"Tufan" sonrası Ortadoğu yeni bir kavşakta

Arap basınında geçtiğimiz hafta 7 Ekim'in yıl dönümü olması vesilesiyle bir yıllık değerlendirmeler öne çıkarken İran'a yönelik saldırı hazırlıkları da tartışılmaya devam etti.

  • Haber
  • |
  • Basın derleme
  • |
  • 14 Ekim 2024
  • 10:50

İsrail’in İran’a yönelik beklenen saldırısının zamanı ve hedefleri ile 7 Ekim El Aksa Tufanı saldırısı ile ilgili değerlendirmeler haftanın öne çıkan gündemleri oldu. ABD’nin İsrail’i, bölgesel bir savaşı ateşleyebilecek nükleer tesisler ve petrol ve gaz tesisleri gibi hedeflerden uzak durması konusunda ikna ettiği söylense de İsrail’in yine de bu konuda güvenilmez olduğuna işaret ediliyor. Öte yandan, El Aksa Tufanı ile ilgili değerlendirmeler de, bu saldırının İsrail’in caydırıcılığına güçlü bir darbe indirdiği ve uzun yıllar süren marjinalleşme ve göz ardı edilmenin ardından Filistin davasını yeniden küresel ilginin merkezine taşıdığı konusunda birleşiliyor.

Bir füze saldırısına karşı hazırlık mı?

İran-İsrail restleşmesi devam ediyor. İsrail İran’a unutmayacağı bir saldırıda bulunacağı tehdidini savururken, İran da buna daha güçlü bir karşılık verme tehdidinde bulunuyor. Ancak saldırının uzaması vurulacak hedefler konusunda bir anlaşma sağlanamamasına mı yoksa saldırı sonrası İran’dan gelecek güçlü bir füze saldırısına karşı bir hazırlığa mı işaret ediyor, kesin değil. Bu kapsamda ABD’nin İsrail’in İran saldırısına vereceği yanıta hazırlık olarak, balistik füzeleri engellemek üzere İsrail’e füze savunma bataryaları göndereceğini duyurması dikkat çekiyor.

İran’dan körfez ülkeleri hamlesi

İran ise Körfez ülkeleri ile ilişkileri geliştirme yönündeki çabalarını arttırarak kendi etrafındaki çemberi kırmaya çalışıyor. Önce Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan ardından Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi Körfez ülkelerini ziyaret etti. Bu ziyaretlerin ardından Ürdün, Katar, BAE ve Suudi Arabistan ABD yönetimine, ABD ya da İsrail’in İran’a karşı herhangi bir saldırı operasyonu için askeri altyapılarını ya da hava sahalarını kullanmasını istemediklerini bildirmeleri dikkat çekti. Al Mayadin Yazarı Leyla Nikola, İran ve Körfez ülkeleri arasındaki ilişkilerin Çin’in öncülüğünde 2023’te Pekin’de varılan Suudi-İran mutabakatından sonra güçlendiğine dikkat çekiyor. Nikola “Biden’ın İsrail-Suudi normalleşmesinin yolunu tıkadığını iddia ettiği 7 Ekim olayları, Suudi-İran ilişkilerini iyileştirmeye yönelik bir pencere oldu” tespitini yapıyor. Nikola ayrıca, başta ABD merkezliler olmak üzere Batılı silah şirketlerinin Körfez ülkelerine İran “tehdidini” büyüterek onları yılda yüz milyarlarca dolar değerinde silah almaya zorladığına da dikkat çekiyor.

7 Ekim 2023’ün bir dönüm noktası

El Aksa Tufanı sonrası İsrail Gazze’de belirlediği hedeflere ulaşamadı ancak savaşı Lübnan’ı da kapsayacak şekilde genişletti. Yapılan değerlendirmelerde 7 Ekim 2023’ün bir dönüm noktası olduğu görüşünde birleşiliyor. Ancak, İsrail savaş makinesinin Gazze’de yol açtığı katliam ve yıkımın boyutları konusunda farklı değerlendirmeler ortaya çıkıyor. Kimisi bu bedeli kaçınılmaz görüyor, kimisi ise ‘Bu kadar bedel ödenmek zorunda mıydı?​’ diye soruyor. Hamas Lideri Halid Meşal, “El Aksa Tufanı savaşı sırasında ağır bedeller ödedik, ancak bizim kayıplarımız taktikseldi, düşmanın kayıpları ise stratejikti” yorumu yapıyor.

İran ve Suudi Arabistan "sarmal daireyi" kırdı

Leyla NİKOLA
Al Mayadin/Lübnan

İran ve Körfez ülkeleri, neredeyse bölgesel bir savaşa neden olan “güvenlik ikileminden” kurtulmayı başardılar ve bölgede istikrarı sağlamak ve bölgesel sorunların çözümünde iş birliği yapmak için angajman aşamasından iş birliği aşamasına geçtiler.

İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi’nin Suudi Arabistan’a yaptığı ziyaret ve burada gerçekleştirdiği görüşmeler, İsrail ve ABD’nin Körfez bölgesini uzun zamandır sürüklemeye çalıştığı yola karşı yeni bir meydan okuma niteliği taşıyor. Arapların düşmanlığını İsrail yerine İran’a yönelttiler ve Arap-İsrail çatışmasını sona erdirmek ve Filistin davasını gömmek, onu bölgede bir Arap-İran ve Sünni-Şii çatışmasına dönüştürmek amacıyla İran’ı Araplara yönelik bir “tehdit” olarak gösterdiler.

Bu ziyaret öncesinde ve sonrasında iki taraf arasında yapılan olumlu açıklamalar, İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun Birleşmiş Milletlerde Suudi Arabistan ile normalleşme sürecinin devamına atıfta bulunarak bahsettiği her şeye açık bir meydan okuma teşkil etmiştir. Netanyahu BM’de yaptığı konuşmada bölgede iki eksen olduğunu belirtmiş, Arabistan ve İsrail ile barış yolunu izleyen diğer Arap ülkeleriyle birlikte İsrail’i içeren ekseni “lütuf ekseni”, direniş eksenini ise “lanet ekseni” olarak adlandırmıştır.

Hiç şüphe yok ki Amerikalılar 2003 yılında Irak’ı işgal ederek bölgeye girdikten sonra, Kral 2. Abdullah’ın “Şii Hilali” olarak adlandırdığı İran, Irak, Suriye ve Lübnan’dan oluşan bölgeden korkmasıyla Arap-İsrail çatışmasını bir Sünni-Şii ve Arap-İran çatışmasına dönüştürme planı başladı.

Bu yeni “güvenlik endişesi”nin yaratılmasıyla birlikte Ortadoğu bir silahlanma yarışına, gerilimlere ve güvenlik tehditlerine sürüklenmiş, adeta büyük bir savaşın habercisi olan bir “güvenlik ikilemi”ne girmiştir. Realist uluslararası ilişkiler ekolü “güvenlik ikilemini” kaçışı olmayan bir sarmala benzetir. Devlet, kendi güvenliğinin diğer devletlere göre risk altında olduğunu hisseder, bu nedenle güvenliğini korumak için askeri gücünü artırmaya ve ittifaklar kurmaya çalışır, bu da bölgedeki diğer devletleri benzer adımlar atmaya teşvik eder ve böylece o devletin kendini yeniden güvensiz hissetmesine neden olur.

Şüphe ve güvensizlik hakim özellikler olduğundan, bu bir silahlanma yarışına ve karşılıklı tehditlere yol açar ve bu durum, başlangıçta kimse istemese de savaşa yol açabilecek bir aşamaya gelene kadar böyle devam eder.

Realistler, belirli bir bölgesel sistemde güvenlik ikileminin ortaya çıkmasının devletler arasındaki güvensizlikten ve diğerlerinin niyetleri hakkındaki şüphecilikten kaynaklandığına inanmaktadır. Karar alıcılar, zarar verme veya saldırma niyetinde olmadıklarını, sadece kendi güvenliklerini korumak istediklerini ifade etseler bile, başkalarının niyetlerinden korkarlar. Körfez’de İran tehdidine odaklanarak ve onu büyüterek “üretilen” şey tam olarak budur. Batılı silah şirketleri, özellikle de ABD, Körfez ülkelerine İran “tehdidini” büyüterek onları yılda yüz milyarlarca dolar değerinde silah almaya zorlamaktan fayda sağladı ve İsrail de “İran tehdidi” karşısında Körfez ülkelerinin “mantıklı bir müttefiki” olarak gösterilerek bundan faydalandı.

Güvenlik kaygılarının oluşumuna baktığımızda, ABD’nin Irak’a askeri müdahalesinin ardından İran ve Körfez ülkelerinin iki gerçekle karşı karşıya kaldığını görüyoruz: İran’ın Irak’taki sınırlarında Amerikalıların ve askeri üslerin bulunmasından kaynaklanan güvenlik kaygısı, kendisini koruma gücünü artırmaya çalışmasına neden oldu. İran, Saddam Hüseyin rejiminin devrilmesi sonucu ortaya çıkan yeni gelişmelerden yararlandı ve İranlıların müttefiki olan Irak muhalefeti, Irak parlamentosunda geniş bir çoğunluk elde etti.

George W. Bush’un bölgedeki güç dengesini bozma ve İran’ı “şer ekseni” olarak sınıflandırma arzusuna ve Irak’tan sonra sıranın ülkelerine geleceği tehdidinde bulunmasına rağmen, İran pratikte sonraki gelişmelerden yararlandı ve 1979 devriminden sonra Amerikalılar tarafından kendisine dayatılan çevreleme kordonunu kırmayı başardı. Bu durum Körfez Arap ülkelerini İran’ın gücünün artmasından endişelendirerek yeniden güç dengesi kurma arayışına soktu.

Pekin anlaşması bu sarmalı kırdı. 2023’te Pekin’de varılan Suudi-İran mutabakatından bu yana Batı’da ve İsrail’de pek çok kişi bu anlaşmanın uzun sürmeyeceğine bahse girmiş, iki ülke arasındaki farklılıkların bir anlaşmayla tamir edilemeyecek kadar derin olduğunu ve kağıt üzerinde mürekkep olarak kalacağını vurgulamıştır. Amerika ve İsrail’in, Biden yönetiminin önerdiği, Hindistan’dan Avrupa’ya, Körfez ülkeleri ve Hayfa Limanından geçen ekonomik koridor projesi de dahil olmak üzere yatırım projeleri aracılığıyla İran’ı izole etme ve Arap Körfez ülkeleriyle ilişkilerini güçlendirmesini engelleme girişimleri devam etti.

Biden’ın İsrail-Suudi normalleşmesinin yolunu tıkadığını iddia ettiği 7 Ekim olayları, Suudi-İran ilişkilerini iyileştirmeye yönelik bir pencere oldu. Bu, yakın zamanda İran Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan ile Suudi Dışişleri Bakanı Faysal bin Farhan arasındaki görüşmeyle doruğa ulaşan bir yolu açtı. Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman ile İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi’nin görüşmesi, basında çıkan bazı haberlerde Suudi Arabistan’ın Amerikalılar ve İranlılar arasında ara bulucu olacağı ve bölgenin Netanyahu’nun istediği gibi büyük bir savaşa sürüklenmesini önlemeye çalışacağı konuşuldu.

Böylece İran ve Körfez ülkeleri, neredeyse bölgesel bir savaşa neden olan “güvenlik ikilemi”nden sıyrılabildiler ve bölgede istikrarı sağlamak ve bölgesel dosyaların çözümünde iş birliği yapmak için angajman aşamasından iş birliği aşamasına geçtiler. Bu da daha önce İsrail tarafından desteklenen ve yönetilen fitne projelerine yatırılan her şeyin iptal edilmesine yol açacak bir durumdur.

7 Ekim’in sonrası bataklık Gazze’den Güney Lübnan’a genişledi

Hasan HARDAN
Al Bina/Lübnan

Siyonist düşmana, ordusuna ve güvenlik sistemine ağır bir istihbarat ve askeri darbe indiren, siyonist varlığın temellerini sarsan ve onu destekleyen Batılı hükümetleri şok eden bir depreme neden olan, İsrail ve Amerika’nın bölgeyi dizayn etme, Filistin davasını tasfiye etme ve işgal varlığıyla ilişkileri ABD-İsrail’in yeni Ortadoğu projesi çerçevesinde bölgeyi kontrol eden egemen bir hegemonik güce dönüştürecek şekilde meşrulaştırma planlarını bozan nitelikteki El Aksa Tufanı operasyonunun birinci yıl dönümü...

Bu yıl dönümünün gelişi ve önemli sonuçlarının hatırlanmasıyla birlikte, siyonist varlık-ABD’nin Filistin halkına ve Gazze Şeridi’ndeki direnişine karşı, El Aksa Tufanı operasyonunun etkilerini, sonuçlarını ve kazanımlarını silmek ve işgal varlığının parçalanmış ve dağılmış gücünü yeniden tesis etmek amacıyla başlattığı imha savaşının üzerinden de tam bir yıl geçmiş oldu. İşgal varlığı tüm gücüyle ve Amerika Birleşik Devletleri tarafından kendisine sağlanan yıkıcı savaş makinesiyle bir dizi hedefe aynı anda ulaşmak için çalışmaktadır.

İlk hedef direnişi ezmek, silahsızlandırmak ve liderlerini ortadan kaldırmaktır.

İkinci hedef ise El Aksa Tufanı operasyonu sırasında ele geçirilen siyonist esirleri zorla ve koşulsuz olarak kurtarmaktır.

Üçüncü hedef 1948 Filistin Nakba’sını tekrarlama girişimiyle Gazze halkını Mısır’ın Sina çölüne sürmek ve siyonistlerin işgal altındaki Filistin’in tamamını Yahudileştirme ve Filistin davasını tasfiye etme hedefine ulaşmak için Batı Şeria’daki Filistinlileri Ürdün’e ve nihayetinde 1948’de işgal edilen topraklardaki Filistinlileri Lübnan’a sürmeyi amaçlayan bir planı uygulamaktır... Siyonistlerin nehirden denize kadar tüm Filistin’de saf bir Yahudi devleti kurma hayalini gerçekleştirmektir.

Dördüncü hedef İsrail’in Gazze’yi kontrol altına alıp direnişi ortadan kaldırmasının ardından yeni Ortadoğu projesinin uygulanması çerçevesinde bölgedeki normalleşme projelerinin yeniden canlandırılmasıdır.

Peki, düşman yukarıda belirtilen hedeflere ulaşmayı başardı mı?

Tüm gerçekler ve veriler, işgal ordusunun Gazze Şeridi’ndeki şehirlerin, kasabaların ve kampların çoğunu, altyapıyı ve çoğu hastane ve sağlık merkezini yok etmek, yüz binlerce insanı evlerinden etmek ve 50 binden fazla vatandaşın şehit olmasına ve 100 binden fazlasının yaralanmasına yol açan katliamlara ek olarak en büyük insani acılara neden olmak dışında ilan ettiği hedeflerin hiçbirine ulaşmayı başaramadığını göstermektedir.

7 Ekim öncesi ve sonrası

Muhammed Ahmed BENNİS
Al Arabi Al Cedid

7 Ekim 2023, işgal devletiyle yaşanan çatışmada sadece bir raunt değil, neredeyse meşhur Nakba (1948) ile eş değer bir dönüm noktasıydı. El Aksa Tufanı, işgal devletinin bölgeye hakim olmasını sağlayarak Ortadoğu haritasını yeniden çizmeye hazırlanan bölgesel ve uluslararası gündemleri altüst etti. Bireylerin ve halkların Filistin davasına yönelik bilincini yeniden şekillendirdi. Savaşın henüz sona ermediği göz önüne alındığında, El Aksa Tufanı’nın yansımalarını rakamsal olarak ölçmek zor olsa da, bu durum bu konuda bazı çıkarımlar yapmaya engel olmuyor.

Birincisi, Gazze savaşı, onlarca yıldır onu ortadan kaldırmak isteyen düşman devletlerle çevrili demokratik bir devlet imajını çizmeyi başaran işgalci devletin sömürgeci doğasını ortaya çıkardı. Batı halkları, Gazze’deki işgalci gücün önderlik ettiği etnik temizlik politikası karşısında en temel insani ve ahlaki ilke ve değerleri hiçe sayarak hiçbir şey yapmayan hükümetlerinin ve seçkinlerinin suç ortaklığının kurbanı olduklarını geç de olsa keşfettiler. Böylece, gaspçı varlığın, Amerika, Afrika, Asya ve Avustralya’daki sömürgecilik, yerleşim, etnik temizlik, yerli halkların zenginliklerinin ve yeteneklerinin yağmalanması ve kimliklerinin silinmesi gibi utanç verici Batı mirasının doğal bir uzantısı olduğu gerçeği ortaya çıkmıştır.

Üçüncüsü, Gazze savaşı Batı’nın iki yüzlülüğünü ve çifte standartlarını açığa çıkardı. Üç yüzyılı aşkın süredir inşa ettiği entelektüel, felsefi ve ahlaki mimarinin temelleri çöktü. Gerçekler sınırlarını aştığında Batılı ülkelerin bu mimariye başvurmalarına gerek olmadığı, kendi çıkarları uğruna bunu feda etmeye hazır oldukları somut hale geldi. Bu savaş, Amerika ve Batı desteği olmadan İsrail’in geleceğinin olmadığını ortaya çıkardı. ABD’nin İsrail’e sağladığı askeri, istihbarat ve ekonomik yardım olmasaydı, caydırıcı gücünün önemli bir kısmını kaybeden İsrail geçtiğimiz yıl ayakta duramazdı. Direnişin uğradığı kayıplara rağmen kararlılığını sürdürmesi onu ve dolayısıyla Batılı ülkeleri korkutuyor. Dahası, bu ülkeler, Gazze Şeridi’ndeki altyapı ve yaşamı yok etmesinden bahsetmeksizin, zulümlerinin tam teşekküllü bir soykırım savaş suçu anlamına geldiği delillerle kanıtlandıktan sonra İsrail’in cezasız kalmasını sağlamak için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar.

Dördüncü olarak, El Aksa Tufanı, İsrail’in ölüm makinesi altında ölen 42 bin Filistinlinin yanı sıra on binlerce yaralı, kayıp ve yerinden edilmiş insan karşısında en kötümserlerin bile böyle bir ihaneti beklemediği Arap bölgesel sisteminin tabutuna çakılan son çiviydi. Elbette Arap devletlerinin İsrail ile askeri çatışma hattına girmesi beklenmiyordu, çünkü bu imkansızdı. Ancak en azından ekonomi ve yumuşak diplomasi açısından, özellikle de felakete uğramış Gazze Şeridi’ne insani yardım getirilmesi ve göreceli olarak oradaki Filistinlilerin acılarının hafifletilmesi açısından çok şey yapılabilirdi.

Gazze ve Lübnan’daki savaşın sonucu ne olursa olsun, El Aksa Tufanı’nın sonuçlarının, işgalci gücün 1 yıl boyunca 7 Ekim’den önceye dönmek için umutsuz bir girişimde bulunarak işlediği vahşete rağmen, eskisi gibi olmayacağı kesin.

7 Ekim değerlendirmesi

Mervan KABLAN
Al Arabi Al Cedid

Filistin davasının geleceği üzerindeki büyük etkisi ve bölgenin çehresini değiştirmek üzere olan ve küresel düzeyde olabilecek yansımaları göz önüne alındığında, o çok önemli günün sabahında neler olduğunu değerlendirmeye çalışmanın cazibesine karşı koyamayız. Bu konuda insanlar iki kampa ayrılıyor; her biri konuya belirli bir açıdan bakıyor ve her biri önemli bir bakış açısına sahip.

Birinci akım, operasyonun önemli sonuçlar doğurduğuna inanmaktadır: Operasyon İsrail’i küçük düşürdü ve güvenlik, askeri ve teknolojik üstünlük iddialarının kalbine darbe vurdu. Filistin davasını marjinalleştirme girişimlerinden sonra küresel ilgi listesinin başına geri getirdi. İsrail hakkındaki gerçekleri ortaya çıkardı ve politikalarını ifşa etti.

Diğer akım, yukarıda bahsedilen kazanımların önemini yadsımamakla birlikte, Filistin davasının siyasi ve Gazze halkının insani durumu açısından bedelinin çok yüksek olduğuna ve bu nedenle ilk akımın odaklandığı sürecin getirilerine eşit olmadığına inanıyor.

Yusuf Ertaş – Evrensel / 14.10.24