12 Eylül 1980 Askeri Faşist Darbesi’nin 40. yılındayız. Sermaye sınıfının ihtiyaçları doğrultusunda topluma dayatılan sosyal yıkım programları gerici politikalar darbenin temel sonuçlarıydı. Bugün de işçi sınıfı ile emekçiler halen o karanlık günlerin ortaya çıkardığı bir rejimin egemenliği altındalar.
70’lerin emperyalist-kapitalist dünyasında yaşanan ekonomik krizden çıkış için sermaye sınıfı faturayı işçi ve emekçilere kesmek adına ‘24 Ocak kararları’ diye anılan neo-liberal politikaları gündeme getirmiştir. Bu kararlar, ABD emperyalizminin dünya hegemonyasını sağlamak için geliştirdiği politikaların dolaysız sonucuydu. İçinde Türkiye’nin de olduğu Yunanistan, Şili, Brezilya, Arjantin gibi ülkelerde alınan bu tür kararları uygulamak için askeri faşist darbeler gerçekleştirildi.
İşte Türkiye’de bir dönemin MESS Başkanı da olan Turgut Özal’ın açıkladığı ‘24 Ocak kararları’ bu politikaların bir ifadesiydi. Ancak kararların uygulanması için öncelikle 60’lardan beri yükselen toplumsal muhalefetin şiddetle bastırılması ve gerici politikalarla toplumun yeniden inşası şarttı. 12 Eylül faşist darbesinin esas amacı da buydu.
Askeri cunta hem kapitalistlerin hem emperyalist efendilerinin beklentilerini karşılamak, vahşette sınır tanımadı. Açıklanan resmi rakamlara göre o dönem 42 milyon nüfusu olan Türkiye’de 650 bin kişi gözaltına alınıp işkence tezgahlarından geçirildi. 52 bin kişi tutuklandı. 1 milyon 680 bin kişi fişlendi. 230 bin kişi farklı suçlardan yargılandı. Faşist darbe sürecinde 14 kişi hapishanelerde açlık grevinde, 171 kişi işkence sonucunda, 49 kişi idam sehpasında hayatını kaybetmiştir. Bu rakamlara kaybedilenler ve ‘intihar’ diye yansıtılan infazlar dahil değildir. 30 bin kişi “sakıncalı” olduğu gerekçesiyle işten atıldı. Gazeteler, sendikalar kapatıldı, kitaplar yakıldı. Onlarca sendika lideri idamla yargılandı.
Topluma dayatılan darbe rejimi uyguladığı faşist zorbalığın devamı olan politikalarla düşünmeyen, sorgulamayan, daha gerici, yoz bir nesil yetiştirmeye çalıştı. Şoven, dinci-faşist bir yapılanma olan Aydınlar Ocağı’nın 1979’da gerçekleştirdiği kurultayda kabul ettiği “Türk-İslam” sentezi esas alındı. Faşist darbe ile Kemalizm yeniden yorumlanarak sermaye devletinin resmi ideolojisi haline getirildi. Kabul edilen 82 Anayasası ile bu ideolojiye uygun uygulamalar kalıcılaştırılmaya çalışıldı.
Aynı dönemde eğitim alanına da el atan cunta orta öğretimde din derslerinin zorunlu hale getirilmesi, yüzlerce imam hatip lisesinin açılması, okulların daha otoriter biçimde yeniden yapılanması gibi icraatlara başvurdu. Öncesinde zorunlu olmayan din dersi, ahlak dersiyle birleştirilip “din kültürü ve ahlak dersi” adıyla ilkokullara kadar zorunlu kılınmış, camilerde namaz eğitimi verilmesi kararlaştırılmıştır. Hatta gayri Müslim ve Alevi öğrenciler de din dersi almaya zorlanmış, Aydınlar Ocağı’nın önerisiyle Türk milliyetçiliğini öne çıkaran yeni müfredat getirilmiştir.
Cunta rejiminde okullar, üniversiteler bir tür ‘kışla zihniyeti’ ile yönetildi. Öğrenciler ve öğretmenler üzerinde sıkı bir baskı kurulmuş, her okulda ‘Atatürk köşesi’ hazırlanmış, müfredat cuntaya uygun Atatürkçülük yorumuyla yeniden yazılmış, öğretmen ve öğrencilere kılık kıyafetten, davranışlara kadar bir dizi askeri disiplin standartları dayatılmıştır. Öğretmenlere “ Evvela nefsimize, sonra milletimize, hükümetimize ve ordumuza güvenmeliyiz.”, “Allah’ın varlığına inanın, dini vecizelere uyun.” gibi direktifler verilmiştir. Eğitim alanında gerçekleştirilen bu uygulamalarla itaatkar, köle gibi güdebilecekleri bir nesil yetiştirmek istediler.
Cunta gericiliği tüm topluma dayatan adımlar da atılmıştır. Cemaat ve tarikatlar bu dönemde yaygınlaşmıştır. 1971-81 döneminde yapılan cami-mescit sayısının iki katı sadece 1981-82 yıllarında yapılmıştır. Generaller, valiler, kaymakamlar camilerde boy göstermeye, yaptıkları mitinglerde ayetler, hadisler okumaya başlamıştır. Cuntanın eli kanlı şefi Kenan Evren, her konuşmasına Kuran’dan bir ayetle başlamayı adet edinmiştir. Atatürk ile İslamı birleştirmek için bizzat devlet tarafından, din eğitim seminerleri verilmiştir. Bu seminerlerin ilkinde Laiklik tanımı yeniden yapılarak, İslamla bağı oluşturulmuştur. Yine üniversiteleri zapturapt altına almak isteyen sermaye iktidarı 82’de YÖK’ü kurarak üniversitelerde emir komuta zincirine uygun bir sistem kurmuştur.
12 Eylül Askeri Faşist Darbesi, devrimci mücadelenin, yükselen sınıf hareketinin zorla ezilmesini hedefliyordu. Ama hedefleri bununla sınırlı değildi. Cunta, toplumun sermaye düzeninin bekasını sağlayacak bir şekilde siyasal, ekonomik ve kültürel anlamda yeniden düzenlenmesinin de aracıydı. Bunun bir yanı yukarıdan aşağı uygulanan gerici-şoven propaganda, bir yanı da işçi ve emekçilerin yoksulluk ve sefaletin içine atılmasıydı. Yoksulluğa atılan emekçiler ise, önleri açılan tarikatların kucağına itiliyordu. Bunun için ilk olarak grevleri yasaklama, sınıftan yana tutum alan sendikacıları zindanlara atma, ilerici devrimci güçleri faşist zorbalıkla etkisizleştirme yoluna gidildi. Askeri zorla yaratılan yenilgi ortamında ilerici devrimci güçler, düzenin icazet sınırlarına itilmek istendi.
İşte böyle bir atmosferde Türkiye’deki ismi “24 Ocak kararları” olan neo liberal politikalar, yani sermaye birikiminin güvence altına alınması ve burjuvaziyi rahatlatacak adımlar tek tek atıldı. 24 Ocak kararlarının bazıları şöyleydi: ihracatta serbestlik, tarıma verilen desteğin azaltılması, kapitalistler için vergi indirimleri, mal ve hizmetlere en az yüzde 35 zam, ücretlerin düşürülmesi, eğitim, sağlık gibi alanların ticarileştirilip paralı hale getirilmesi, Kamu İktisadi Teşekkülleri’nin (KİT) özelleştirilmesi, devletin ekonomideki payının küçültülmesi, yabancı sermayenin ülkeye girişinin kolaylaştırılması vb. Bu kararlar sermayeyi ihya ederken, işçi sınırıyla emekçiler askeri cunta tarafından sefalete itildi.
İşte bu karanlık ortamda işçi sınıfına esnek ve güvencesiz çalışma dayatıldı, taşeronluk uygulamaları başlatıldı, emekçiler örgütsüzlük ve çaresizlik içine atılmak istendi. Devletin remi ideolojisi haline getirilen “Türk-İslam sentezi” zehri yayıldı, işçi sınıfı ırk ve din temelinde ayrıştırılmak istendi. Cuntanın bu iğrenç planları işçi sınıfını kısmen etkisi altına alsa da, 70’li yılların mücadele deneyimini taşıyan işçi sınıfı kuşakları, bu karanlık ablukayı 1984 yılından itibaren parça parça dağıtmaya başladılar. Bu süreç 1989 Bahar eylemleriyle büyük bir ivme kazanarak yeni bir umut yaratacaktır.
12 Eylül darbesi sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda bizzat emperyalistlerin desteği ve yönlendirmesiyle gerçekleştirilmiştir. Günümüzde iktidar olan dinci-faşist AKP-MHP rejiminin köklerinde de 12 Eylül askeri darbesi vardır. Bugün AKP-MHP rejimi ile sürdürülen işçi ve emekçilerin yaşamlarını köleleştiren sosyal yıkım saldırıları, temel hak ve özgürlüklerin ortadan kaldırılması, polis devleti uygulamaları, dinci gericilik ve şovenizm, Kürt halkına dönük imha, inkar, asimilasyon politikaları, gençliğe dayatılan geleceksizlik gibi uygulamalar 12 Eylül’ün ürünüdür.
İşçi ve emekçiler bugün sömürü ve zulüm düzenini bitirmek istiyorsa 12 Eylül ile hesaplaşmak zorundadırlar. 12 Eylül’le hesaplaşmak ise, dinci-gerici iktidara yani AKP-MHP rejimine karşı mücadele ile kapitalizme karşı mücadeleyi birleştirmeyi gerektirmektedir. Türkiye’de burjuvazinin sınıf iktidarı devrilmeden, onun devlet aygıtı parçalanmadan da 12 Eylül’ün hesabı gerçek anlamda sorulamaz. Bunun yolu da işçi sınıfı ve emekçilerin devrimci bir program etrafında mücadeleyi büyütmesinden ve sosyalist işçi-emekçi iktidarını kurmasından geçmektedir.