Doğu Blok’unun yıkılmasından sonra emperyalist burjuvazi yeni bir düşman, yeni bir hedef arayışına girdi. Bulmakta da çok gecikmedi. 1979-1990 yılları arasında Birleşik Krallığın dümeninde olan, emperyalist dünyanın “Demir Lady”si, İngiltere Başbakanı Margaret Teatcher, “Komünist Blok sonrası tehdit unsuru yeşil düşmandır” diyerek, İslam’ı ve Müslümanları hedefe yerleştirmiş, NATO’da ‘öteki’nin “yeşil düşman” olduğunu “Medeni Dünya” adına ilan etmişti.
“Medeni Dünya” ve onun bir parçası olan Avrupa’da o günden bu yana türban/burka üzerinden islamafobi iç ve dış siyasete daha sık dolgu malzemesi ediliyor, bilinçli bir şekilde gündemde tutularak tartışılıyor. “Medeni Dünya”nın sermaye devletleri eliyle gündemde tutmaya özen gösterdiği islamafobik tartışmalar ırkçı-faşist çevre ve örgütlerin değirmenine şu taşıyor.
Sermaye bu ırkçı ve faşist güruhu zamanı gelince kullanmak için besliyor ve ihtiyaç hasıl olduğunda sokağa salıyor. Almanya’da bunu NSU üzerinden örneklemek mümkün. Benzeri örnekleri Almanya dışındaki Avrupa ülkeleri, keza ABD, Avustralya ve Yeni Zelanda gibi ülkeler üzerinden çoğaltılabilir. Ancak devletle bağı anlamında çarpıcı olan NSU örneği yeterli.
Günümüz dünyasında emperyalist odakların türban/burka yasağını çevreleyen tartışmaların, 19. yüzyılın sonunda Yahudi düşmanı girişimleri çevreleyen tartışmalara benzemesi tesadüfü olmasa gerek.
1893’te İsviçre’de “Kesim Yasağı İnisiyatifi” (Schächtverbot İnitiative) hiçbir şekilde hayvan kesimini yasaklamaya dönük “masumane” hayvan hakları ile ilgili değildi. Doğrudan Yahudi toplumunu hedef alan antisemit bir girişimdi.
İsviçre tarihine ilk Halk İnisiyatifi olarak geçen halk oylaması 20 Ağustos 1893'te bu minvalde gerçekleşti. Seçime katılım oranı yüzde 49,2 oldu. Bu 1848’den bu yana katılımın en düşük olduğu halk oylaması olarak kayıtlara geçti. O dönemin güçlü burjuva partilerinden olan Katolik Muhafazakâr Partisi (Katholisch-Konservative) hayır oyu kullanılması çağrısında bulundu. Partilerine karşı oy tercihi yapmak istemeyen Katolik seçmen seçimlere katılmadı ve evetçilerin kazanmasına olanak sağlamış oldu.
Böylece, oy kullanan İsviçreli erkeklerin* yüzde altmışı, federal düzeyde oylanan bu ilk inisiyatifi kabul etti. Hayvan Haklarını Koruma Dernekleri tarafından lanse edilen ve “Kesim Yasağı” popülaritesine sahip girişim, adını aşarak amacı olan Yahudi düşmanlığına odaklandı. Seçim kampanyasında ‘hayvan hakları’ içerikli herhangi bir şey elbette ki yoktu. Ama bol bol ve tamı tamına bir anti-semitizm vardı.
Dini bir azınlığa yönelik olduğu gerçeğinin yanı sıra, o dönemdeki girişim ve tartışmalar mevcut türban/burka yasağı girişimiyle de çarpıcı benzerlikler göstermektedir.
Özellikle 2001’de ABD’de ikiz kulelere yapılan saldırı sonrası Müslümanlık, bir “dış düşman” olarak daha sık lanse edilmeye başlandı. İslamofobi daha da yaygınlaştırıldı. İkiz kulelere yapılan saldırıyı El Kaide’nin üstlenmesi, “cihat, terör, İslam, İslami terörizm” gibi terimlerin yan yana ve eş anlamlı telaffuzunu kolaylaştırdı. ABD’de ve Avrupa’da İslam’a ve Müslümanlara yönelik önyargı ve ötekileştirmeye eklenen fiziki saldırılar arttı. Böylece ABD, Avustralya, Yeni Zelanda ve Avrupa’da olduğu gibi, ötekileştirilenlere fiziki saldırı ve katliamların önü açılmış ve SVP gibi göçmen düşmanı, ırkçı, şoven, faşist parti ve çevrelerin islamofobiyi rahatça kullanmalarının önü açılmış oldu.
Tarih tekerrür mü ediyor?
Göçmenlere karşı aşırı ırkçı-faşist politikalarıyla bilinen İsviçre Halk Partisi’nin (SVP), her fırsatta göçmenleri hedef alan kampanyalarından biri ‘türban/burka’ ve ‘kapanma yasağı’ çerçevesinde yaşanıyor. On yıllardır türban/burka etrafında Müslüman azınlığı hedef alan islamafobik girişim 7 Mart’ta halk oylamasına sunuluyor.
İsviçre Federal Parlamentosu’nda parlamento ve hükümetin yönelimini belirlemek için yapılan oylamada, 200 üyesi bulunan Ulusal Meclis’in (Nationalrat) 77 üyesi türban yasağından yana oy kullanırken, 113 üye hayır oyu kullandı. Yedi üye ise çekimser kaldı. 46 üyesi olan Senato (Ständerat) ise 7 evet, 2 çekimser ve 36 hayır oyu ile parlamento ve hükümetin bu oylamada halkın hayır oyu kullanmasından yana tavır belirlemiş oldu.
Meclis, hükümet ve sermayenin burjuva partilerinin birçoğu halka hayır oyu kullanma tavsiyesine bulunmalarına rağmen, ön araştırmalar oylamanın şimdilik başa baş gittiği yönünde.
Kadın hakları ambalajlı ırkçı göçmen düşmanlığı
Kampanyanın başını çeken SVP, “Bu kadınlara (başörtülü kadınlar) kapanma, baş örtüsü, türban erkekler tarafından zorla dayatılıyor. Bu kadın haklarına ve demokrasimize aykırıdır. Kadınları bu baskıdan kurtarmak için evet oyu kullan” sözleriyle kampanyasına popülarite katarak, 7 Mart’ta evet çıkmasını hedefliyor.
İki yılı aşkın bir süredir sürdürülen islamafobik bu kampanya kimi zaman ‘kadın hakları’ ambalajı ile, kimi zaman “Avrupa’nın Müslümanlaştırılmasına izin vermeyelim” şeklinde söylemlerle alenen göçmenler hedef alınarak, yani bir bakıma Margaret Thatcher’in ruhu yad edilerek sürdürülmektedir.
1893’te ‘hayvan hakları’ ambalajlı Yahudi düşmanlığı ile bugünün Müslüman azınlığı hedef alan ‘kadın hakları’ ambalajlı göçmen düşmanlığı bir ve aynıdır.
Sermayenin öteden beri işçi ve emekçileri bölmek ve kolayından birbirine düşman kılmak için bu tür yöntemlere başvurmayı bir gelenek haline getirdiği biliniyor. Irkçı ve şoven duygular okşanarak bir ‘öteki’ yaratılıyor ve “Medeni Dünya”nın bekası için işçi ve emekçiler ‘göreve’ çağrılıyor.
7 Mart’ta sandığa giderek oy verecek olan işçi ve emekçilerin tercihi hangi yönde olur, sonuç evet mi, hayır mı olur, o gün akşam belli olacak. Sonuçtan bağımsız olarak, şimdiden belli olan ve bilinen ise, sermayenin ve onun şu ya da bu partisinin, kârlarına kâr katmak, saltanatlarını sürdürmek için, işçi ve emekçileri ırkçı ve şoven emellerine alet etmeye, zihinlerini bulandırmaya devam edecekleridir.
Bilinen bir başka gerçek ise, sermayenin mezar kazıcısı olan işçi ve emekçilerin bu kirli oyunu bir gün mutlaka fark ederek, kazılan mezara çürüyen cesedi defnedecek olmasıdır.
Kızıl Bayrak / İsviçre
* İsviçre’de kadınlar uzun mücadeleler sonucu ancak 1971 yılında Federal düzeyde seçme seçilme hakkı elde edebildiler. Appenzell Kantonunda ise 1991 yılında Anayasa Mahkemesi’nin (Bundesgericht) kararı ile ancak uygulanabildi.