İngiltere’de grev dalgası giderek farklı sektörleri de kapsayıp büyürken, Başbakan Rishi Sunak bu dalgaya set çekmek üzere yeni yasa hazırladıklarını açıkladı. Bazı alanlarda grev yasakları da dahil olmak üzere grevlerin etkisini kıracak türden önlemler üzerinde durulduğu belirtiliyor. Guardian gazetesi başyazısında, Sunak’ın siyasi çıkar elde edeceği inancıyla sendikalarla karşı karşıya gelmek istediği vurgulanıyor.
Fransa’da hükümet halkı “daha az tüketmeye” çağırarak ocak ayında ortaya çıkacak elektrik, gaz, gıda vb. yeni fiyat artışlarına “hazırlamak” isterken, hayat pahalılığına ve enflasyona karşı daha yüksek ücretler talep eden mücadeleler ivme kazanıyor. La Forge gazetesinden çevirdiğimiz başyazı, Fransa’daki gergin sosyal durumun altını çiziyor.
AB ve Almanya’nın dünya üzerindeki egemenlik payını artırma konusundaki girişimleri agresif şekilde devam ediyor. Bu konuda iki örnek Almanya Dışişleri Bakanı Baerbock’un Hindistan ziyareti ve AB’nin Batı Balkan Zirvesi’nde Almanya’nın tavrı.
Ücret artışlarından vazgeçmemek, mücadele edenlerle dayanışmayı geliştirmek
La Forge
Başyazı
Mevcut sosyal ortamı karakterize eden şey, hem ücretler için mücadelelerin devam etmesi hem de işçilerin ve genel olarak kamuoyunun, özellikle aynı grup tarafından sömürüldüklerinde, mücadele edenlerin etrafında ve mücadele edenler arasında dayanışmasıdır. Bu, yöneticileri milyonlar ve hissedarları milyarlar kazanan TotalEnergies gibi CAC 40’ın (Fransa’nın en çok kazanan 40 şirketi) bir parçası olan Sanofi şirketinin durumudur.
RATP’nin (Paris Özerk Ulaştırma İdaresi) bakım işçileri, bu stratejik şirketin yönetimini, faaliyetle bağlantılı ikramiyeleri sorgulama planından (işçiler için birkaç yüz avroluk bir kayıp anlamına gelecektir) vazgeçmeye zorlamak ve 300 avroluk bir artış sağlamak için haftalardır grev yapıyorlar.
Bu grev, hem işçilerin hem de daha fazla ödeme yapmak zorunda kalan milyonlarca kullanıcının maruz kaldığı ulaşımdaki kötüleşmenin altını çizmektedir. RATP’ın parçalanması ve özelleştirilmesine karşı başlatılan seferberliğin bir parçasıdır.
Hükümet ve medya bu grevlerden ve ücret artışları için yapılan eylemlerden bahsetmiyor. Bizi “daha az tüketmeye” çağırarak ocak ayında ortaya çıkacak yeni fiyat artışlarına hazırlamak istiyorlar. Her kademesinde çıkar çatışmaları olan bu “iş dünyası yanlısı” hükümet, patronların, zenginlerin, savaş vurguncularının özel hizmetindedir. Sağ ve aşırı sağ tarafından desteklenen 49-3 (meclisi baypas ederek karar çıkarma maddesi) ve sosyal gerileme yasalarını kullanarak, sosyal bütçeleri azaltma, krizin ve savaşın bedelini işçilere ve halk kitlelerine ödetme ve “ne pahasına olursa olsun” tekellere yatırımlar, “harç ve vergilerde indirimler” şeklinde daha fazla zenginlik tahsis etme şeklindeki gerici, işçi sınıfı karşıtı politikasını sürdürmektedir.
Nükleer endüstri için askeriye, uçaklar ve silahlar için milyarlar dağıtılırken; işsizlerin, kiracıların, okuyan gençlerin, hastane çalışanlarının sırtından zorla “tasarruf” yapılıyor.
İşsizlik sigortası reformu işsizlere ağır bir darbe vurdu: Tazminat süresinin yüzde 25 azaltılması, yaptırımların ve gözetimin artırılması, daha fazla yoksul işçi, başı dertte daha fazla genç, meslek okullarında okuyan ve patronların ucuz iş gücü rezervi olacak ve zor durumda daha fazla yaşlı yaratacak. Artık harçları ve kiraları ödeyemeyen yoksul kiracılar olmaya, hatta yeni konut yasasının suç saydığı “yasadışı işgalciler” olma riskiyle karşı karşıyadırlar.
Bu ücretler mücadelesi hareketlerine ek olarak, tüm sosyal meselelerde, çevre konusunda, ırkçı bölme politikalarının reddedilmesi konusunda, Ukrayna’da durdurulması gereken savaşa karşı ve aynı politikalara direnen işçiler ve halklarla sempati ve dayanışma hareketleri olduğu açıktır.
Ön planda, mücadele etmenin mümkün olmadığı rejimlerin var olduğu, tüm mücadelelerin mutlaka manipüle edildiği ve araçsallaştırıldığı fikrini kıran İran halkının kahramanca mücadelesi var.
Eğer COP27 olumlu bir sonuç vermediyse, büyük kirlilikten ve muazzam miktarlarda sera gazından sorumlu olan devletlere ve büyük şirketlere karşı mücadele sorunu, özellikle gençler ve küresel ısınmanın sonuçlarından en çok zarar gören ülkelerin halkları tarafından daha güçlü bir şekilde sorulmaktadır. Bu durum, özellikle “ekolojik bir sapma” olarak kınanan Katar’daki Dünya Kupası’na yönelik eleştirilerde, aynı zamanda inşaat işçilerinin aşırı sömürülmesinin ve kendi güvenliğini büyük emperyalist güçlerden “satın alan” gerici bir rejimin desteklenmesinin bir arketipi olarak da yansıtılmaktadır.
Ukrayna’daki savaşı kınamak ve sona erdirmek, bu savaşın gerektirdiği geniş çaplı askerileşmeyi ve gençleri “top yemi” olarak kullanmak üzere askere alma mekanizmalarını kınamak için yapılan eylemler henüz gerekli güce ve ölçeğe sahip olmasa da büyümektedir. Sosyalizmin ulusal sorunu nasıl çözdüğünü analiz ederek tarihten, özellikle de 1922’de SSCB’den ders çıkarmanın tam zamanıdır. Gazetemizin bir makalesinde genel hatlarıyla özetlenen bu düşünce, bugün için şu sonuca varıyor: SSCB’de kapitalizmin restorasyonu bu birliği yok etti ve Ermenistan-Azerbaycan veya Rusya-Çeçenistan çatışmalarında görülebileceği gibi şovenizm ve milliyetçilik zehrini yeniden canlandırdı. Bu zehir, Rus emperyalizmi ile ABD emperyalizmi, onun Avrupalı müttefikleri ve silahlı kanadı NATO arasındaki emperyalist yeniden paylaşım savaşında da aktiftir. Çok güncel olan diğer ders ise, emperyalizm aşamasındaki kapitalizmin sefalet ve savaşla eşanlamlı olduğu ve sosyalizmin inşası ile yıkılmasının işçi sınıfı ve halkların kendilerini özgürleştirmelerinin tek yolu olduğudur.
Çeviren: Diyar Çomak
Sunak ve grevler: Başbakan halkın ruh halini yanlış okuyor
Guardian
Başyazı
İngiltere’de Muhafazkar Parti’de Liz Truss’in yerine Rishi Sunak’ın geçmesi, Başbakanlıkta “yetişkin”, menajer tarzı bir siyasete geri dönüşün habercisi olarak kabul edildi. Maliye Bakanı Jeremy Hunt’ın sonbahar bütçesini açıklamasının piyasaları yatıştırmasıyla birlikte bazı üst düzey Muhafazakarlar, Sunak’ın temsil ettiği istikrar ve mali ortodoksluğun bir sonraki seçimde İşçi Partisi’nin karşısına çıkmak için çok sıkıcı bir platform olacağından endişelenmeye bile başladı.
Ancak finans merkezinin dışındaki halkın Sunak’ın çiçeği burnunda başbakanlığından sıkılmadıkları, aksine öfkeli ve isyankar oldukları ortaya çıktı. Demir yolu ve posta işçileri, hemşireler, ambulans çalışanları ve devlet memurları aralık ayında greve gitmeyi planlıyor. Yeni yılda onlara öğretmenler ve pratisyen hekimler de katılabilir. Noel öncesinde greve giden işçilerin toplam sayısı bir milyonu aşabilir. Bu rakamlar 1978-79’daki grev dalgasını anımsatıyor. Bugün sendika üyeliğinin daha düşük seviyelerde olması ve grevleri düzenleyen yasaların çok daha katı olmasına rağmen durum böyle.
Ne yazık ki parti içi isyanlar üzerine konut inşası ve karada rüzgar santralleri kurulması konusunda U dönüşleri yapmaya zorlanan Sunak, grevleri kendisini zayıf olmakla suçlayan eleştirileri haksız kılacak bir fırsat olarak görüyor. Sunak çarşamba günü parlamentoda soruları yanıtlarken, (ana muhalefet İşçi Partisi lideri) Keir Starmer’a önümüzdeki yıl yürürlüğe girecek sert bir grev karşıtı yasayı desteklemesi çağrısı yaptı. Ulaştırma Bakanı Mark Harper’ın dediği gibi bu yasa, bu kış yapılacak eylemleri etkilemeyecek ama mesele bu değil. Hükümet, halkın kendi yanında yer alacağı inancıyla sendikalarla bir çatışma ortamı yaratma stratejisi izliyor.
Bu “İpler kimin elinde?” yaklaşımı, (1970-74 arasında Muhafazakar Partili Başbakan olan ve) 1974 yılında bu temelde yapılan seçimi kaybeden Edward Heath için kötü sonuçlanmıştı. Ancak Sunak şüphesiz Margaret Thatcher’ın 1979’daki zaferine odaklanmayı tercih ediyor; sendikaların “ülkeyi rehin tuttuğu” argümanı -bu hafta bakanlar tarafından tekrarlanan bir cümle- Muhafazakarların o yıl ezici bir üstünlük sağlamasına katkıda bulunmuştu. Ama bu o zamanlar öyleydi.
1970’lerin sonuna gelindiğinde, halkın büyük bir kısmı sendikaların büyük güç sahibi olduğu konusunda hemfikirdi. Kırk yıl sonra, Sunak halkı “korumak” için (grevlere karşı) yasa çıkarmayı vadederken, halkın grev hakkına yönelik sempatisi haziran ayından bu yana artmış durumda. Bunun nedenleri belirli sektörlerdeki uyuşmazlıkların ötesinde ve mevcut geçim krizinden daha derin. 2008 krizinden bu yana, ülkedeki çalışılmadan kazanılmış servet bakımından ve en tepedekilerin maaşlarında bir patlama söz konusuyken, neredeyse diğer herkes için durgun seyreden veya düşen reel ücretlere tanıklık edildiği yönünde yaygın ve haklı bir kamuoyu algısı var. Kamu sektörüne yapılan on yıllık yetersiz yatırım da ülkenin büyük bir kısmının artık düzgün işlemediği algısını güçlendirdi.
Bu işlevsiz durumun sorumluluğunun 1970’ler tarzı militan sendikacılara değil, birbirini izleyen Muhafazakar hükümetlere ait olduğu düşünülüyor.
Sadece kendini koruma içgüdüsüyle bile olsa, akıllı bir yönetim gelinen noktadaki bu durumu kabul eder ve buna göre müzakere edip uzlaşır. Grevlerin daha da derinleştireceği bir kış resesyonu öncesinde, ülke için yapılacak en doğru şey de bu olacaktır. Ancak şimdilik Sunak’ın mali muhafazakarlığı böyle bir yaklaşımı desteklemeyeceği anlamına geliyor. Bunun yerine, İşçi Partisi’ni izole etmek ve bazı eski söylemlerle kendi partisini birleştirmek umuduyla sosyal çatışmaları körüklemeye kararlı görünüyor. Bu yanlış yönelmiş ve sorumsuz bir oportünizmdir, yetişkin siyaseti değildir. Ayrıca halkın ruh halini de ciddi şekilde yanlış okumaktadır.
Çeviren: Dış Haberler Servisi
Federal hükümetin açık beklentisi
German Foreign Policy
AB, Sırbistan’dan seyahat kurallarını kendi istekleriyle uyumlu hale getirmesini talep ediyor ve üçüncü ülkeler arasındaki sınırda Frontex’in konuşlandırılmasını istiyor. AB’nin dış sınırlarında ise mültecilere ateş açılıyor.
Almanya ve AB, Belgrad’ın bazı ülkelerle imzaladığı vize muafiyeti anlaşmalarını iptal etmesi amacıyla bir süre önce Sırbistan üzerindeki baskılarını artırmaya başlamıştı. Bunun arka planında, Sırbistan’a yasal yollardan gelen ve buradan AB’ye geçen ancak bunu resmi giriş izni olmadan yapan insanların sayısının giderek artması yatıyor. Örneğin Almanya İçişleri Bakanı Nancy Faeser ekim ayında Sırbistan’ın giriş kurallarının Berlin için “kabul edilemez” olduğunu ve bu ülkenin düzenlemelerini derhal AB’ninkilere uyarlamasının “Alman hükümetinin açık beklentisi” olduğunu açıklamıştı. AB Komisyonu’nun İçişlerinden Sorumlu Komiseri Ylva Johansson da benzer açıklamalarda bulunmuştu. Sırp medyası komiserin şu sözlerini aktardı: “Kübalıların, Hintlilerin ve Burundililerin çok sayıda AB’ye geldiğini gördüğümüzde, elbette bununla başa çıkmak zorundayız.” AB Komisyonu, “Batı Balkanlardaki tüm ortaklara” göç düzenlemelerini AB’ninkilere uyarlamaları gerektiğini açıkça belirtecekti. Johansson’un hedefinde özellikle Sırbistan da vardı.
Sırbistan’ın ülkeye giriş yapmak isteyenlere karşı nispeten cömert davranmasının ve bir dizi devletle vizesiz giriş anlaşmaları imzalamasının çeşitli nedenleri var. Bazı anlaşmalar, eski Yugoslavya’nın aktif bir rol oynadığı Bağlantısızlar Hareketi dönemine kadar uzanmakta. Belgrad merkezli yardım kuruluşu Group 484’ten göç araştırmacısı Jelena Unijat’a göre, Kübalıların ülkeye vizesiz girmesine izin veren anlaşma 1969 yılına dayanıyor. Buna ek olarak, Sırbistan her yıl çok sayıda işçisini kaybediyor çünkü bu işçiler AB’de mevsimlik tarım işçiliği veya inşaat işçiliği gibi düşük ücretli işlerde çalışıyor. Unijat, “İnsanlarımız Almanya’ya çalışmaya gidiyor” diyor; buna göre Sırbistan kendi payına işçi almak zorunda. Sırbistan’ın 2019’dan bu yana resmi olarak yaklaşık 67 bin 500 mevsimlik işçisi ve diğer yabancı işçiyi kayıt altına aldığı bildiriliyor. Bunların çoğunun Kazakistan ve Özbekistan gibi Orta Asya ülkelerinden ve aynı zamanda örneğin Hindistan’dan geldiği söyleniyor. Sırbistan’ın işgücü alımını kolaylaştırmak için bu ülkelerden bazılarıyla vizesiz anlaşmaları bulunmakta.
AB buna bir son vermek istiyor. Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock pazartesi günü Yeni Delhi’de Hindistan’la, Hintlilerin Almanya’ya daha kolay girişini sağlayan sözde bir hareketlilik ortaklığı imzaladı; ancak yalnızca vasıflı işçiler, tercihen BT uzmanları veya öğrenciler için. Aynı zamanda “hareketlilik ortaklığı” geçerli belgeleri olmayan Hintlilerin sınır dışı edilmesini kolaylaştırıyor; bu durumda olan yaklaşık 5 bin kişi söz konusu. AB şimdi, kalifiye işçi olarak eğitilmedikleri için Avrupa’da istenmeyen Hintli göçmenlerin sayısının daha da artmaması adına Sırbistan’ın Hindistan ile olan vizesiz anlaşmasını feshetmesi konusunda ısrar ediyor. Bu arada Belgrad, biri Tunus ile 1957’den beri yürürlükte olduğu söylenen, diğeri de Burundi ile imzalanan iki anlaşmayı iptal etmek zorunda hissetti. Ekim 2018’de Sırbistan, AB’nin baskısıyla İran’la vizesiz seyahat anlaşmasını iptal etmek zorunda kalmıştı; daha önce Sırbistan’a giden 44 bin İranlıdan sadece 30 bin kadarı geri dönmüştü. Sırbistan’a gitme ihtimaliyle birlikte İranlı muhalifler için bir kaçış fırsatı da kaçmış oldu.
Salı günü düzenlenen “Batı Balkanlar Zirvesi”nde AB, sadece Sırbistan’ın değil bölgedeki diğer beş ülkenin de Birlik içinde istenmeyen göçü engelleme çabalarını arttırmaları konusunda ısrarcı oldu. Örneğin Arnavutluk, diğerlerinin yanı sıra Hindistan ve Çin ile sürdürdüğü vizesiz seyahat anlaşmalarını da gözden geçirmelidir. Zaten pazartesi günü AB Komisyonu, Güneydoğu Avrupa’daki sınırları eskisinden daha güçlü bir şekilde kapatmak istediği bir “eylem planı” sunmuştu. Bunun için kullanılan araç sınır koruma ajansı Frontex’tir. AB Komisyonu’nun İçişlerinden Sorumlu Üyesi Johansson pazartesi akşamı yaptığı açıklamada, ajansın yaklaşık 500 çalışanının halihazırda Güneydoğu Avrupa’nın AB üyesi olmayan altı ülkesinde, ancak “sadece Batı Balkan ülkeleri ile AB’nin dış sınırları arasındaki sınırda” konuşlandırıldığını duyurdu. “Eylem planı” artık Frontex’in AB üyesi olmayan iki ülke arasındaki sınırlarda, örneğin Kuzey Makedonya ile Sırbistan arasındaki sınırda da konuşlandırılabileceği yeni bir yetki öngörüyor. Bu şekilde AB sınır ajansı, üye olmayan devletlerden egemenlik görevlerini devralmakta. Johansson’a göre Frontex, görevlerinin sayısına da bağımsız olarak karar verebilmeli.
Çeviren: Semra Çelik
Evrensel / 11.12.22