova’ya karşı araçsallaştırılmayı reddediyor, Latin Amerika da aynı şekilde; geçen haftanın sonunda Arap devletleri Batı ile Doğu arasında bağımsız bir politikada ısrarcı olduklarını açıkça ortaya koydular. Afrika Birliği Başkanı Macky Sall, ABD’nin Afrika ülkeleriyle gerçekleştirdiği mevcut zirveden kısa bir süre önce, kıtanın artık Batı’nın iş birliği ortaklarını dikte etmesine izin vermeye hazır olmadığını açıkladı. Güneydoğu Asya’da devlet egemenliği konusundaki ısrar -ki buna kiminle iş birliği yapılacağına karar vermek de dahildir- geleneksel olarak özellikle sıkı bir şekilde varlığını korumaktadır. ASEAN ülkelerinin, küme düşmüş AB tarafından uygulanan Rusya yaptırımlarına katılmaya zorlanmalarına izin vermeleri pek olası değildir.

(Çeviren: Semra Çelik)

 

Demokratik tartışmanın engellenmesi, Macron’cuların yeni tutkusu

Aurélien SOUCHEYRE
L’Humanité

Fransa  Başbakanı Elisabeth Borne, perşembe günü Mecliste bu yıl onuncu kez bu maddeyi (anayasanın hükümete meclisi baypas hakkı veren 49.3 maddesi) kullanarak tartışmasız bir bütçe metni dayattı. Muhalefeti tıkanıklığın sebebi olmakla suçladı. Meclis konuşmasında, dokuzuncu kez 49.3’ünü harekete geçirirken muhalefete şu soruyu yöneltti: “Tartışmadan neden bu kadar korkuyorsunuz?”

Bu çılgınca bir gösteri: Parlamentonun yürütme tarafından boyunduruk altına alınması, demokratik tartışmanın engellenmesi, normalleştirilmiş ve otomatikleştirilmiş, artık kendi argümanlarına inanmayan bir hükümet için eğlence konusu haline gelmiştir.

Kuşkusuz Macron’cular sadece göreceli bir çoğunluğa sahiptir. Geriye bakıldığında, bu durum Sosyalist Başbakan Michel Rocard’ın 1988’den 1991’e kadar 49.3’ü birkaç kez kullanmasına yol açmıştı. Valérie Rabault, “Ancak 49.3 artık eşi benzeri görülmemiş bir acelecilikle kullanılıyor” dedi. PS (Sosyalist Parti) Meclis Başkan Yardımcısı Rabault, bir finans yasasının kabul edilmesiyle ilgili olarak, “49.3 şimdiye kadar her zaman metnin tam ya da neredeyse tam olarak incelenmesinden sonra tetiklenmiştir. Ancak bu yıl, metinlerin içeriğinin dörtte birini bile tartışamadan 49.3 kullanılıyor”

Bu açık antidemokratik uygulamaya başka bir şiddet daha eklenmektedir: Milletvekilleri tarafından tartışmalar sona ermeden önce kabul edilen maddeler, daha sonra yürütme tarafından dayatılan metinde birçok kez silinmiştir. Bu metinler, ülkenin maliyesini, devletin ve sosyal güvenlik sisteminin birkaç yüz milyar avro tutarındaki harcama ve gelirlerini düzenledikleri için büyük önem taşımaktadır.

Sonbaharda ise Macron’cular, emeklilik reformu projesinde 49.3’ü kullanmak için şimdiden zihinleri hazırlıyor. Metnin geçmesi için bu antidemokratik silaha başvurulmasını ihtimal dışı bırakmayan Meclis Başkanı Yaël Braun-Pivet, “Milletvekilleri, Meclisi bu tartışmadan mahrum bırakacak kitlesel bir değişiklik önergesi yolunu seçerlerse hayal kırıklığına uğrarım” uyarısında bulundu. Bu yöntem, 2019 yılında (dönemin Başbakanı) Edouard Philippe tarafından, iptal edilen bir önceki emeklilik reformu girişimi sırasında kullanılmıştı. Philippe, verilen on binlerce değişiklik önergesi karşısında 49.3’ü sallayıp durmuştu. “Duyulması gereken bir tartışma olduğunda, elimizdeki tüm araçları kullanırız. Emekli maaşları konusunda, tartışmayı mümkün olan en geniş şekilde açmak ve hükümetin gizlemek istediği bir metnin içeriğine ışık tutmak gerekiyordu. Danıştay’ın bu metni kınadığını hatırlıyorum. Hatırladığım kadarıyla hükümet ne asgari emekli maaşı miktarını ne de emeklilik yaşını belirlemek istemişti. Cevapları almak ve tehlikeleri önlemek için kamuoyunu uyarmaktan ve değişiklik önerilerini çoğaltmaktan başka çaremiz yoktu” diyor Milletvekili Pierre Dharréville.

PCF (Fransa Komünist Partisi) Milletvekili Dharréville, milletvekillerinin istediklerinin konuşma süresi olduğunu ve bu sürenin, esaslı tartışmaları önlemek amacıyla Mecliste bir kural reformundan diğerine önemli ölçüde azaltıldığını sözlerine ekledi: “Parlamenterler olarak rolümüz olan özgür bir tartışmayı dayatmak için tüm araçları kullanmaya kararlıyız”.

Bu anlamda yeni dönemin şimdiden zor geçeceği görünüyor.

(Çeviren: Diyar Çomak)

Evrensel / 18.12.22