Dünya insana ve milyarlarca canlı türüne ev sahipliği yapıyor. Evde sevgi, huzur, refah yok. Açlığın, sefaletin, ölüm ve kırımın bini bir para... Dünyanın dört bir yanı emperyalist despotluğun hüküm sürdüğü bir cehennem yeri. Büyük “malikane”nin vaziyeti bu olunca “küçük haneler”de kızılca kıyamet kopuyor. “Kutsal aile”nin geniş aileden çekirdek aileye evrildiği emperyalist-kapitalist ülkelerde dört duvar arası, “aile saadeti” üretmiyor. Üretilen şey erkek tarafından kadına yöneltilen ve ölüme varan “ev içi şiddet”tir.
Kadının cehennem hayatı yaşadığı bu “kutsal mabette” ortaya çıkan verilere bakıldığında, “ileri”, “gelişmiş” vb. denilen Almanya, Fransa, İsviçre gibi ülkelerde de durumun vahim olduğu görülecektir. Örneğin açıklanan resmi verilere göre Almanya’da 12 milyon kadın “ev içi şiddete” maruz kalıyor. Yükseköğrenim görmüş, kariyer sahibi olanlar da istisnasız olarak bu şiddetin hedefidir.
Bu şiddet olgusu niye “erkek şiddeti” olarak tanımlanıyor? Çünkü şiddete maruz kalanların yüzde 70’inde kadınlar, kurban konumundadır. Kadının yaşadığı bu trajedinin vahim tarafı ise, suçluların birinci ve ikinci derecede tanıdık olmalarıdır. “Suçlu” veya “katil” ya babadır ya abi, ya eş ya da sevgili...
“Ev içi şiddet” konusunu emperyalist-kapitalist merkezlerin en gelişkin timsallerinden biri olan İsviçre özgülünde ele almak, sistemin geneline dair de fikir verecektir. “Doğrudan demokrasi”nin örnek ülkesinde kadınlar, halen geçmiş feodal-geleneksel kültürün yansıması olan ataerkil kültürün cinsiyetçi ve baskıcı şiddetini, inceltilmiş “modern kölelik” formunda yaşıyorlar.
İsviçre, kadınların hak mücadelesinin uzun geçmişine karşın (ilk Ulusal Kadın Kongresi, 1896 tarihlidir), erkeklerle eşit haklara oldukça geç kavuştukları bir ülke. Sol-sosyalist ve feminist kadın örgütlerinin hak mücadelesi arayışı şüphesiz ki devam ediyor. Grevin yasak olduğu İsviçre’de kadın örgütlerinin çağrısıyla 14 Haziran 2019 tarihinde 500 bini aşkın kadının katıldığı görkemli “İkinci Kadın Grevi” (birincisi 1991 yılında yapıldı) gerçekleştirildi.
1981 yılından beri İsviçre anayasasında kadın ve erkek eşitliği yer almasına karşın, bugün kadınlar ne eşit işe göre eşit ücret alıyor ne de ev işlerindeki eşitsiz iş bölüşümünden kurtuluyorlar. Ev işleri (çocuk, yaşlı ya da yakınlarının bakımı vb.) başlığı altında toplanan ve karşılığı ödenmeyen emek sömürüsü dünyanın dört bir yanında olduğu gibi İsviçre’de de devam ediyor. Ve bugünkü kadın taleplerine bakıldığında bu “ileri” ülkenin de sınıfta kaldığı görülecektir. Ayrımcılık, cinsel taciz, ev-bakım işinde eşit olmayan bölüşüm ve adaletsiz ücretlendirme, eğitimde eşitsizlik vb. gibi sorunlar orta yerde duruyor. Örneğin çalışma hayatında belli başarılar elde eden kadınlar aynı işleri yapmalarına karşın ne yazık ki erkeklerden yüzde 20 daha düşük ücret almaktadırlar.
Bu kadarı dahi durumun vahametini yeterli açıklıkta gösteriyor. “Ev içi şiddet”e gelince, bugün İsviçre’de her 15 günde bir kadın maruz kaldığı “ev içi şiddet” ya da erkek şiddeti yüzünden yaşamını yitiriyor. Her beş kadından ikisi fiziksel veya cinsel şiddet görüyor. Kadınların katledilmesi sadece buzdağının açıkta olan acı ve uç kesimidir. İsviçre polisinin açıklamış olduğu raporlara göre, 2018 yılında 18 bin 552 ev içi şiddet vakası yaşandı. Bu vakaların yüzde 70’inde kadınlar kurban, yüzde 75’inde erkekler suçlu olan taraftır.
Resmi verilere bakıldığında durumun trajik olduğu açığa çıkıyor. Fakat bu rakamlar sadece polise ve yargıya intikal etmiş olanlardır. Resmi merciler ve araştırmacılar, bu verilerin yaşanan olayların ancak yüzde 20’sini içerdiğini belirtiyorlar. Yaşanan şiddet vakalarının yüzde 80’ni dört duvar arasında kalıyor. Kadın sığınma evlerinin olduğu, şiddet mağduru kadınlara hukuki desteğin verildiği, çeşitli kadın dayanışma ve yardım kuruluşlarının olduğu İsviçre’de geleneksel değer yargıları baskın olabiliyor. Kamusal alanda cinsiyetçi, kadın düşmanı ve LGBT+ karşıtı ırkçı-gerici saldırılar hız kesmiyor. Buna karşı kadın mücadelesi devam ederken, kadınlar İstanbul Anlaşması’nın (11 Mayıs 1991’de İstanbul’da imzaya açılan, “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadele” sözleşmesi) uygulanmasını ve kendi güvenliklerinin sağlanmasını istiyorlar. Bu ayın başında İsviçre’de düzenlenen referandumda halk cinsel eğilim ve cinsel kimlik temelli ayrımcılığı yasaklayan öneriye destek verdi. Sağcı ve ırkçı çevrelerin %36,9 hayır oyuna karşın, sosyalist, sosyal demokrat ve ilerici çevrelerin %63,1’i evet diyerek önemli bir kazanım elde etmiş oldular.
Toplumun kangrenleşen bir yarası olan kadına yönelik şiddete çeşitli hukuki-cezai yaptırımlarla caydırıcı tedbirler getirilse de, kadınlara koruma sağlansa da bu sorunun ortadan kalkmayacağını biliyoruz. Çünkü erkek egemen zihniyeti çeşitli biçimlerde üreten, bizzat mevcut sistemin kendisidir. Ünlü Fransız feminist yazar ve öteki cinsin varoluş mücadelesinde bir aktivist olan Simone de Beauvoir’in söylediği gibi, “Kadın doğulmaz, kadın olunur.”
“Toplumsal cinsiyetçi roller”
Toplumsal cinsiyet ayrımı (kadın-erkek) kültürel bir olgudur. Bilim insanları kullandıkları “sex” kavramı ile kişinin biyolojik durumunu, anatomik özelliklerini, “gender” ile de sosyal ve kültürel rollerini ifade etmektedirler. Toplumsal cinsiyet kavramı gelenek-görenekler, inançlar, coğrafi farklılıklara göre bu “kadın” ve “erkek” bireylere yüklenen rolleri, beklentileri içerir. Doğuştan gelmez, fizyolojik değildir. Kişinin bu rollere göre davranışsal olarak “kadınsılık” ve “erkeksilik” ile ne kadar yakınlık (aidiyet) kurduğuyla ilgilidir. Biyolojik cinsiyet doğuştan gelen, toplumsal cinsiyet ise toplumun sonradan verdikleridir.
Erkek egemen zihniyeti modernize edip yeniden üreten kapitalist düzende kadınlara biçilen role göre kadın, nazik, hassas, duygusal ve bağımlıdır. Erkek rolü ise lider, baskın, bağımsız vb. özelliklerle karakterize edilir. Ve bugünün eğitim sisteminde, bu cinsiyet ayrımına bağlı olarak, çocuklara “nasıl kadın” ve “nasıl erkek” olunur anlayışı sistematik biçimde empoze edilir. Kadın “hamileyim” dediği andan itibaren bu ayrımcı yaklaşım, “Erkek mi, kız mı?” sorusuyla zuhur eder. Çocuklara verilen isimler, kızlara pembe, erkek çocuklara mavi renklerin giydirilmesiyle toplumsal cinsiyet oluşmaya başlar. Bu süreç çocukların cinsiyetine göre oyuncaklar ile sürdürülür. Varılmak istenen nokta kız çocuklarını nazik, uysal, edilgen, bağımlı, pasif bir kalıba sokmak; erkeği ise saldırgan, egemen, hırslı, güçlü, bağımsız ve aktif kimliğe büründürmektir. Okul öncesi bu “ideal” özelliklerin çocuklara öğretilmesi anne ve babanın görevidir. Anaokulundan itibaren bu kutsal görev devlet erkine geçer ve sistem kendi beklentileri doğrultusunda çocukları kalıba dökmeye devam eder. Beauvoir’in dediği gibi kızlardan “kadın”, sevgili Rakel Dink’in dediği gibi erkek çocuklarından “katil” yaratılır.
Dört duvar arasında yaşanan şiddetin yol açtığı kadın cinayetlerinin hepsi mevcut sistemin eğitimi ile, askeri kışlalarıyla, medyasıyla ürettiği ve topluma pompaladığı gerici-eril kültürün sonuçları olarak karşımızda durmaktadır. Dolayısıyla kadın cinayetleri politiktir. Sistem cinsiyet ayrımcılığı üzerinden kendini tahkim ettiği için, sistemin önleyici tedbirleri de soruna köklü çözüm ortaya koymaktan uzaktır. Ve bu cinayetler, politik muhtevaları karartılarak, polis kayıtlarına adli vakalar olarak geçirilmektedir.
Bu sorunun köklü çözüm yolu, Rosa Luksemburg’un, “Vardım, varım, var olacağım” haykırışını her yerde yükseltmekten, toplumsal yaşamın her alanında kadın-erkek eşitliğinin sağlanması için kararlı ve sistematik bir mücadele yürütmekten geçmektedir.