12 Eylül askeri-faşist darbesinin üzerinden 39 yıl geçti. Adalet Bakanlığı’nın açıkladığı resmi verilere göre, ABD imzalı bu darbe sonucunda toplam 650 bin kişi gözaltına alındı ve 52 bini de tutuklandı. 1 milyon 680 bin kişi fişlendi, 14 bin kişi vatandaşlıktan çıkarıldı. Sıkıyönetim mahkemelerinde 210 bin dava açıldı ve toplamda 230 bin kişi farklı suçlardan yargılandı. Bunların 7 bini hakkında idam cezası istendi, 571 kişiye idam cezası verildi. Bu dönemde, 14 kişi cezaevlerindeki açlık grevleri nedeniyle, 171 kişi sorguda ve uğradığı işkence sonucu ve 49 kişi de idam edilerek yaşamını yitirdi (Gözaltındaki “kayıplar”, intiharlar(!), gayrı resmi yakalamalar sonucu infazlar bu rakamlara dahil değil). Gazeteler 300 gün boyunca yayın yapamadı. 30 bin kişi “sakıncalı” olduğu gerekçesiyle işten atıldı. 937 film yasaklandı...
Toplumun üzerinden bir silindir gibi geçen bu saldırı işçi sınıfı ve emekçi kitleler ile sol harekette ciddi bir tahribat yarattı. Sınıfın kazanılmış tüm hakları hedefe çakıldı, neo-liberal yıkım programları devreye sokuldu. Toplumun öncüleri ehlileştirilmek istendi. Boyun eğmeyi kabul etmeyenleri fiziken yok etme yoluna gidildi. Bu, sadece Türkiye’de yaşanan bir tarihsel süreç de değildi. Bir dizi Latin Amerika ülkesi de benzer dönemlerden geçiyordu. Tek merkezden idare edilen bu darbeler dünya üzerinde ABD hegemonyasının güçlenmesi sürecinin de parçalarından biriydi. CIA’in Türkiye şefi Paul Henze’in darbeyi ABD’deki merkezlerine “bizim çocuklar başardı” şeklinde iletmesi de durumun en veciz ifadesi olarak tarihe geçti. Zaten darbeciler de bildirilerine yazdıkları “NATO dâhil bütün ittifaklarımıza ve taahhütlerimize sadığız” ibaresiyle bağlılık yeminlerini beyan etmişlerdi.
12 Eylül’ün ekonomi-politiği
2011 yılında Bilgi Edinme Yasası kapsamında yapılan bir başvuru üzerine gizliliği kaldırılan ABD Dışişleri Bakanlığı Belgeleri yayımlandı. Bu belgelerin arasında 12 Eylül 1980 ile 5 Kasım 1980 arasında ABD’nin Ankara, İstanbul ve İzmir’deki temsilciliklerinden Washington’daki ABD Dışişleri Bakanlığı ile diğer ülkelerdeki temsilciliklerine gönderilmiş yazılar yer alıyor. “Ordunun (yönetime) el koymasının ardından ABD-Türkiye ilişkileri” başlıklı yazışmada Spain, “Mevcut askeri liderlerin tamamını iyi tanıyoruz ve özellikle de NATO üyeliği başta olmak üzere Türkiye’nin güvenlik ya da dış politikasında değişim yaşanacağı yönünde bir endişe taşımamıza da gerek yok” diyerek, durumun kontrolleri altında olduğunu belirtiyor ilk olarak. 27 Eylül’de İstanbul Başkonsolosu Houghton, “Ordunun (yönetimi) ele almasının ardından İstanbul daha rahatlamış ve daha mutlu” başlıklı bir yazı yolluyor. Bu yazıda yer alan ifadeler darbenin kime karşı ve kimler için yapıldığını açıklıkla ortaya koyuyor:
“İş adamlarının çoğu neredeyse havalara uçuyor. Bu havaya uçma halinin nedenini geçmişteki terör olaylarının sonlanması ve belirsizliğin ortadan kalkması kadar geleceğe yönelik vaat edici bir ortamın ortaya çıkması da oluşturuyor.
“İş adamları için grev, iş yavaşlatma, terör tehditleri, döviz ve emtia sıkıntısı gibi durumlar gündelik hale gelmişti. (İş insanları) kendilerini artık -belki de biraz fazla emin bir şekilde- çok daha güvende hissediyorlar ve yalnızca grevdeki çalışanlarının fabrikaya geri dönmesinden değil, döndükten sonra iş yapmaya başlamış olmasından dolayı da rahatlamış durumdalar.
“İş dünyasından irtibat kurduğumuz kişilere göre, tüm fabrikalar çalışıyor ve üretim düzeylerinin de artacağı konusunda iyimserler.”
“Ekonominin çarı” olarak tanımladığı Özal’ın yeni kabinede görevinde kalacak gibi görünmesinden iş dünyasının büyük mutluluk duyduğunu belirten Houghton, özellikle Turgut Özal’ın başbakan yardımcısı olarak atanmasından büyük memnuniyet duyduğunu belirtiyor.
Sermaye düzeninin açıkladığı “24 Ocak kararları” darbenin en önemli nedenlerinden biri olarak öne çıkıyor. 1974’ten başlayarak dünya genelinde sermayenin kâr oranlarının düşmesi, kapitalist düzenin içine girdiği ekonomik kriz Türkiye’de de yansımasını buluyordu. Sermaye birikimini güvencelemek ve burjuvaziyi rahatlatmak için dünya genelinde batı emperyalizmi patentli neo-liberal programlar devreye sokuluyordu. Bu acı reçeteyi uygulamak için maskeleri indirmek, bir diğer deyimle sermayenin açık diktatörlüğünün ilanı gerekiyordu. Cunta da burjuvazinin ekonomik istemlerinin politik ifadesi oldu. 24 Ocak kararlarının bazıları şöyleydi: “İstikrar Önlemleri” büyük bir devalüasyonla (yüzde 37) başladı. İhracatta serbestlik tanındı. İhracat yapanlar teşvik edildi, vergi indirimine gidildi. Tarıma destek sınırlandı. Mal ve hizmetlere yüzde 35 zam yapıldı. Eğitim, sağlık gibi kamu hizmetleri ticarileştirildi, paralı hale getirildi.
Ekonomistler tarafından “IMF destekli bir Ortadoks programı” olarak nitelenen 24 Ocak kararları ‘90’larda hız kazanan ve hâlâ devam eden özelleştirmelerin mimarıdır. İşçi sınıfına esnek ve güvencesiz çalışmayı dayatan bu kararlar aynı zamanda bir örgütsüzleştirme saldırısıdır da. Esnekleştirme ve taşeronlaştırma emek gücünün değerini düşürmeye dönük bir adım olduğu kadar, belki daha da önemli olarak sınıfı parçalamaya, atomize ederek örgütlülüğünü ve birliğini dağıtmaya yönelik bir adımdır da aynı zamanda. Yalnızca sendikal örgütlülüğün durumu bile düzenin bu alandaki başarısını çarpıcı şekilde yansıtmaktadır. 1980 yılında toplam nüfus 42 milyonken sendikalı işçi sayısı 2,5 milyon idi. 2018 yılı itibariyle nüfus 80 milyona çıkmış, işçi sınıfının safları hızla kalabalıklaşmışken sendikalı işçi sayısı 1 milyon 802 binde kalmıştır. ‘80 sonrası devreye sokulan apolitizasyon ve yozlaştırma politikaları ile işçi sınıfı kendi sorunlarına yabancılaştırılmıştır. “Yeşil Kuşak” ve “Türk-İslam sentezi” ideolojileri ile sınıf ırk ve din temelinde ayrıştırılmış, din sömürüsü ile alıklaştırılmıştır. Bu burjuva ideolojilerinin sınıf üzerindeki etkisi yıkıcı olmuştur. Aynı zamanda ahlaki ve kültürel erozyon ile işçi sınıfı yozlaştırılmıştır. Uyuşturucu, alkolizm, fuhuş ve kumarı bizzat teşvik eden sermaye düzeni toplumu saran ve sarsan bugünkü çürümenin baş sorumlusudur.
***
12 Eylül sonrasında ‘89 Bahar Eylemleri, Büyük Madenci Yürüyüşü, Tekel Direnişi’nden Greif Direnişi ve Metal Fırtına’ya zaman zaman ileri çıkışlar da ortaya koyan işçi sınıfı, karşısında sermaye devletini ve sendikal bürokrasiyi bulmuştur. Bilinç planındaki keskin düşüşe bağlı olarak, ‘80 öncesi verdiği can bedeli mücadelelerle elde ettiği mevziler olan sendikaları saran işbirlikçi-ihanetçi ağ da örgütlenme düzeyindeki gerilemenin temel sebeplerindendir. Bugün sınıf ideolojik açıdan ve fiziken tam bir kuşatma altındadır. Bunun sebeplerini aradığımız noktada 12 Eylül faşist darbesi bir dönüm noktası olarak karşımıza çıkıyor. Tüm demagojik hesaplaşma palavralarına rağmen 12 Eylül düzeni bugün belki de hiç olmadığı kadar canlı. En temel demokratik hakların yok sayıldığı, kıdem tazminatı, emeklilik hakkı gibi elimizde kalan son kırıntılara dahi göz dikildiği bir süreçten geçiyoruz. O günden bugüne tarihin açıklıkla ortaya koyduğu gibi bu darbe en başta işçi sınıfına karşı yapılmıştır. 12 Eylül darbesiyle ve devam eden 12 Eylül düzeniyle hesaplaşması gereken de öncelikle işçi sınıfıdır.