Cemaat kurumsallaşır, siyasal alan daralırken.. - Yetvart Danzikyan

  • Arşiv
  • |
  • Basın
  • |
  • 18 Haziran 2012
  • 03:57

Öncelikle cemaatin kurumsallaşması ile siyasal alanın daralmasının bir neden sonuç ilişkisi içinde gerçekleşmediğini. ancak bu iki gelişmenin birbirlerinden tümüyle bağımsız da olmadığını not düşerek başlamam gerekir. Başlıktakı sırayla yazarsak, biri diğerini doğurmadı ama aralarında bir ilişki de var. Cemaatle başlayalım o vakit.

Daha öncesi de var elbette ama takriben MİT krizinden bu yana Cemaatin yargı ve polis içinde kazandığı etkinliği ve Hükümet/AKP/Başbakan Erdoğan ile mücadele eder pozisyona geldiğini anlamaya/anlatmaya çalışıp durmaktayız. Konuya hangi taraftan yaklaşırsak yaklaşalım tüm bu tartışmalarda değişmez veri olarak kabul ettiğimiz, Cemaat’in (not düşmeme gerek var mı, bilmem Fetullah Gülen cemaatinin) devlet içinde kazandığı etkinliktir. Bunu tamamen doğru ve tartışılmaz bir veri olarak kabul etmekteyiz. Burada tartışılan sadece Cemaatinin gücünün çapı, kapsamı ve AKP ile, yani seçilmiş siyasi iktidar ile mücadelesini nereye kadar sürdüreceği sorusudur. AKP mahfillerinden kamuoyuna yayılan veya yayılması istenen hava Cemaatin artık Hükümet’in daha doğrusu Başbakan Erdoğan’ın Kürt Sorunu’nun çözme siyasetine müdahale etmeye başladığı, bunun da kabul edilemez olduğudur. Bu teorinin ne derece gerçeği yansıttığı ayrı bir mesele olmakla birlikte burada dikkati çeken AKP’nin de Cemaat’in kendisine rakip pozisyona geldiğini esasen kabul etmesidir. Yani Cemaat’in bu güçte olmasında mesele yoktur ama, iş gelip de Erdoğan’ın politikalarına müdahale etmeye dayanıyorsa, hop, orada dur bakalım.

Laf açılmışken burada bir parantez açıp şu soruyu da sormakta yarar var elbette: az önceki analiz, yani MİT krizinin çıkış nedeni hakkındaki yaygın görüş, gerçeği yansıtıyor mu? Bilemiyoruz. Görünen ve AKP tarafından bize sunulan bu yönde. Muhtemelen doğruluk payı olsa da, bu durumun tablonun sadece bir kısmını yansıttığını düşünmek de mümkün. Zira şu soru akla takılmaktadır: Cemaat devlet içindeki pozisyonunu neden hiç üzerine vazife olmayan Kürt Sorunu’nun çözümü gibi bir topa üstelik de sertçe girerek tehlikeye atsın ki? Bu kadar hayati bir konu mudur yani Kürt Sorunu’nun ne yoldan gidilerek çözüleceği, Cemaat için? Mesela o vakitler okuduğumuz, duyduğumuz şu tip analizler daha akla yatkın değil mi: Cemaat’in MİT başta olmak üzere devletin daha fazla kurumunda güç kazanmak istediği, Erdoğan’ın buna izin vermediği, çekişmenin burada çıktığı? Bunu da eşit şekilde hesaba katmakta fayda var derim.

Neyse, bu şekilde Özel Yetkili Mahkemeler Krizi’ne kadar geldik. Bu mesele de biliyorsunuz MİT Müsteşarı’nın ifadeye çağrılmasıyla bağlantılı olarak ortaya çıktı ancak Erdoğan bir aşamada bu mahkemelerin çok sayıda gereksiz tutuklamaya da imza attığına dikkat çekti. Doğal olarak İlker Başbuğ’un tutuklanması döneminde Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Gül’den gelen itirazları hatırladık hemen. Bu itirazlar da, en gözönünde olan safhası son 6 aya yayılan krizin kritik dönemeçlerinden biriydi. O vakit de bu itirazlar Cemaat’e uyarı olarak not edilmişti, hatırlarsanız..

Böylece Cemaaat’in gözbebeği sayılan Özel Yetkili Mahkemeler’e Hükümet tarafından ne yapılacağını sorusuna yanıt ararken bulduk kendimizi. Cemaat açıkça direnir, Hükümet kanadı ise her fırsatta “durun bakalım yapaacağız bir şeyler” derken HSYK Kararnamesi ile ilk adım atıldı. Şike, Balyoz gibi kritik davaların savcı ve hakimlerinin özel yetkileri ellerinden alındı bildiğiniz gibi. Bu adım da Cemaat’e bir darbe olarak yorumlanageldi . Fakat burada da hangi tarafta olursa olsun konuyla ilgili söz söyleyen kalem oynatanların tümü yargıdaki Cemaat gücünü değişmez bir veri olarak kabul ettiler. Dolayısıyla Hükümet artık bu meselede ne yaparsa yapsın bilhassa son 6 aylık sürece baktığımızda gördüğümüz; Cemaat’in yargı, medya ve devletteki gücünü bir şekilde konsolide ettiği, kurumsallaştığı, Erdoğan’ın ise evet bu gücü geriletmek için bazı adımlar atmakla birlikte bu gücü zayıflat(a)madığı, sadece mevzi hamleler yaptığıdır. Cemaat mevcut durumda devletin bileşenlerinden biri haline gelmiştir. Bu tablo doğrusunu isterseniz Ortaçağ’daki siyasal otorite ile Papalık kurumu arasındaki güç mücadelesini hatırlatmıyor değil. Dönemi inceleyen siyasal bilimciler ikili erk öğretisinin (siyasal otorite-Papalık) hiç sorgulanmamasını dikkat çekici bulmuşlardı. İki parti sisteminde olduğu gibi iki kılıcın olması gerektiği öğretisinin tartışma çerçevesini belirlemesi, kayda değer bulunmuştur.

Tüm bunlar olurken siyasal alanın daraldığına, boşaldığına da tanık olmaktayız. Şöyle tarif etmeye çalışayım: Kürt Sorunu’nu “çözmeye” çalışırken seçilmiş bir güç olan BDP’yi siyasal alanın dışına atmakla kalmıyor Başbakan Erdoğan. Geri kalan meselelerde de AKP artık devre dışı kalmıştır. İyi ihtimalle kendisine yakın (Bekin Bozdağ gibi) birkaç ismin ortaya attığı fikirler, öneriler, çıkışlar bir anda gündem, hatta yasa maddesi oluvermekte, ama rutin işleyiş olarak kendi ağzından çıkanlar bir anda yasa oluverecek aşamaya hızla gelivermektedir. Bu sürecin cumhurbaşkanlığı seçimleri ile de taçlanacağı görülüyor. Başkanlık sistemine geçilemese bile “Partili cumhurbaşkanı” formülüyle fiili bir Başkanlık makamı yaratmak ve buraya oturmak istediği artık anlaşılan Erdoğan için AKP, TBMM’de el kaldırıp indiren bir kalabalıktan başka bir şey ifade etmemektedir. Denecektir ki, her Başbakan böyle yapar zaten, iktidardaki partinin politika ürettiği nerede görülmüş? Evet öyledir ancak mevcut durumda Erdoğan sadece AKP’yi değil neredeyse tüm siyasi partileri –fiilen tabii- siyasal alandan silerek politika yapmaya çabalar gibi görünüyor.

BDP’yi siyasal alanın dışına itmenin yanısıra CHP’yi 1930’lara hapsetmek, MHP’nin de “milliyetçiliğini” emerek siyasal farklılık alanını boşaltmak, bu alanı tamamen idari-teknik bir yönetim/management faaliyetine ait bir zemin haline getirmek istemekte, daha doğrusu böyle bir yönelimin ipuçlarını vermekte. Başkanlık sistemi arzusu, esasen biraz da buna matuftur. Siyasi farklılıkların, -kendi partisi dahil- partilerin meydandan çekileceği, “yönetim/management” yeteneklerinin öne çıkacağı, dindar bir Türkiye’nin doğal, değişilmez bir veri olarak kabul edileceği, herkesin bunun üzerinde siyaset yapacağı bir zemin düşlemektedir Erdoğan. Yargı, yasama bu zeminde Başkan’a yardımcı olacak figüranlardır sadece. Medya hakeza.

Siyasal alanın daralması, boşalmasıdır bu. Yargı için pek pek Cemaat ile pazarlık edilir, bunun dışında dikkate alınması gereken bir ilkeler bütünü yoktur. Emniyet ve TSK zaten iktidarın organlarıdır. Ekonomi, iş hayatı global –ve gaddar- kapitalizmin değişmez kuralları içinde cereyan eder, yargının özelleştirmelerdeki itirazları gözardı edilebilir, kimi işkollarında grev yasaklanabilir, iş kazalarında ise yapılacak bir şey yoktur, nükleer santraller, HES’ler gerekliliktir, tartışmaya gerek yoktur, itiraz edenler, karşı çıkanlar dikkate alınmaz. Özetle, elimizde çok fazla değişmez, sorgulanmaz “doğru” var, farkındaysanız. Bu kadar “değişmez” doğrunun olduğu yerde siyasete yer kalmaz.. Ama siyaset hep bir yerlerden filizlenir, boy verir, böyle de bir huyu var.

Radikal / 18.06.12