Av. Ceren Uysal ile kürtaj ve kadın sorunu üzerine konuştuk...

  • Arşiv
  • |
  • Kadın-Türkiye
  • |
  • 07 Haziran 2012
  • 11:20

“Dinci gericiliğin saldırılarına karşı birleşik mücadeleye!”


(07.06.12) – Dinci-gerici AKP hükümetinin şefi Tayyip Erdoğan'ın “Sezaryana karşıyım, her kürtaj bir Uludere'dir” açıklamalarının ardından başlayan kürtaj tartışmaları sürüyor.

Kürtajın yasaklanması boyutuna taşınan tartışmaların arka planı ve kürtaj hakkının hukuksal boyutu üzerine Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) İstanbul Şubesi Yönetim Kurulu üyesi Av. Ş. Ceren Uysal ile konuştuk.


"Bugünkü söylem ataerkil kapitalizmin sonucu"

- Erdoğan'ın “Sezaryana karşıyım, kürtaj cinayettir” açıklamalarıyla başlayan tartışmalar şimdi de kürtajın yasaklanması boyutuna ulaştı. Tartışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ceren Uysal: Erdoğan tarafından başlatılan ancak AKP kurmayları ve farklı dinsel gerici odaklar tarafından hızla derinleştirilen bütün bu tartışmalar, kaynağını ataerkil kapitalist sistemden alan, ancak bugünün tablosunda dinsel gericiliğin yeni bir tezahürü olarak özetlenebilir. Önümüzdeki günlerde yeni bir kürtaj yasası hazırlığına girişileceği ve bu yeni yasanın kadınların kürtaj hakkını topyekûn ortadan kaldırmasa da, bugünkü haliyle bile fazlasıyla yetersiz olan yasal düzenlemenin daha da gerisine düşüleceği rahatlıkla ifade edilebilir.

Türkiye’de bu konuda daha önce de total olarak yasakçı dönemler yaşanmış ve hatta çocuk sayısı fazlalığının madalya ile ödüllendirildiği de görülmüştür. Yeniden bu noktaya geri dönülmeyecek olsa da, mevcut söylemler, kadınların doğum yapma eylemine açık bir devlet müdahalesinin kurgusu içerisine girildiğine işaret etmektedir.

Bugün sadece kürtaj hakkının tehdit altında olmadığı da açıktır. Tayyip Erdoğan’ın aylardır her fırsatta dile getirdiği “3 çocuk” söylemi ile istenmeyen doğumu önleyici sağlık hizmetinin kısıtlanması politika ve uygulamaları bir arada düşünüldüğünde, kadınların bir kez daha “kuluçka makinesine” dönüştürülmek istendiği ortadadır. AKP hükümetinin istenmeyen gebeliği önleyici sağlık hizmeti alanındaki politikaları ve uygulamaları bugün adeta istenmeyen gebeliği teşvik eden bir içeriktedir. Sağlık ocaklarında daha önceki yıllarda verilen doğum kontrolü ile ilişkili hizmetlerin neredeyse tamamı kaldırılmış, birçok doğum kontrol yöntemi sağlık güvencesi kapsamından çıkartılmıştır. Bunun sonucunda özellikle emekçi kadınlar açısından gebeliğin önlenmesi ya geleneksel yöntemlerle kadın yaşamını tehdit eden bir içeriğe bürünmüştür ya da imkansız hale gelmiştir. Sağlık alanındaki bu gelişmeler ile kürtaj yasağı tartışmaları ve üç çocuk telkinleri aynı paragrafta tartışılınca, dinsel gerici ve hatta şoven bir politik-ideolojik arka plana sahip yeni bir nüfus planlaması dönemine girildiği söylenebilir.

Kürtaj hakkı ile ilişkili tartışmalara gelince...

Bu tartışmalar açık ki başından sonuna politiktir. Kurulan her cümle, kadının bedeni ve iradesi üzerindeki tahakkümün derinleştirilmesine ve “kadın eşittir anne” mitinin güçlendirilmesine hizmet etmektedir. Bu tartışma esasında, bugün de halen içinde yaşadığımız ataerkil kapitalist sistemde kadına biçilen rol üzerinedir. Kadın öncelikle annedir. Kapitalizmin mutlak önem verdiği kutsal ailenin sürekliliğinin güvencesidir. Anne-kadın bir yandan ev içinde ücretsiz emeğin, diğer yandan piyasadaki ucuz emeğin karşılayıcısı olarak sistemin sürekliliği açısından çifte önem taşımaktadır. Yani, bugünkü söylem basitçe ataerkil kapitalizmin bir sonucudur.

Geleneksel aile modeli, kadınlara vurulmuş en güçlü prangalardan biridir. Bu sadece fiziki anlamda bir alanla sınırlandırılmış olma durumunu ya da somut olarak kadının istihdamdan ya da çeşitlilik taşıyan sosyal yaşamdan kopartılmasını ifade eden bir pranga da değildir üstelik. Ek olarak kadına "duygusal" bir pranga vurulur, ki bu birçok durumda kadını, "gönüllü köle" durumuna sokmanın biricik aracıdır.

Bu “gönüllü köle” ya da bugün belirginleşen hali ile “biyolojik köle” etiketlemesi önemlidir. Zira birçok tartışmanın arka planındaki ön kabulü ifade eder ve aynı zamanda sürekli bir pompalama ile kadınların geniş bir kesiminde de bu tür bir kabul yaratılır.

Kadınların sürekli yüceltilerek altı çizilen "çocuk isteği"nin üzerinde önemle durmak gerekir. Ataerkil kapitalizm, kadınların çocuk yetiştirme işinin doğal yüklenicisi olduğunu kabul ederken, diğer yandan da "sürekli bir biçimde çocuk istediklerinin” altını çizer. Bu, öyle bir noktaya varmıştır ki, bugün birçok nedenden ötürü çocuk istemeyen kadının kadınlığı sorgulanabilmektedir. Oysa, bugünün toplumsal rol dağılımı içerisinde, çocukların kadının yaşamında fiili olarak yarattığı sonuçlar, birçok kadının çocuk sahibi olmaktan kaçınmasını rasyonel kılar. Kürtaj tartışmalarının uzandığı noktada da “kadınlığın sorgulanması” söylemi geliştirilmiştir dikkat edilirse. Erdoğan, kendi karısının ne zorluklarla 4 çocuk büyüttüğünün hikayesini anlatırken, bugün “hem de çocuk yetiştirmek bu kadar kolaylaşmışken” vurgusu ile kürtaj hakkı için mücadele veren kadınların “eksiklik” ve “yetersizliklerine” de vurgu yapmaktadır aslında.

Bu teorizasyon süreci bağlamında sürekli atıf yapılan annelik içgüdüsü argümanı bu nedenle belki de kadına yönelik ayrımcılığın en güçlü yansımalarından biridir. Babalık içgüdüsü söz kalıbına ancak "çocuğu dış tehditlerden koruyucu" fiziksel bir güç ifade edilmek istendiğinde başvurulurken, baba yüreği de hep "çocuğunun maddi ihtiyaçlarını karşılamak-karşılayamamak" ikileminde ortaya çıkar. Ama annelik içgüdüsü, biyolojik olarak nasıl temellendirilirse temellendirilsin, çocuğa sahip olmak, emzirmek istemek, ona bakmak, onu her türlü tehlikelerden korumak, saçını süpürge etmek, hayatını adamak vb. somut görüntülerle birleşir. Uçlaştırırsak denilebilir ki, baba gerçekten "düşünen bir hayvandır", çocukla kurduğu ilişki rasyonel ve somut temellidir. Ama anne, hayvanlarla insanlar arasındaki temel fark olarak ifadelendirilen düşünme-irade noktasından dahi uzak kalmıştır. Çünkü o, mesela günümüz dünyasında, yaşamına katacağı bütün ek yüklere rağmen, iradesi dışında çocuk istemektedir. Çünkü "doğası" budur. Oysa doğada böyle bir "kutsal" analık içgüdüsü hayvanlar için dahi genelleştirilememiştir. 

Burada doğacak çocuklara yönelik yaklaşım ataerkil kapitalizmin bütün ikiyüzlülüğünü dışa vurmaktadır. Çocuk, doğduğu anda geleneksel aile modelinin garantörü olup, büyüdüğünde de işgücü ordusunun bir neferi olarak sisteme çok yönlü hizmet etmekte, sistemin yeniden üretimini sağlamaktadır. Kısacası “çocuğun yaşam hakkı” gibi süslü cümlelerle yürüyen tartışma, aslında sistemin nabzı, nefes alış-verişi ile ilgilidir.

Kürtaj hakkı bütün dünyada keskin mücadelelerin sonunda kazanılmış bir haktır. Türkiye’de de bu hak için mücadele edilmiştir. Dünya genelindeki yaygınlık ve kitlesellikle olmasa da, devlet eliyle sessiz sedasız verildiği de söylenemez. En azından Türkiye’de bu hakkın kazanılmasında bütün dünyada yürütülmüş yaygın mücadelenin etkisi mutlaka görülmelidir. Bu bağlamda, kürtaj hakkı, kadınların geleneksel tahakküm biçimlerine karşı direnişlerinin bir ifadesi ve bu tahakküme karşı bir kazanımlarıdır. Yine bütün dünyada kürtaj hakkı mücadelelerinin karşısına aynı argümanlarla çıkılmış, temelde dinsel ve ahlaki gerici kodlamalar ve kurumlar, kürtaj karşıtlığının başat aktörleri olmuştur.

Kürtaj hakkının nasıl tanımlandığı özel olarak önemlidir. Öncelikle kürtaj yasağı kadının metalaştırılması ve kadın bedeninin mülkiyetine ataerkil sistem tarafından el konulması anlamına geldiği için, hakkın kullanımının tamamen kadının tekelinde olduğunun üstünde durulması gereklidir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken nokta, kürtaj hakkının salt bireysel bir haktan ötesini ifade ettiğidir. Kürtaj ile ilgili her tartışma, kadın bedeninin mülkleştirilmesi içeriğine dayandığı yerde, kürtajın salt “ister doğururum, ister doğurmam” sınırında algılanmasının, bedenin mülkleştirilmesi politikaları ile tersten de olsa bir ilişki kurduğu söylenebilir. Kürtaj, kadının bedeni hakkında karar vermesinin yanı sıra, aslında kadının geleneksel toplumsal ilişkiler bağlamında kendisine biçilen role karşı başlattığı bir başkaldırıdır. Burada kastedilen, doğurmamanın bir başkaldırı olduğu değildir. Kastedilen doğurup doğurmama kararını kadının verebilmesi mücadelesinin (ve hakkının), karar verme mekanizmalarının dışına itilmiş/itilmek istenen kadın için bir başkaldırı olduğu ve bu içeriğinden ötürü de kürtaj hakkının toplumsal bir hak olduğudur.

Tartışmanın kadın sorunu bağlamında politik yanına ilişkin söylenecek daha çokça söz var. Ancak biraz da Türkiye toplumunda yaratabileceği güncel/pratik sonuçlar üzerinde durmak gerekiyor.

Türkiye’de dinsel gericilik kadınlara birçok alandan saldırmaktadır. 4+4+4 ile çocuk gelinlerin önü açılmıştır. Esnek üretimin kurumsallaşması ile kadın emeğinin sömürüsü derinleştirilmiştir. Bütün bu tartışmalardaki eşzamanlılık bir rastlantı da değildir. Yine aynı zamanda kadına yönelik şiddetin, cinsel tacizin, tecavüzün ciddi düzeylerde yaşandığı coğrafyamızda, kürtajın yasaklanması, kadın cinayetlerine ve yine cinayet gibi okunması gereken kadın intiharlarına davetiye çıkarmaktır. Bu hak, bu temelde kadınların yaşama hakkı ile doğrudan ilişkilidir.

Kürtaj ile ilgili demeçler verilirken kurulan söylem ve kullanılan dil de esasında dinsel gericiliğin bir propagandası olarak okunmalıdır. Kürtaj yasasının “12 Eylül yasası” olarak adlandırılması, cenin ile ilgili “doğmamış çocuk” ifadesi kullanılması, yüzlerce insanın yargısız infaza kurban gittiği bir ülkede, “embriyonun yaşama hakkı”ndan söz edilmesi... Sağlık sistemi özelleştirilir, performansa dayalı hale getirilirken, sağlık hizmeti ticarileştirilmişken, sezeryan ile ilgili abuk sabuk ve ikiyüzlüce yorumlar yapılması... Kısacası insanlar bir kez daha dinsel ve ahlaksal kodlar eşliğinde, vicdan, özgürlük, demokrasi kavramları kullanılarak manipüle edilmek isteniyor. Bu manipülatif tartışma eksenini de kürtaj hakkına saldırı ile kadın sorununun geleneksel düzlemde yeniden üretilmesi kadar önemlidir. Zira burada toplumun geniş kesimlerini hedef alan bir alıklaştırma operasyonu yürütülüyor ve bir yandan da toplumsal linçlere davetiye çıkartılıyor.

Örneğin “anne karnındaki çocuk” söylemi, hiçbir bilimsel temele dayanmayan, aksine açıkça dinsel ve ahlaki kaynakları dayanak alan bir söylemdir. Bu haliyle “anne karnındaki çocuğun öldürülmesi” söylemi geniş ölçekte sadece kadınların kürtaj hakkına saldırı değil, dinsel gerici kodlamalara yapılan vurgularla bütün bir toplumun bilincinin saldırıya uğramasıdır. Demokrasi, insan hakkı, yaşama hakkı gibi kavramların altının oyulmasıdır.

"Düzenlemeler yetersiz ve sorunlu"

- Kürtaj hakkının hukuksal arka planı hakkında ne söyleyebilirsiniz?

Ceren Uysal: Türkiye’de kürtaj hakkı aşamalı bir biçimde yasal düzenlemelere yansımıştır. 1923’ten başlayarak 1965’e kadar kürtaj, her ne nedenle olursa olsun yasaktır. Hatta bu dönemde 6 ve üstü sayıda çocuğunu yaşatmayı başarabilmiş kadınlara para ödülü ya da isterlerse madalya verilmesi bu dönemin yasal düzenlemeleri içerisinde ilgi çekici bir detaydır. Bu dönemin nüfus planlamaları alanına ilişkin ihtiyaçlarından ötürü kadınlara açıkça kuluçka makinesi muamelesi yapılmıştır. TCK’da, çocuk yapmaya mani olacak şekilde propaganda yapmak bile suç olarak tanımlanmıştır. Kısacası sadece gebeliğin bitirilmesi değil, gebeliğin önlenmesi dahi yasaktır!

‘60’larla birlikte dünya genelinde bu alanda yaşanan yasal dönüşümler Türkiye’ye de sirayet etmiştir. Tabii bu dönem aynı zamanda Türkiye’nin nüfus artışının en fazla olduğu dönemdir de. Kürtaj yine yasal bir hak olarak tanınmamıştır ama 557 sayılı Nüfus Planlaması Kanunu ile, “tıbbi zorunluluklarda kürtaj yapılabileceği” düzenlenmiştir. 1983’te ise, bilinen ve bugün AKP’nin komik bir biçimde 12 Eylül yasası diye adlandırdığı kürtaj yasası çıkartılmıştır. 1983 yılında yürürlüğe giren 2827 sayılı Nüfus Planlaması Hakkında Kanun ile bu yasaya dayanarak çıkartılan Rahim Tahliyesi ve Sterilizasyon Hizmetlerinin Yürütülmesi ve Denetlenmesine İlişkin Tüzük ve Nüfus Planlaması Hizmetlerini Yürütme Yönetmeliği ile gebeliğin sonlandırılması eylemleri belli şartlara bağlı olarak suç olmaktan çıkartılmıştır. Ancak buradaki yasal düzenlemeler de aslında sorunlu ve sıkıntılıdır. Bugünkü yasal düzenlemeye göre kürtaj gebeliğin 10. haftası dolmadan yapılabilir. Bu ciddi bir sınırdır ve gebeliğin 10. haftası ifadesi pratikte büyük bir muğlaklık taşır. Çoğu durumda, gebelik ile ilgili hafta sayısı son adet görülen tarih üzerinden hesaplanır ama hamilelik o dönemde başlamaz ve burada zaman zaman 10 haftanın 2 haftası gasp edilmiş olur. Ayrıca dünyadaki genel yasal kürtaj sürelerine göre 10 hafta başlı başına kısa bir dönemi ifade etmektedir (dünyada genelde 12-14 hafta şeklinde düzenlendiği görülmektedir.)

Yine bugünkü yasal düzenlemedeki diğer bir sorun ise, kadının evli olduğu durumlarda, eşinin rızasının aranmasıdır. Kocanın rızasının aranması, kadını kocanın mülkü gören zihniyetin bir tezahürüdür. Aynı zamanda Türkiye gerçekleri gözetildiğinde bu temel bir sorundur. Zira kadınların büyük kısmı kocalarından baskı görmekte ve bu uygulama/yasal düzenleme nedeniyle istemedikleri çocukları doğurmakla karşı karşıya kalmaktadır. Reşit olmayanların kürtaj hakkı da aile onayına bağlanmıştır ki bu çoğu kez, çocukların ailelerinden hamile olduklarını gizlemelerine, kaçak ve sağlıksız yollarla sorunlarını çözmeye çalışmalarına veya söyleyebildikleri durumlarda da yasal süreyi kaçırmalarına yol açmaktadır.

Tecavüz gibi fiiller sonucunda oluşan gebeliğin sonlandırılması ile ilgili düzenleme de oldukça yetersiz ve sorunludur. Yasa burada gebeliğin sonlandırılması süresini 20 haftaya çıkartmıştır. 20 haftayı geçiren kadın yaşadığı tecavüz travmasının sonuçları ile her gün yaşamakla karşı karşıya kalmaktadır. Ayşe Aydın Şafak’ın internetten de erişebilecek olan ve yasal mevzuatın yetersizliklerine çarpıcı bir biçimde dikkat çeken “Türkiye’de kürtaj hakkının gelişimi” çalışmasında bu konuda verdiği örnek dikkat çekicidir. İnsan ticareti mağduru kadınlar, çoğu kez gebeliği sonlandırabilecek “özgürlüğe” erişebildiklerinde 20 hafta çoktan geçmiş olmaktadır. Aynı çalışmanın sonuç bölümünden bir kısmı, yasal mevzuatın gelişimine ve bu yasalar karşısındaki konumlanışa net bir açıklık getirdiği için alıntılama gereği duyuyorum:

“Kadın bedeni, her zaman devletlerin nüfus politikalarının aracı olarak kullanılmıştır ve bu durum devam etmektedir. Gebeliğin isteyerek sonlandırılması konusundaki bir yasanın nasıl olması gerektiğine dair görüşlerimiz, gebeliğin isteyerek sonlandırılması konusundaki değerlerimiz tarafından belirlenir ve uygulamada da gebeliğin isteyerek sonlandırılmasına ilişkin yasanın ne olduğu hakkındaki görüşlerimiz bu değerlerden bağımsız değildir.

1983 yılında NPHK tasarısı görüşmeleri sırasında Danışma Kurulu üyesi Beşir Hamioğulları’nın dışa vurduğu ‘Ana rahmi yol geçen hanı değildir. Kadın rahmi kalas ya da kereste deposu değildir. İstenildiği zaman tahliye edilsin, istenildiği zaman yüklensin.’ anlayışının izlerini gerek yasalarda gerekse uygulamada bulmak ne yazık ki bugün hala mümkündür”.

"Kürt halkına yaklaşım gözler önüne serildi"

- AKP şefleri kürtaj tartışmalarıyla Roboski bağlantısını kuruyorlar. Kürt halkına yönelik inkar ve imha politikalarıyla kadına yönelik düşmanlığın paralel ilerlediği görülüyor. Buna dair düşünceleriniz neler?

Ceren Uysal: Erdoğan’ın açıklamalarının en öfke uyandırıcı başlıklarından biri budur: “Yatıp kalkıp Uludere diyorsunuz, oysa her kürtaj bir Uludere’dir, cinayettir.” İroni yapılacak olsa, Uludere katliamının itirafı olarak kabul edilebilecek bu söz, o kadar kan dondurucudur ki böyle bir ironi dahi yapılamamaktadır.  

Doğmamış çocuk değil, teknik olarak biyolojik bir oluşum, bir embriyo ile, 34 Kürt insanının göz göre göre katledilmesi arasında bir ilişki kurulması bu memlekette gerçekten vicdan sahibi herkesi rahatsız etmelidir. Zaten konuşmanın kalan kısmı da şoven bir eksende devam etmiştir. Büyük bir millet olmak için çocuk doğurma çağrısı ile biten konuşmada Uludere’ye yapılan atıf iki kere anlamlıdır.

Dinsel gericiliğin geldiği nokta ortadadır. “Tecavüze uğrayan kadın kendini öldürsün, çocuğun günahı ne?” cümlesini yüksek sesle söyleyebilen bir zihniyetle karşı karşıyayız. Bu zihniyet, 34 insan hayatı ile biyolojik bir oluşumu kıyaslayabilir. Hücre oluşumuna, dinsel ahlaki kodlarla yaklaşıp, kadından daha önemli görebilir.  

Kürtaj tartışmaları ile Uludere arasında kurulan bağıntı, AKP’nin ve genel olarak burjuva siyasetinin Kürt halkına yaklaşımını gözler önüne sermiştir. Yaşama hakkını dillerinden düşürmeyip kadınların bedenine el uzatmaya yeltenenler, “istihbarat hatası” diye geçiştirmeye çalıştıkları Uludere’nin üzerini örtmeye çalışmakta, buradaki insanların bırakın dirisini, ölüsüne bile sahip çıkılmasından rahatsız olmaktadır.

"Saldırı hepimizi ilgilendiriyor"

- Toplumsal hayatın her alanını gericileştirmeye yönelik bu adımlara karşı ne yapılmalı?

Ceren Uysal: Tek başına kürtaj hakkı değil ama dinsel gericiliğin kadınları hedef alan politikalarına karşı bütünlüklü bir mücadele yürütülmesi gerekmektedir. Çünkü kürtaj tartışması ile birlikte 4+4+4’ün çocuk gelinler gerçeği bir adım ileri gitmiş ve artık 3 çocuklu çocuk anneler tehdidi baş göstermiştir. Bu tehdit görmezden gelinemez. Ancak burada piyasanın yeniden düzenlenmesi süreci gözden kaçırılmamalı ve sorun emek mücadelesi çerçevesinde de ele alınabilmelidir.  

Yakın zamanda İş Kanunu ve bağlı kanunlarda kapsamlı bir değişiklik gündeme gelecek ve esnek üretim, mevcut düzenlemeyle kıyaslanamayacak bir belirginlikle hayata geçirilecektir. Esnek üretimin ilk vuracağı kesim yine kadınlar olacaktır. Ve bugünkü hizaya getirme ve kadının üzerinde ataerkil kapitalizmin mutlak tahakkümünü kurma çabaları ile üretim alanının re-organizasyonu süreci arasında doğrusal bir ilişki söz konusudur.

Bu nedenle kürtaj hakkı biz kadınların temel bir insan hakkıdır ve bizi doğrudan ilgilendirmektedir. Ama dinsel gericilikle kolkola yürütülen emek alanına yönelik saldırılar bütünlüğünde düşünüldüğünde bu saldırı hepimizi ilgilendirmektedir. Bu bağlamda biz kadınların kürtaj hakkı da dahil olmak üzere bütün bu başlıklara karşı her anlamda sınıfsal söylemden kopmayan, birleşik bir mücadele özel bir önem taşımaktadır.

Kızıl Bayrak / İstanbul