Emekliler hem çalışıyor hem yoksul

Avrupa'nın Gündemi'nde bu hafta Almanya'da emeklileri yoksullaştıran devlet politikaları, Fransa'da yeni kemer sıkma planıyla gelen 2025 bütçesi tartışmaları ve Avusturya'da aşırı sağın yükselişi var.

  • Haber
  • |
  • Basın derleme
  • |
  • 13 Ekim 2024
  • 09:40

Yaşlılıkta yoksulluk Almanya’nın en önemli sorunlarından biri. Politikacılar emeklilik maaşını yükseltmek yerine,  emeklilikte ek çalışmayı teşvik ediyor. Çalışan yaşlıların ve emeklilik maaşları yetmediği için sosyal yardım (temel güvence) başvurusunda bulunanların sayısı artıyor. Sabahları evlere gazete dağıttıktan sonra çöp kutularında depozitli şişe arayan emekliler şehirlerin değişmez görüntüsü haline geliyor.

Viyana’da şu sıralar büyük protestolar yaşanıyor. Binlerce insan, Avusturya’nın aşırı sağcı Özgürlük Partisinin (FPÖ) seçimlerde birinci gelmesinin ardından sokağa çıktı. FPÖ,  yüzde 29 oyla seçimlerden zaferle çıktı, ancak bu parti, göçmen karşıtı ve aşırı sağcı politikalarıyla biliniyor. Protestocular, FPÖ’nün hükümet kurma olasılığına karşı çıkıyor ve bu durumun demokrasiyi tehlikeye atacağını savunuyor. The Guardian’dan Owen Jones bu durumu bu hafta köşesine taşıdı.

Fransa’da ise 2025 bütçesi tasarısı tartışılıyor. Liberation gazetesinden seçtiğimiz makalede “Fransa öyle bir demokratik çöküş içinde debeleniyor ki, bütçe artık bir rota belirlemek için bir fırsat bile değil” vurgusu yapılıyor.

Emekli maaşı yeterli değil

Matthias W. SIRKWALD
Junge Welt

Almanya’da her geçen gün daha fazla emekli çalışmaya devam ediyor. Bunun bir nedeni sosyal bağlantılarını sürdürmek ve üretken olmaya devam etmek istemesidir. Bunlar arasında öncelikle akademik eğitim almış, yüksek derecede kendi kaderini tayin etme yeteneği olan ve kariyerlerinde kendini onaylama arzusu olan kişiler yer almaktadır. Gönüllü olarak çalışmaya devam etmek isteyen ve bunu yapabilen herkes bunu yapabilir.

Ancak çalışan emeklilerin birçoğunun ek gelire bağımlı olduğu inkar edilemez. Anketlerde yüzde 30’dan fazlası emekli maaşlarının geçinmeye yetmemesi nedeniyle çalışmaya devam etmek zorunda olduklarını söylüyor. Bireysel emeklilik ödeneğini karşılayamayan ve şirket emekliliği bulunmayan herkes yalnızca yasal emekliliğe bağımlıdır. Bu durumda, özellikle Doğu Almanya’da ve kadınlar arasında çok fazla insan var. 21.2 milyon emeklinin ortalama emekli maaşı şu anda sadece 1209 avro. Üstelik 35 yıl veya daha uzun sigortalılık süresinden sonra bile 2022 yılında hesaba ortalama yalnızca 1384 avro aktarıldı.

Bunun son yılların ölümcül emeklilik politikasıyla bağlantısı inkar edilemez. Emeklilik düzeyi 2000’li yılların ortasından bu yana sürekli olarak yüzde 53’ten yüzde 48’e düştü. SPD ve Yeşiller bunu  “Ajanda 2010” politikasının bir parçası olarak siyasi olarak istediler, Birlik partileri CDU, CSU ve Hür Demokrat Parti FDP ise heyecanla bunu sürdürmeye devam etti. Bu en büyük hataydı! Emeklilik düzeyi yüzde 53’te kalsaydı, tüm emekli maaşları yüzde on oranında daha yüksek olurdu. Bunlar, emeklilerin sonuç olarak uğradığı gerçek kayıplardır.

Buna ek olarak, emeklilik puanlarının kazanılmasına ilişkin yasada, özellikle yeni başlayanlar arasında giderek belirginleşen değişiklikler (Örneğin, işsizlik yardımı II için artık emeklilik katkı payının olmaması) bulunmakta. Eski Şansölye Gerhard Schröder (SPD) tarafından oluşturulan düşük ücretli sektörün ve yüksek işsizlik dönemlerinin emeklilik maaşları üzerindeki sonuçları, özellikle Doğu Almanya’da, ancak önümüzdeki yıllarda belirginleşecek.

Geçtiğimiz günlerde Sol Parti-Die Linke’nin küçük bir sorusuna verilen yanıt bunu açıkça ortaya koydu: 65 yaşındakilerin yüzde 18.6’sı yoksulluk içinde yaşıyor ve kadınlar arasında bu oran yüzde 20’den bile fazla. Yardım örgütlerinin yoksulluk raporuna göre bu değer 2006 yılına göre neredeyse iki katına çıktı. Bu bir skandal! Bu da birçok çalışan emeklinin sırf işten keyif aldığı için çalışmaya devam etmediğini ve etmeyeceğini gösteriyor. Zaten çok yüksek olan emeklilik yaşının ötesinde ekonomik koşullar nedeniyle bir çalışma zorunluluğu olmamalıdır. Emekten yana olanlar ölümüne çalışmaya karşıdır! Bu nedenle acilen emekli maaşlarının artırılmasına ihtiyacımız var.

Ancak koalisyon hükümeti, emeklilik seviyesinin yüzde 48’de kalması gerekip gerekmediğini tartışıyor ve sözde üretim sermayesi ile riskli sermaye teminatına ve bireysel emeklilik sağlanmasına yönelik önerilere kapılıyor. Yaşlılıkta iyi bir güvenlik politikası farklı şekilde işler.

Şimdi her zamankinden daha fazla emeklinin sosyal yardıma ihtiyacı var.

Almanya’da 67 yaşını doldurmuş ve geçimini sağlayacak yeterli emekli maaşı bulunmayan herkes temel güvence hakkına sahip. Federal İstatistik Dairesinin verilerine göre, giderek daha fazla sayıda emekli buna bağımlı hale geliyor.

Buna göre 2024 yılının ilk yarısı sonunda ülke genelinde 728 bin 990 kişi temel yaşlılık güvencesinden yararlandı.

Rapora göre, bir yıl öncesine göre yaklaşık 37 bin daha fazla insan var. Haziran 2023’te 691 bin 820 emekli sosyal yardım aldı. Rakamları 2015 yılıyla karşılaştırırsanız temel güvenliğe hak kazananların sayısında yüzde 40’a yakın bir artış var.

Çeviren: Semra Çelik

Viyana sokaklarında Avusturyalıların aşırı sağın ilerleyişine duydukları öfkeyi gördüm

Owen JONES
The Guardian

Geçtiğimiz perşembe günü, serin bir Viyana gecesinde, antifaşist protestocular Avusturya’nın başkentinin güzel bulvarlarında kalabalık oluşturdu. Gözlüklü ideolog Herbert Kickl’in liderliğindeki Özgürlük Partisi (FPÖ) şeklindeki aşırı sağ, savaş sonrası Avusturya’da eşi benzeri görülmemiş bir şekilde eylül ayındaki seçimlerde birinci sırayı almıştı. Protestocular, Adolf Hitler’in Anschluss ilhakına atıfta bulunan “FPÖ ist so 1938” gibi sloganlar içeren pankartlar taşıdı ve “Nazis raus!” (“Naziler dışarı!”) sloganları attılar. Coşkulu ve kararlıydılar, ancak batı demokrasilerini içeriden çürütme tehdidi oluşturan sağcı otoriter yükselişi geri püskürtmek için net bir stratejileri yoktu.

Avusturya’da yaşananlar sizi endişelendirmeli çünkü bu daha geniş bir eğilimi yansıtıyor. FPÖ’nün diğer aşırı sağ partilerden farklı olduğu kesinlikle doğru çünkü köklerini doğrudan Avrupa’nın faşist geçmişine dayandırabilir: 1950’lerdeki ilk lideri eski bir Nazi görevlisiydi ve 1990’lardaki Lideri Jörg Haider, Nazi istihdam politikalarını ve eski Waffen-SS üyelerini “iyi adamlar” olarak övdü. Muhafazakar Avusturya Halk Partisi (ÖVP) onu 2000 yılında koalisyona dahil ettiğinde, merkez sağ ve ötesini birbirinden ayırması gereken kordonun bu ihlali, AB yaptırımlarına ve yurt içi ve yurt dışında kitlesel protestolara yol açtı.

Ancak FPÖ ve dünya Haider’in günlerinden bu yana değişti. Parti, kovid halk sağlığı önlemlerine ve aşılara karşı komplocu tepkiyi istismar etti. Manifestosunun başlığı olan Kale Avusturya, “davetsiz yabancıların” sınır dışı edilmesi, iltica hakkının bir acil durum yasasıyla askıya alınması ve göçmenlerin hak ve güvencelerinin ellerinden alınması yönündeki politika taleplerini yansıtıyor. Tam anlamıyla transfobiyi benimsiyor ve “siyasal İslam”ın yasaklanmasını talep ediyor. Rusya’ya yönelik yaptırımlara son verilmesi çağrısında bulunuyor ve yaygın olarak Vladimir Putin rejimiyle bağlantılı olmakla suçlanıyor. Nitekim 2019’da parti, bazılarının “Ibizagate” şeklinde varoluşsal bir kriz olduğuna inandığı bir durumdan kurtuldu. 2017’de gizlice çekilen bir videoda Rus yatırımcı olduğunu iddia eden bir kişiye devlet ihaleleri teklif ettiği ortaya çıkan Dönemin Şansölye Yardımcısı ve FPÖ Lideri Heinz-Christian Strache görevden alınmak zorunda kaldı.

FPÖ’nün başlıca ilham kaynağı şu anda Viktor Orbán’ın komşu Macaristan’daki otoriter rejimi. Orada yaşananlar öğreticiydi. İktidardaki Fidesz partisi sözde merkez sağdan geliyordu, sonra iktidarda radikalleşerek Orbán’ın “liberal olmayan bir demokrasi” olarak tanımladığı şeyi oluşturdu, sivil topluma savaş açtı, seçim sistemini maniple etti ve medyayı kendi lehine düzenledi.

Geçtiğimiz hafta Viyana’yı, seçmen olmayanları aşırı sağa karşı harekete geçirmeye odaklanan dijital taban hareketi #aufstehn’in Kurucu Yöneticisi Maria Mayrhofer ile birlikte dolaştım. Hitler’in 86 yıl önce toplanan kalabalığa Anschluss’u ilan ettiği Hofburg’un balkonundan geçerken Avusturya’nın karanlık tarihi kelimenin tam anlamıyla üzerimizde belirdi. “Kickl’in Orbán’dan daha radikal bir tutum içinde olduğunu düşünüyorum,” dedi bana kaygıyla. FPÖ’nün iktidara gelmesi halinde Avusturya’nın “klasik otoriter bir yola gireceğinden” korkuyor. Macaristan’a bakın - şu anda gittiğimiz yer orası.”

Siyaset Bilimci Natascha Strobl da aynı endişeyi taşıyor: Strobl bazı açılardan zaten otoriter bir dünyada yaşıyor. Aşırı sağ hakkında yazdığı için sürekli ölüm tehditlerine maruz kalan Strobl, sürekli olarak güvenliğini korumak zorunda. Yakınlardaki parlamentodan politikacılar ve araştırmacılarla dolu bir Avusturya kafesinde, muhalif Macar politikacılarla tanıştığını hatırlıyor, “Ve orada tamamen yenilmiş bir şekilde oturuyorlar ve ‘Yapabileceğimiz hiçbir şey yok’ diyorlar.”

Ana akım muhafazakar parti ÖVP’nin Lideri Karl Nehammer bile Kickl’i “güvenlik tehdidi” olarak niteleyerek onunla koalisyon kurmaktan kaçınıyor. Ancak FPÖ ile Kickl’i baypas eden bir pakt önerdi.

Almanya’daki Alternative für Deutschland’dan (AfD) Fransa’daki National Rally’ye ya da ABD’deki Trump’laşmış Cumhuriyetçilere kadar aşırı sağ, sınırlarının ötesinde olduğu gibi Avusturya’da da yükselişte.

Bunun bariz nedenleri var. 2008 yılındaki mali çöküşten bu yana sosyal yardımlar ve yaşam standartları Batı’da farklı derecelerde saldırıya uğradı. Geleneksel sosyal demokrat partiler suç ortağı oldular ve aşırı sağ partiler, göçü artan sosyal ve ekonomik güvensizliğin genel açıklaması olarak sunarak geleneksel tabanlarını hevesle yağmaladılar. Pandemi ve Rusya’nın Ukrayna’yı işgali gibi diğer krizler sosyal kargaşayı derinleştirdi: Örneğin Avusturya’da mutlak yoksulluk geçen yıl yüzde 50 arttı.

Ancak, başka yerlerde olduğu gibi, ana akım partiler aşırı sağ tehdidi etkisiz hale getireceğine inanarak göçmen karşıtı söylem ve politikaları benimsemeye karar verdi. Aksine, siyasi tartışmanın tam da aşırı sağın istediği zeminde sabitlenmesini sağlayarak onu siyasi bir güç olarak daha da meşrulaştırdı.

 “Batı’nın çöküşü” söylemi uzun zamandır aşırı sağın demirbaşlarından biri olmuştur; bu söylem çeşitli şekillerde göç, İslam, çok kültürlülük, ‘geleneksel değerlere’ saldırı ve Batı’yı karaladığına inandıkları tarihsel adaletsizliklerle hesaplaşmayı suçlamaktadır. Ancak gerçek şu ki, aşırı sağın yükselişi Batı’nın gerilemesinin hem bir belirtisi hem de nedenidir. Sosyal hakların gerilemesi, ekonomik durgunluk, sorumluluktan kaçmak isteyen politikacıların göçmenleri günah keçisi ilan etmesi, mevcut batılı liderlerin vasatlığı: İşte zehirli bir karışım.

Hitler’in Viyana’da devrilmesinden bu yana Batı vatandaşları demokratik özgürlükleri hafife alıyor. Avusturya’nın başkentinde bu konuda giderek artan bir karamsarlıkla karşılaştım ve bu karamsarlık diğer batı kalelerinde de yaygın bir şekilde paylaşılıyor. Donald Trump Atlantik ötesinde uzak tutulsa bile, demokratik normları giderek daha fazla reddeden aşırı sağ ortadan kalkmayacaktır. Görünen o ki geçmişin uyarıları artık bizi korkutucu bir gelecekten korumuyor.

Çeviren: Sarya Tunç

Deniz manzaralı 2025 bütçesi

Paul QUINIO
Liberation

Başbakan Michel Barnier tarafından 10 Ekim Perşembe günü sunulan maliye yasa tasarısında kutlanacak ve endişe duyulacak çok şey var. Ancak her şeyden önce, 2025 bütçesi Fransa’daki siyasi durum hakkında endişe verici bir ders sunuyor.

Yapabiliriz. Her yıl olduğu gibi bütçenin yönünü, siyasi anlamını, birkaç ay içinde başlayacak yılın önemli yönelimleri hakkında Fransızlara gönderilen mesajları, hatta biraz hayal kuralım, yıllar sonrasını anlamak için bütçeye bakabiliriz.

Michel Barnier’nin bütçesi, içinde bulunduğu inanılmaz koşullara rağmen, elbette vurgulanmaya değer bir dizi kilit fikir içeriyor. Bunlardan ilki, başbakan olarak atanır atanmaz dile getirilmişti: Ülkenin bütçe durumu acilen kemer sıkmayı gerektiriyor. Çıta 40 milyar tasarruf olarak belirlendi. Başbakanın Macronistlerin vergi artırma yasağının boynunu büktüğünü görmekten de memnun olabiliriz. Ve hatta büyük şirketlerden ve en zengin Fransızlardan talep edilen katkı paylarında vergi adaletinin bir işaretini görmekten de. Buna bir de maliye yasa tasarısında bir dipnot olarak yer alan işsizlik sigortası reformundan vazgeçilmesini eklerseniz, bu bütçeyi haklı olarak Cumhurbaşkanının suratına atılmış gerçek bir tokat olarak yorumlayabiliriz.

Çevre politikalarını etkileyecek kesintilere de daha az sevinsek de şaşırabiliriz. Ayrıca Başbakanın bir diğer temel mesajı olan orta ve çalışan sınıfların vidaların sıkılmasından etkilenmeyeceği mesajının da bir aldatmaca olduğu konusunda da uyarmalı. Tüm bunların ve çok daha fazlasının ekonomik ve siyasi açıdan analiz edilmesi ve tartılması gerekmektedir. Ülkenin önümüzdeki yılki ilerlemesi buna bağlı. Yine de... Bir şeylerin yolunda gitmediğine dair bir ipucu da var. Kamu açıklarından bile daha önemli bir şey, burada bir vergi artışı ya da şurada bir yardım kesintisinden bile daha önemli bir şey var.

Ülkenin başında, geleceği büyük ölçüde aşırı sağın iyi niyetine bağlı olan bir başbakan, her an hendeğe düşme tehdidi altında olan bir çoğunluk koalisyonu ve birlik içindeymiş gibi görünen ancak güçsüzlüğü karşısında afallayan bir sol muhalefet varken, kendi kendimize bu bütçe çalışmasının, mali, sosyal, ekonomik ve nihayetinde siyasi yönelimlerinin ötesinde çok daha endişe verici bir ders verdiğini söylüyoruz: Fransa öyle bir demokratik çöküş içinde debeleniyor ki, bütçe artık bir rota belirlemek için bir fırsat bile değil.

Çeviren: Dış Haberler Servisi

Evrensel / 13.10.24