Manipülasyon ve algıları dumura uğratmak deyince, başta R. Tayyip Erdoğan olmak üzere AKP sözcüleri liderliği kimseye bırakmıyorlar. Dün söylediklerinin tam tersini söyleyip, aynı kitleyi ikisine de inandırabilen bir deneyime sahipler.
17 yıl içerisinde ne yaşanmışsa bihabermiş gibi tartışabiliyor, ülkenin en yetkili merciinin herhangi bir sorumluluğu yokmuş gibi okları başka yönlere çevirebiliyorlar. Dün “hiddetle” karşı çıktıkları şeyler yaparken pişkinlikte zirveler deviriyorlar.
Bazen iktidar temsilcilerinin ağızlarından öyle sözler çıkıyor ki her biri hırsız olduklarının aleni itirafı niteliğinde adeta. Yine de toplumun dinsel gericilik ve şovenizm zehiriyle uyuşturdukları kesimlerinin hayranlığına mazhar olabiliyorlar. Ya da örneğin 17-25 Aralık gibi süreçlerde çirkefler ayakkabı kutularından saçılırken bile, bilinçleri dumura uğratılmış kesimler üç maymunu oynayabiliyor. Tayyipkolik haline gelmiş bir kesimde ise “hırsızlığı yapıyorsa dindar bir hırsız yapıyor” anlayışı ile bir sahiplenme hali var. Bu insanlara sormak lazım, dindar geçinip de dini istismar edenin hırsızlığının, yalanının, hilesinin makbul olduğu hangi kitapta yazıyor acaba?
Aslında din bezirganı Erdoğan’ın geçmişi ile bugününü karşılaştırmak, ek bir söze gerek bırakmıyor. Hafızalara en çok kazınan, en bilinen örnek 25 yıl önceki belediye başkanlığı sürecinden kalma. O zamanki Tayyip Erdoğan parmağındaki yüzüğü gösterip, bunun tek mal varlığı olduğunu belirterek, “Eğer bir gün duyarsanız ki Recep Tayyip çok zengin olmuş bilin ki haram yemiştir” diyor. Zenginin neden zengin fakirin neden fakir olduğunu anlattığı bir başka konuşmasında da şu cümleyi kuruyor:
“Fakir çalmasını iyi beceremediği için fakirdir, onlar da iyi çalabildiği için zengindir.”
Doğru söze ne hacet!
Kriz derinleşiyor, manipülasyon serileşiyor
AKP-Tayyip Erdoğan iktidarı zor zamanlardan geçiyor. Bir yanda 31 Mart Yerel Seçimleri’nde yenilen şamarın hazımsızlığı, diğer yanda İstanbul seçimine darbenin rezaleti ve yeniden seçimi kaybetme korkusu sarmış bünyesini. Bir yanda kriz, işsizlik, büyüyen yoksulluk, diğer yanda ekonomik sorunların büyümesi ile toplumun büyük bir kesiminde mütemadiyen mayalanan öfke ve sokakları kollayan tepkiler var. Krizin işçi ve emekçilere yüklenen faturası, ücretlerin hızlı erimesi, her şeye sürekli zam gelmesi, geçim zorluğunun yarattığı psikolojik gerilimler vb. gibi gerçeklerin her biri öfkeyi biliyor, tepkiyi kamçılıyor. Öfkenin yıkıcı bir şekilde patlama ihtimali büyüyor.
AKP-Erdoğan diktatörlüğü kriz koşullarında sermaye cephesini rahatlatmak için birçok adım atıyor. Borç silmek, teşvik vermek, vergi indirmek, birikmiş fonları peşkeş çekmek gibi her olanağı kapitalistlerin ayağına seriyor. Bunlarla yetinmeyen sermaye iktidarı, işçi sınıfının elindeki hakları gasp edecek yeni ekonomik programlar açıklıyor. İktidar temsilcileri sonra çıkıp yüzsüzce simit yiyip çay içerek, geçim planlaması, hatta para arttırma dersleri veriyorlar.
17 yıl içerisinde Türkiye’nin sorunlarını derinleştiren ve bugün sorumluluğu üzerine almanlar, kendileri henüz hevesli küçük bir partiyken, tüm sorumluluğun hükümette olduğunu üstüne basa basa söylemekteydiler. Örneğin 2002 yılında Recep Tayyip Erdoğan şöyle diyordu:
“Konteynırlarda kendine çöpten rızık topluyor evine götürüyorsa; hafta pazarlarının atıklarını topluyor evine götürüyorsa; meydanlar açız açız diye bağırıyorsa; evinin kirasını ödeyemiyorsa; suyunun parasını ödeyemiyorsa; elektriğinin parasını ödeyemiyorsa ve artık ‘yandım Allah’ diyorsa benim halkım, vatandaşım. %25’i açlık sınırının altında ise; %50’si yoksulluk sınırının altında ise bu hale Türkiye’yi kim getirdi? Bu hükümet getirmedi mi? Rakamlar ortada ve bu hükümetin ortakları olanlar bu sorumluluğu taşımıyorlar mı? Millet bunların hepsini biliyor. Bakın zaman şimdi biraz ilerlesin bir seçim haline girildiği zaman arşivlerin hepsi açılacak. Hepsi gözler önüne serilecektir. Bu millet o kadar unutkan değil. Hatırlatıldığı zaman neyin bedelini kimin ödemesi gerektiği ortaya çıkacak.”
Daha ne desin ki muhterem...