14-28 Mayıs seçimleri öncesinde ülkede görülmemiş bir “parlamentarizm rüzgarı” estirildi. Bazı istisnalar dışında sol parti, örgüt ve güçler de bu rüzgara kapıldı. İki ittifak kuran reformist sol, düzenin seçim oyununa tam angaje oldu. Daha çok oy alma hevesine kapılanların ayaklarının yerden kesildiği görüldü. Bu cenahtan yansıyan kimi tutum ve açıklamalar, parlamenter atmosfere kendini kaptıranların gerçeklikten kopma noktasına gelebildiklerini gösterdi.
Yasa/kural tanımayan dinci-faşist bir çetenin devleti/medyayı ele geçirdiği, büyük bir sermayeye hakim olduğu, yani seçimlerin baştan sona şaibeli olduğu, meclisin ise Saray’ın noteri haline getirildiği gerçeği orta yerde dururken, seçimlerle baharın geleceğini müjdelemek abesle iştigaldi. Bu koşullarda düzenin kurumlarına bu kadar büyük bir önemin atfedilmesi, ancak “parlamentarizm rüzgarı” ile dönen kafaların iyice sersemlemesiyle izah edilebilir.
Ortada bir mücadele programı olmadığı için ittifaklar oy hesabına göre yapıldı. Yüzde şu kadar oy almak, şu sayıda milletvekili kazanmak, parlamentoda etkili bir güç olmak ve buna dayanarak kapitalizmin ve dinci-faşist rejimin yarattığı demokratik, sosyal, siyasal sorunları çözüp “cennet ülke” hayalini gerçekleştirmek…
Üç aşağı beş yukarı çizilen tablo böyleydi. Tabii bunun için Tayyip Erdoğan’ın alaşağı edilip yerine Kemal Kılıçdaroğlu’nun geçmesi gerekiyordu. Kılıçdaroğlu’nun reformistleri muhatap alması, umutları kuvvetlendiren bir rol oynamış olmalı. Oysa seçilseydi bile, dinci-faşist rejimin kurumları yine yerli yerinde duracaktı. Tayyip Erdoğan ve yakın çevresi devrildi diye muhalifler bir rahat nefes alacak, Kılıçdaroğlu çivisi çıkan rejimi restore etmek için birtakım adımlar atacaktı. Ancak bu kadarı olmuş olsaydı bile demokratik, sosyal, siyasal sorunları yaratan ve döne döne yeniden üreten sistemin çarkları aynı şekilde dönmeye devam edecekti.
***
Reformist solun vaatleri Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanı olmasına, yani kapitalist devletin tepesindeki kişinin değişmesine ve parlamenter sisteme yeniden dönülmesine dayandırılıyordu. Tabii parlamenter sistem “demokratik” olunca meclise giren milletvekilleri orada etkili ‘sol’ muhalefet yapacaklar, Kılıçdaroğlu yönetimine ‘soldan’ basınç uygulayacaklar, o da ülkenin demokratik, sosyal, siyasal sorunlarını çözmek için adımlar atmak durumunda kalacaktı.
Bu senaryoda dikkat çekici olan, sorunların kaynağı olan, onları yeniden üreten sistemin, ‘solcu parlamenterler’ basınç yapınca kendi ürettiği sorunları çözmek zorunda kalacağı varsayımıdır. Böyle bir sistemde sokaklara çıkıp eylem yapma, greve çıkma zahmetine gerek kalmayacak. Mecliste ‘etkili’ muhalefet yapan ‘halkın vekilleri’ adım adım sorunları çözüme kavuşturarak ‘cennet ülke’ vaadini yerine getireceklerdi. Ne çare ki, mafyatik Saray rejimi ‘olağan’ bir seçimle devrilemedi. Hayaller bir başka seçime kaldı.
***
Kılıçdaroğlu’nun seçilememesinin yarattığı moral bozukluğu, düzenin seçim oyunlarına angaje olmanın ‘olağan’ sonuçlarından biri oldu. Ancak bu olaya atfedilen önem ve bundan hareketle yapılan ‘yenilgi’ analizleri, parlamenter rüzgarla dönen kafaların umutlarını egemen güçler arasındaki çatışmaya bağladıklarına işaret ediyor. Diğer bir ifadeyle sermayenin bir temsilcisinden akla ziyan şeyler bekler hale gelmişler.
Yanında ikisi ırkçı, üçü siyasal İslamcı kökenden gelen parti varken, şoven-ırkçılığı uç noktalara vardıran Ümit Özdağ’ı da bunlara ekleyen Kılıçdaroğlu’na bu kadar angaje olmak, reformist sol için bile çok tuhaf görünüyor. 28 Mayıs’tan sonra analizlerin ‘seçim yenilgisi’ bağlamda yapılması ise, parlamentarizm hastalığının reformist solu esir aldığı izlenimini güçlendiriyor.
***
Yenilgi ruh halini “yılmadık, mücadele devam ediyor, biz kazanacağız” türünden ifadelerle dengelemeye çalışmak anlaşılır bir durum. Ancak analizlerin ufku “bir dahaki seçimlere daha iyi hazırlanmak, ittifakları daha geniş daha sağlam tutmak, toplumun farklı kesimlerine ulaşmak” gibi söylemlerin ötesine geçemiyor. Bu ise seçim sandıkları, parlamentarizme angaje olanların ufkunu tamamen kapatmış görünüyor. Denebilir ki, bazıları mücadeleden de söz ediyor. Evet, mücadele sözünü edenler var. Ancak onlara göre de mücadele sandıktan daha güçlü çıkmak için gereklidir. Devrimi, sosyalizmi geçtik demokratik, sosyal, siyasal hakları kazanmak için mücadelenin sözünü eden de yok. Öyle ya, meclisin ceylan derili koltuklarında oturarak bunu yapmak mümkünken sokakların tozuna, polisin saldırılarına katlanmak neden gerekli olsun ki?
Parlamentarizm hastalığına yakalananların SYRIZA, Podemos ve Latin Amerika’da seçimlerde zafer kazanan sola özendiklerini biliyoruz. Ancak bu noktada gözden kaçırdıkları temel bir nokta var: O ülkelerde solun seçim başarıları, yıllara yayılan grevler, genel grevler, militan kitle gösterileri/direnişleri sayesinde mümkün oluyor. Bu arada hatırlatmak gerekiyor ki, seçim zaferlerine rağmen ‘cennet ülke’ vaat edemiyorlar. Zira sermaye sınıfının egemenliği devam ederken, isteseler bile bunu yapamazlar. Üstelik arkalarında ciddi bir halk desteği olmasına rağmen. Hem kapitalistleri memnun etmek hem emekçilere ‘cennet ülke’ vaat etmek aynı anda aynı sistemin içinde mümkün olmuyor. Hayatın geçekliğine tosluyorlar. Nitekim çoğu sol yönetim zamanla halk desteğini yitiriyor. Yine bir seçimle yerlerini sağcı hükümetlere devrediyorlar.
***
Görünen o ki, kitlelerin fiili-meşru mücadelesinden soyutlanmış seçim zaferleri peşinde koşan reformistler her sandık kurulduğunda hayal kırıklığı yaşayacaklar. Burada esas mesele sola/sosyalizme yakın olan emekçilerin ve samimi ilericilerin bu zehirli parlamenter atmosferin dışına çıkıp hakları, talepleri ve özlemleri için fiili-meşru mücadele alanına çekilmesidir. Acil sorun seçimlere hazırlanmak değil, işçi sınıfı ve emekçilerin harekete geçirilmesi için her imkanı her aracı seferber etmektir. Unutmamak gerekiyor ki, sınıf eksenli mücadele geliştirilmeden işçilerin, emekçilerin ırkçı-dinci ideolojik kuşatmadan kurtulmaları da mümkün değil. Yani kokuşmuş Saray rejiminin de dayanağı olan bu ilkel-gerici zihniyeti geriletmenin de tek yolu örgütlü sınıf mücadelesinin yükseltilmesidir.