28 Mayıs günü yapılan ikinci tur cumhurbaşkanlığı seçimlerini dinci-faşist iktidar blokunun adayı Erdoğan “kazandı.”
Düzenin sahipleri iki tur halinde yapılan hileli seçimleri, Türkiye ve dünya kamuoyuna büyük bir demokratik olgunluk, dürüst, adil ve şeffaf bir süreç olarak tamamlandığını gururla ilan ettiler.
Büyük bir gürültü eşliğinde iktidarı devralmaya hazırlanan düzen muhalefeti ise, tüm bu şaibeli süreçlerde gerici-faşist iktidara koltuk değneği olmaktan öteye gidemedi. Tepeden tırnağa çürümüş/mafyalaşmış bir düzen ve devlet gerçekliği ortada iken, tüm kötülüklerin sorumlusu olarak sadece Erdoğan ve onun içişleri bakanını suçladılar. Oysa tek adam diktatörlüğü, yüzyıllık Kemalist cumhuriyetin tarihsel evrimi içinde bugün geldiği aşamanın Erdoğan’da somutlanmış halinden ibaretti sadece. Onun için, bu cumhuriyetin geçmişinde öyle sanıldığı gibi hak, hukuk, adalet vb. erdemler hiçbir zaman olmadı. Tek fark, faşist şef Erdoğan’ın bunu açıktan çok kaba biçimlerle, hiçbir yasa ve kural tanımadan yapıyor olmasındadır. Dolayısıyla burjuva düzen muhalefeti tüm bu konularda Erdoğan’ın karşısında hiçbir zaman gerçek bir muhalefet olamadı. Her defasında Erdoğan’ın hukuk ve kural tanımaz hamlelerini meşrulaştırmadan öte bir işlevi olmadı. Dahası burjuva muhalefeti, Erdoğan rejiminin her seferinde açıktan yaptığı sandık hilelerine karşı toplumda oluşan tepkileri canlı tutarak örgütlemek ve yığınların eylemli desteğiyle boşa çıkarmak yerine, meclis kürsülerinden hamaset nutukları atarak toplumda biriken öfke ve tepkiyi sürekli kontrol altında tutarak sokağa akmasının da önüne geçti.
* * *
Gerici-faşist iktidar blokun yıllardır uyguladığı çok yönlü iktisadi, sosyal ve siyasal yıkım politikalarıyla milyonlarca insanı derin bir yoksulluk, açlık ve sefalet çukuruna ittiği halde, dahası Maraş merkezli ve on milyonlarca insanın kaderini derinden etkileyen ağır bir deprem yıkımına rağmen seçimleri tekrar nasıl kazanabildi...
Evet bu soru, toplumsal muhalefeti oluşturan tüm siyasal yapılar tarafından cevap verilmesi gereken bir sorudur. Keza milyonlarca işçi ve emekçi de bu sorunun yanıtını arıyor.
Her şeyden önce düzen solu ve reformist sol, düzenin mevcut tablosundan dolayı 14 Mayıs seçimlerden Millet İttifakı kesin bir zaferle çıkacağı düşüncesindeydi. Hele Süleyman Demirel’in o ünlü “boş tencerenin devirmeyeceği iktidar yoktur” formüllü de hazır ellerindeyken, görünürde bir sorun yoktu. Ama bu defa bu formül de tutmadı.
Tutmadı çünkü, dinci gericilik ve ırkçılık illeti, sanılandan öte bu toplumun kimyasını bozmuştur. Toplumsal bünye din, ezan, vatan, bayrak, bölücülük, mülteci düşmanlığı, terör, vb. gibi söylemlerle zehirlenmiştir. Düzenin oluşturduğu dinci-faşist iklim doğal olarak, işçi sınıfı içinde de etkili olmuştur.
Yıllardır uygulanan neoliberal politikalarla açlık ve sefalet içine itilen milyonların bilinci aynı zamanda din ve milliyetçilik zehriyle dumura uğratılmıştır. Bu temel gerçekler ortada iken, kafayı parlamenterimizle bozmuş birtakım çevreler, işçilerin, emekçilerin ve dahası depremzedelerin neden hala Erdoğan’a oy verildiğine şaşırmaktadırlar.
* * *
Sonuç olarak, düzen kendi seçimini yaptı. 2023 Mayıs seçimlerine her politik akım kendi sınıfsal konumu, tercihleri ve hedefleri doğrultusunda girerek düzenin içindeki yerini daha da güçlendirmeye çalıştı. Seçim sonuçlarını aynı tutum ve saiklerle değerlendirip yeniden yollarına devam edecekler. Düzen solunun ve reformist akımların ve Kürt hareketinin, bu seçimlerle ciddi ciddi hayalini kurdukları “ileri demokratik cumhuriyet” ya da cennet bir Türkiye vaatleri tutmadı. Ama onlar da yollarına tabii ki devam edecekler. Ne de olsa önlerinde hala çok seçim var! Şimdilik hayalleri katı gerçeklerin duvarına çarparak yerle bir oldu.
İttifaklar dağıldı, taraflar daha şimdiden iç çekişme ve tartışmalara başladılar bile. Dolayısıyla, özellikle Millet İttifakı’ndan oluşan burjuva siyaset erbabı toplumu yeni gündemlerle meşgul ederek ve kılıktan kılığa girerek kendilerini aklayıp paklayarak, bu dönemde de yine vatan, millet, ezan, bayrak gibi teranelerle oyalamaya devam edecekler.
* * *
Türkiye kapitalizmi yıllardır ağır bir bunalım içinde debeleniyor. Gelinen yer iflasın eşiğindedir. Buna aynı şekilde rejim krizi eşlik ediyor. Düzen siyasetinin her tarafında pislik akıyor. Toplumsal çürüme ve yozlaşma had safhaya çıkmış durumda. Emek-sermaye çelişkisi gittikçe derinleşiyor. Toplumun alt sınıfları elindeki her şeyini kaybediyor. Devasa toplumsal sorunların kaynağı kapitalist sistem ve burjuvazinin sınıf egemenliğidir. Bu insanın insan tarafında sömürülmesine dayalı bir barbarlık düzenidir. Burjuvazi bu çarkı döndürmek için tepeden tırnağa silahlanmış ve adına devlet denilen bir zor aygıtıyla her türlü şiddeti pervasız olarak uygulamaktadır. Bugün bunu uygulayanlar dinci-faşist AKP-MHP iktidarıdır. Dolayısıyla temel sınıfsal konum ve tutumlar ortadayken, burjuva düzen zemininde kalarak seçimler ve parlamenter yollarla bırakın açlık ve sömürüyü ortadan kaldırmayı, en basit bir demokratik hakkı kazanmak ve korumak bile artık dişe diş bir militan mücadele olmadan imkansız hale gelmiştir. Teorik ve tarihsel deneyimler dün olduğu gibi bugün de bu katı gerçeği döne döne doğrulamış bulunuyor. Dolayısıyla bu olgu devrimcilere, mücadelenin nerede, hangi zeminde ve nasıl yürütülmesi gerektiğini de tüm açıklığıyla gösteriyor.
Parlamento ve seçimler yoluyla kapitalist sömürü düzenine son verilebileceğini, özgürlük ve demokrasinin mecliste elde edilecek sandalye sayısıyla olabileceğine inanan tüm parlamentarist budalalar, cumhuriyetin yüzyıllık deneyimi ve 14-28 Mayıs seçim sonuçlarının da gösterdiği gibi, her beş yılda milyonlarca insanın çabasının, emeğinin, umudunun ve özlemlerinin burjuva siyaset cambazların at pazarlıklarına meze yapıldığını artık görmeleri gerekir:
“Yığınların siyasal kanılarının ve tercihlerinin salt konuşup tartışarak, ya da daha genel bir ifadeyle salt propaganda-ajitasyonla, hele de seçim propagandası ile değiştirilebileceğine inanmak için dört dörtlük bir budala olmak gerekir herhalde. Bu mantık içinde, kitlelerin burjuva ideolojisinin ve bilincinin etkisinden kurtulması artık bir mücadele ve bu mücadelenin öz deneyimleri temelinde eğitim sorunu olmaktan çıkıyor, edilgen seçmenler olarak kendilerine yapılacak propagandanın ikna ediciliği sorunu haline geliyor. Seçimlere ve parlamentoculuğa duyulan güçlü inanç, birilerinin gözlerini işte böyle köreltiyor ve düşünme güçlerini işte böyle felce uğratıyor.” (H. Fırat / Tasfiyeci sürecin son aşaması / Parlamentarizm)
A. Gül