8 Mart'ı bekleyen güneş...

  • Arşiv
  • |
  • Makaleler
  • |
  • 08 Mart 2012
  • 12:33

8 Mart'ı bekliyor şafak. Yeni bir gün diye değil Emekçi Kadınların Mücadele Günü olarak. Şafak sökmüyor bekliyor Mart'ın 8 olmasını. Yaşanmışlıklara isyan ederek, tekrar aynı günleri yaratmamak için bekliyor. Yeni gün başlarken bir gün önceden sayılar devrediliyor önce. 5 kadın cinayeti ortalamasıyla sürüyor zaman. Ölen her kadında aynı kelimelerden kurulu kombinasyonlar çıkıyor karşınıza. Boşanma, eski eş, rapor, mahkeme, uzaklaştırma vs., vs... "Boşanma sonrası eski eşinden tehdit mesajları alan kadın kapısının önünde öldürüldü", "Pazar yerinde eski eşini gören adam yerlerde sürüklediği kadını sokak ortasında öldürdü", "Mahkeme kararı gereği koruma talep eden kadına koruma öldükten sonra geldi." Çoğaltabileceğiniz bu cümleler silsilesinde ortak payda da duruyor zihin. Aynı anda neden, nasıl ve niçin soruları çarpışıyor. Çıkan sonuçsa bilinmez bir sonsuzlukta kısır döngü. Zira bu düzende ne önlem almak ne de eğitim vermek sonucu değiştirmiyor. Başlangıçtan sona giden yol ne kadar yön değiştirse de vardığı yerde ölümü bekliyor. Kadın cinayetlerinde artış demek bile aslında yanlışa düşmektir. Kendi içinde rutini olan sayıların iniş ve çıkışları ne anlam ifade eder ki.

Ölümün kadınların karşısına yatakta uyurken değil de şiddetle gelmesine alıştık, alıştırıldık. Düşünün ki "soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen kadına" ölümde hep öncelik tanıyoruz. Burjuvazinin renkleriyle boyalı basın dahi görmezden gelemiyor ve kadına yönelik şiddet, kadın cinayetleri başlığını atıyor. Düne kadar kadınlara yönelik her şiddet ve ölümü “namus” üst başlığında topluyorlardı.

Toplumu bu noktaya getiren nedir derseniz karşınıza ilk düzen algısı çıkar. Kadını meta düzeninde bir parça gören algıyı geçtiğinizde kadını erkekten sonra yaratan kutsallık çıkar. Eğer onu da geçip yaşama bakarsanız size sadece pisi pisine ölen mağdur kadın hikayesi kalır.

Kadın cinayetlerini önlemek devletin temel görevidir. Sonuçta devlet tanımı gereği "toprak bütünlüğüne" bağlı olarak örgütlenmiş milletin hizmetinde değil mi? Ama karşımıza çıkan tüm yasal savsatalar da aynı yerde kalınıyor; etkisizlik. 

Fevziye Cengiz belki de en anlamlı yaşanmışlıktır. Boşandığı eşinden ya da babasından değil bizzat devletinden yedi dayağını. Ailesiyle eğlenmeye gittiği mekanda ahlakın ve asayişin yılmaz savunucuları çıktı karşısına. Rutin kimlik kontrolü kimliği arabadan gelinceye kadar işkenceye dönüştü. Kolluk göz açtırmadan gözaltıyı yapmıştı. Karakolda dayak sürdü. Ne de olsa itaat etmeyen bir kadına anladığı dilden anlatmak gerekirdi meseleyi. Her şeyi mal olarak görüp satan düzen ve malını istediği gibi kullanan memuruyla şimdi karakolda çıktı kadınların karşısına şiddet. Dolaylı yollara girmeden bir kadına iki kişi arka arkaya indirdi tokatları.

Sivil kıyafeti ama tokatları resmiydi. Kadına yönelik şiddet şimdi renk değiştirmişti. Gazeteler bu farklılıkla büyülenmişken, şaşırmışken burjuva liberal devlet yetişti. Devlet tam da tanımı gereği sahip çıktı kolluğuna. Ne de olsa toprak bütünlüğüne bağlı olarak örgütlenmiş milleti sermayenin hizmetindeki güçler değil mi? Sermaye düzenine ait bir devlet mekanizmasında çıkan hangi yasa ya da hangi kademedeki memur kadına yönelik şiddeti önler. Onun kimliği gereği yaptığı ve yapacağı her şey dolaylı ya da dolaysız şu soruna eklenecektir. Niyetten bağımsız sonuç böyledir. Kaldı ki niyette baştan belli bir aldatmaca üzerinedir!

Fevziye Cengiz yediği dayakla kalmamak için şikayetçi olup dava açtı. Alışıla gelen düzeniyle polislerde Fevziye Cengiz'den şikayetçi oldu. Buradan sonrası hukuk açmazı. Varolan her şikayet mahkemeye taşınmaz. Ancak yeterli açıklık ve somutlukla savcı dosyadan iddianame hazırlar. Ama mesele keyfiyete eşlik eden bir düzensizlik düzenindeyse sonuç değişir. Fevziye Cengiz'e kalkan eller daha değerli olduğundan olsa gerek iddianameler sonunda istenen cezalar arasında uçurum vardı. 1.5 yıla karşılık 6.5 yıl! Fevziye Cengiz için “işkence değil kötü muamele” gördüğü söylenirken polisleri yaralama ve hakaretten yargılanmaya başlandı. O görüntüleri izleyip de yaralı polisleri gören var mı bilinmez ama savcı kararını vermiş bir kere.

Karakolda iki çakalın saldırısına uğrarken diğer bir dizi çakal da izleyerek suça eşlik ettiler. Çünkü öğrendikleri tüm temel eğitime ve mevzuata uygundu yaşananlar. Fevziye "abla" diyoruz çünkü çoktandır ifade edilen kadına yönelik şiddetin kaba bir erkek sorunu olmadığının tarihsel kanıtı yaşadıkları. Ablamız hangi sokakta dolaşırsa orada düşünecek insanlar öncelikle kadınlar görecek sistem sorunu olduğunu. Belki demeyecekler ezilen cinsiyet olarak kapitalizm diye ama bilinçlerde yazılacak devlet ve düzen kim için kime göre.

Güvenlik için şiddet uygulayan, huzur için ne yapmaz! Ve sonuç yerinde kadını sadece 8 Mart'ta hatırlayan onda da bir anlam çıkaramayanlar bir kez daha 8 Mart'ı bekliyor. Mecliste son düzenlemeleri yapılan ''Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun Tasarısı'' değişikliği 8 Mart'ta meclisten geçecek. Böylece anlamlı güne anlam yüklediklerini sanıyorlar. Yapılan değişikliklere bakıldığında kapitalizmin kadından ne anladığı ve kadına ne verebileceğini okuyorsunuz. Önce "aile" diyerek başlayan kanunda önlem denen her düzenleme bulutlar üzerinde geziyor. Sığınak bile çok görülüp barınma alanı tanımlanıyor. Yok takıldığımız kelime değil. Anlam itibariyle sığınağa ihtiyaç duyanlara yani gizlenebileceği, korunaklı alan yerine sadece bir çatıyla barınma hakkı tanınıyor. Bu haktan yararlanan kadın lojmandan alışverişe çıktığında eski eşi tarafından vurulacak. Kendi evinden çıktığında yaşadığı sona göre sadece mekan değişecek.

8 Mart'ı umutla bekliyoruz. Yasal düzenlemelerini çöpe atacak olan emekçi kadınların mücadele gününü. Bu baharı emeğin kavga günleri olarak yazanlara selam ederek bekliyoruz. Zindanda baş eğmeyen devrimci kadın tutsakların sloganlarını duyarak bekliyoruz 8 Mart'ı.

T. Kor