Ortaya çıkışından bu yana yaklaşık bir yılı geride bırakmak üzere olan korona pandemisi dünyada henüz kontrol altına alınmış değil. Kapitalist devletlerin aldıkları sözde önlemler, kapitalist kârı korumaya endeksli oldukları için gerçekte pandemiyi önlemekten uzaktırlar. Bundan dolayı şimdiye kadar dünyada milyonlarca kişi hayatını kaybetti ve milyonlarcası her gün ölümle burun buruna yaşamaya devam ediyor. Baştan beri bütün olup bitenler, “Virüs değil, kapitalizm öldürür!” belirlemesinin tartışılır bir yanının kalmadığını kanıtlamıştır.
Pandemiye karşı alınan önlemler, gerçekte virüsün yayılmasını önlemediği gibi, süreci uzatarak bütün yükü bireylerin omuzlarına yüklüyor. Yapılan her yeni açıklamayla birlikte “sertleştirdiklerini” iddia ettikleri önlemler, sorunu gittikçe bireysel tedbirlere indirgemekten ibarettir. Yaşamları her bakımdan kısıtlanan insanlar kendilerini bir kapana kısılmış gibi hissediyorlar. Ve süre uzadıkça çeşitli patlamaların yaşanması kaçınılmaz oluyor. Geçtiğimiz günlerde Hollanda’nın çeşitli kentlerinde yaşanan isyanlar buna bariz bir örnektir. Akşam saatlerinde ilan edilen sokağa çıkma yasağının fitilini ateşlediği gösterilerde kolluk güçleriyle ciddi çatışmalar yaşandı. Gösterilere çeşitli faşist çevreler önayak oldukları kesin. Fakat bu kadarı, Hollanda gibi durgun bir toplumda bu şiddette ve kitlesellikte bir tepkiyi açıklamak için yeterli değil. Sermaye hükümetlerinin aldıkları ikiyüzlü, sahte ve palyatif önlemler süreci uzattıkça, geniş kitleler nezdinde inandırıcılıklarını gittikçe yitiriyorlar. Öte yandan çoğunlukla bireysel düzeyde kalan tedbirlerin insanların hayatını gün geçtikçe zorlaştırdığını ve sabrını zorlamaya başladığını unutmamak gerekiyor.
Kapitalistler pandemi önlemleri konusunda sergiledikleri ayak sürüme ve sürüncemede bırakma tavırlarını şimdi de aşı konusunda gösteriyorlar. Kapitalist kârın ve rekabetin gölgesinde başlayan aşı üretimi, yeryüzündeki derin eşitsizliklerle birleşince, aşının bulunmasıyla oluşan iyimser hava, yerini gittikçe karamsar bir bekleyişe bırakmaya başlıyor.
“Eşitsizlik virüsü” gittikçe yayılıyor
Uluslararası bir yardım kuruluşu olan Oxfam her yıl, Davos’ta yapılan Dünya Ekonomik Forumu’na sunmak üzere bir rapor hazırlıyor. Bu seneki rapor, yaklaşık 80 ülkeden 295 ekonomi uzmanı ve bilim insanının görüşlerine başvurularak hazırlandı. Söz konusu raporda önemle dikkat çekilen sorunların başında tüm dünyada gittikçe artan sosyal eşitsizlik konusu geliyor. “Eşitsizlik virüsü” olarak tanımlanan sosyal eşitsizliğin giderilmesi, hiç değilse aşılama konusunda adaletli olunması konusunda çağrılar yapılıyor.
Kapitalizm bir eşitsizlikler sistemidir. Kıtalar, ülkeler, bölgeler ve nihayetinde sınıflar arasında var olan eşitsizlik kapanmak bir yana gün geçtikçe artıyor. Dünyadaki tüm zenginlik arttığı halde, işçi ve emekçilerin bu zenginlikten aldığı pay günden güne azalıyor. Zengin daha zengin, fakir ise daha fakir hale geliyor. Kapitalizmin en yaman çelişkisi olan servet-sefalet kutuplaşması gittikçe derinleşiyor.
Pandemiden dolayı ekonomilerde rekor daralmaların ve kayıpların yaşandığının iddia edildiği bir dönemde bile, dünyanın zenginleri servetlerini katbekat arttırdılar. Demek ki sorun toplam zenginliğin azalmasında değil, paylaşılmasında yaşanmaktadır.
Oxfam’ın son hazırladığı raporda artan gelir adaletsizliği rakamlar ve istatistikler aracılığıyla çarpıcı bir şekilde ifade ediliyor. Mesela Mart 2020’den bu yana dünyanın en zengin 10 kişisinin serveti tam 540 milyar dolar arttı. Avrupa’nın 305 milyarderi, Mart 2020’den bu yana servetlerini tam 500 milyar euro arttırdılar. Bu miktar Avrupa’da, nüfusun en yoksul %10’nunu oluşturan her bireye 11.092 euroluk bir çek yazmaya yeterlidir. Yine Almanya’nın en zengin 10 kişisinin serveti 2020’nin sonuna doğru toplam 242 milyar doları buldu. Bu miktar, koronaya rağmen bir önceki yıla göre %35’lik bir artışı ifade ediyor. Almanya’da bir DAX yöneticisi yılda 5,6 milyon euro kazanıyor. Bir sağlık çalışanı bu miktarı ancak 156 yıl çalışarak kazanabilir. Sınırsız çoğaltılabilir bu örnekler, dünyanın neresinde olursa olsun, kapitalizmin hüküm sürdüğü her coğrafyada servet-sefalet uçurumunu büyüttüğünü gösteriyor.
Pandemi tüm dünyada var olan gelir eşitsizliğini gittikçe derinleştirecektir. Yaşanacak iflaslardan ve işten atmalardan dolayı, yüz milyonlarca yeni kişi, işsizler ve yoksullar ordusuna katılacaktır. Bu toplumsal kesimler içinde kadınlar başı çekiyor. Çünkü kadın istihdamının en yoğun olduğu alanlar, aynı zamanda pandeminin en çok yıkıma uğrattığı alanlardır.
Sınıfların ve her türden sosyal adaletsizliğin zemini olan kapitalist toplumda “eşitsizlik virüsü” gittikçe yayılıyor. Bulunan aşının, mutasyona uğrayan koronaya karşı etkisi bile tartışmalıyken, daha bir de “eşitsizlik virüsü” gibi ciddi bir engele takılıyor.
Aşıdan aslan payı zenginlere
Burjuva toplumun eşitsiz, çifte standartçı ve ayrıcalığa dayalı yapısı aşı konusuna da olduğu gibi korunuyor. Aşının bulunmasından bu yana yaklaşık iki ay geçmesine rağmen üretiminde ve dağıtımında ciddi aksamalar var. Her şeyden önce aşının dünyanın her yerinde hızlı ve yeterli miktarda üretilmesinin önünde patent hakkı ciddi bir engel teşkil ediyor. Çünkü aşıyı bulan firmalar ticari kaygılarla patent hakkını başka firmalara vermek istemiyorlar. Zira “kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez” mantığıyla bu işe büyük paralar yatırmışlar ve karşılığında da büyük karlar elde etmek istiyorlar. Borsalarda aşı üreten firmaların hisselerinin tavan yapması, bu işte ne kadar büyük bir rantın döndüğünü gösteriyor. Bu durum, yeterli miktarda aşı üretilse bile, son derece özel ve güç koşullarda korunabilen ve taşınabilen aşının ulaşımında ciddi aksamalar yaşanmasına yol açıyor.
Aşı üretiminin ağırdan alınmasının gerisinde yatan sebeplerden biri de virüsün geçirdiği mutasyonlardır. Firmalar üretilen aşının mutasyona uğramış virüse etkileri konusunda henüz kesin bir bilgiye sahip değiller. O yüzden biraz daha beklemeyi tercih ediyorlar. Örneğin aşı üreten ülkelerin başında gelen Almanya şimdiye kadar sadece 1,5 milyon vatandaşını aşılayabildi.
Aşı nezdinde bir kez daha açıkça insan sağlığı ve yaşama hakkı kapitalist rekabete ve kâra tercih ediliyor. Bundan önce olduğu gibi, bundan sonra da yaşanacak her ölümün faili kapitalist sistemdir. Bu gerçekler bir yana, şimdiye kadar üretilen aşıların büyük bir kısmı zengin ülkeler tarafından satın alınmış durumda. Zengin ülkeler ihtiyaçlarının birkaç katı miktarda aşı alırken, yoksul ülkeler aşı olma hakkından bile mahrum kalıyorlar.
Çeşitli uluslararası yardım ve insani kuruluşların onlarca ülkenin aşı üreten 8 ülke ile yaptıkları aşı anlaşmalarını incelemesi bazı çarpıcı gerçekleri ortaya çıkardı. British Medical Journal’in bildirdiğine göre dünya nüfusunun sadece %14’ünü oluşturan belli başlı zengin ülkeler, var olan aşı potansiyelinin %53’ünü satın alarak garanti etmiş bulunuyorlar. Bu miktar söz konusu ülkelerin vatandaşlarını üç kez aşılamaya yetiyor. Bunların başını Kanada çekiyor. Kanada vatandaşlarını beş kez aşılayabilecek miktarda aşı rezerve etmiş durumda. Ülkeler arasındaki bu eşitsizliği, ülkelerin bireyleri arasındaki eşitsizlik ve çifte standart izliyor. Bunu, Türkiye’deki saray avenesinin aşı sırasının en başına geçmelerinden biliyoruz.
Yine Pan-Afrika çizgisindeki The Continent’e göre Prfizer firması 2021’de 1,3 milyar doz aşı üretebiliyor. ABD, Kanada, AB, Japonya ve İngiltere bunun 1,1 milyar dozunu satın almış bulunuyorlar. Dünyanın geri kalanına sadece 200 milyon doz kalıyor. Oysa Afrikalıların sadece %60’ını aşılamak için bile 1,5 milyar doz aşı gerekiyor. Oxfam’ın sağlık politikaları müdürü Anna Morriot yaşanan adaletsizliğe isyan ederek şöyle diyor: “Hayat kurtaran aşının, ülkelerin ne kadar parası olduğuna bakılmaksızın, insanların yaşadığı her yere ulaşımı sağlanmalıdır. Fakat eğer şimdi dramatik bir dönüşüm sağlanmazsa, gelecek yıllarda milyarlarca insan güvenli ve etkili bir aşıya kavuşmaktan mahrum kalacaktır.”
Oxfam’ın bildirdiğine göre bu gidişle ve bu tutumla, insanlığın üçte ikisinin 2022 ve hatta 2024’e kadar aşıya ulaşması zor görünüyor. Yaklaşık 70 yoksul ülke, gelecek yıl halkının sadece %10’unu aşılayabilecek.
Yetersiz aşıyla ilgili burjuva politikacıların ileri sürdükleri bahanelerden biri de yetersiz kaynaktır. Süper zenginlerin gasp ettikleri toplumsal zenginliği kaynaktan saymadıkları için böyle demeleri normal. Aşının tüm dünyada üretimi, ulaşımı ve uygulanması gibi tüm süreçler için gerekli olan kaynak tahminen 141,2 milyar dolardır. Buna karşılık Mart 2020’den bu yana, dünyanın en zengin 10 kişisinin serveti tam 540 milyar dolar artmıştır. Yani bu servetin sadece beşte birlik kısmıyla bile tüm dünya aşılanabiliyor.
DSÖ ve aşı ile ilgili uluslararası kimi kuruluşların girişimleriyle COVAX adlı bir oluşuma gidildi. Bu oluşumun amacı, aşının dünyada ihtiyaca göre adil dağılımını sağlamak. COVAX’a dünyadaki 200 ülkenin 190’ı dahil olmuş durumda. Bunların 92’sini yoksul ülkeler oluşturuyor.
Uluslararası kimi yardım ve sosyal kuruluşların bu insani çağrıları kapitalist emperyalist sistemin kalın duvarlarına çarpıp geri dönüyor. Bu çabalar bir farkındalık yaratmak bakımından önemli kuşkusuz, fakat esasa ilişkin bir değişiklik yaratamıyor maalesef. Kapitalist barbarlar, tıpkı iklim krizi ve savaşa karşı barış çağrılarında olduğu gibi, bu çağrılara da kulaklarını tıkayarak, duymazlıktan gelmeye devam ediyorlar.
Kapitalist sistem daha fazla kâr ve rekabet uğruna doğal dengeyi sınırsızca bozarak, insanlığın başına pandemi gibi belaları sarmakla kalmıyor, aynı zamanda ondan kurtulmanın önünde de engel olmaya devam ediyor. İnsanlığın ürettiği zenginliğe el koyan haramiler, şimdi de insanlığın ortak değeri olan bilimin ürettiği aşılara el koyarak, insanlığın ezici çoğunluğunun yaşam hakkını hiçe saymaya devam ediyorlar.
Tarihte yaşanmış benzer pandemiler ciddi toplumsal ve siyasal gelişmelere yol açtığı gibi, son yaşanan korona pandemisi de tarihin akışını değiştirme potansiyeli taşımaktadır. Pandemi kapitalizmin yaşadığı krizi daha da derinleştirmiştir. Her kriz, toplumsal sınıfların onu kendince değerlendirdiği ciddi fırsatlar sunar aynı zamanda. Kapitalistler bunu, sömürü ve yağmayı arttırmak için kullanırken, işçi sınıfı ve emekçiler ile onların politik temsilcileri ise, artan çelişkileri ve öfkeyi düzene karşı örgütleme olanağı olarak kullanmakla mükelleftirler. Bu açıdan, krizin yarattığı mücadele olanaklarını devrimin hanesine yazdırmak, tüm dünyada devrimci parti, örgüt veya bireylerin göstereceği çabayla doğru orantılı olacaktır.