Yerküremizin oldukça uzun bir jeolojik tarihi ve bu tarih içinde oluşmuş milyonlarca canlı çeşidine ait eko sistemleri var. Bu eko sistemler arası ilişki canlı ve cansız bütün nesneler arasındaki enerji alışverişi, yerküreyi diğer gezegenlerden ayıran en temel faktörlerdendir. Daha bütünsel bir açıdan bakıldığında, sorunun özünü anlamak için “eko sistemler” tanımı yetersiz kalıyor. Daha genel planda çevre ve onun bir alt başlığı olarak iklim sorununda, kendi içindeki devinim ve doğal değişkenliğe ek olarak insan faaliyetlerinin sonucu ortaya çıkmış değişiklikler çok ciddi bir sorun haline gelmiştir. Her geçen gün daha derinden hissedilen iklime dair felaket emareleri artık somut olgular olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kimi canlı türlerinin yok olmaya başlaması, türler arası ekolojik dengenin bozulmaya başlaması son yıllarda dünya ölçeğinde yaygınlaşan “doğal afetler” meseleyi daha bir yaşamsal kılmıştır. Kapitalist sistemin doğa ile insan ilişkisi dengesinde ve bu dengenin hoyratça yıkımında oynadığı rol ise belirleyicidir. Kuşkusuz kapitalizm öncesi dönemde de bir çevre sorunu vardı, fakat sorun tabiat ananın kendini yenileyebilme sınırları içinde kalıyor ve nötralize olabiliyordu. Oysa ki bugünün verileri, alandaki bilim insanlarının çalışmaları bu eşiğin çoktan aşıldığını ve koşar adım bir korkunç felakete doğru gidildiğini gösteriyor. Dünyadaki doğal afetlerin son çeyrek yüzyılda büyük bir artış gösterdiği bizzat sermayenin kurum ve kuruluşlarının yayınladıkları raporlarda da dile getiriliyor. Birleşmiş Milletler başta olmak üzere, Kızılhaç ve çok sayıda üniversitenin ortak verileri, 1980 li yılların başında yılda 120 doğal afet görüldüğünü, 2000’li yılların başında bunun 500’e çıktığını, son yayınlanan verilerde ise on katına ulaşarak adeta pik yaptığını ortaya koyuyor. (Bu konuda daha detaylı bilgilere Emergency Events Database kısa adı EM-DAT olan kurumun veri tabanı üzerinden ulaşmak mümkündür).
Dünyanın dört bir tarafında ortaya çıkan yangınlar, seller, fırtınalar, ekstrem boyutlarda sıcaklıklar ve buna bağlı olarak kuraklık, kıtlık gibi afetlerin yanı sıra nükleer, biyolojik ve kimyasal kazalar ve militarist hazırlıklar yerküreyi adeta bir cehenneme çevirmiştir. Bunlara ek olarak 2 derecelik sıcaklık artışının, kutuplarda ve dağlardaki buzulların erimesine, deniz seviyesinin yükselmesine ve buna bağlı olarak bilinmeyen yeni organizmaların ortaya çıkmasına yol açacağı artık birer varsayımdan öte kesin bilimsel verilerdir.
Marx’ın deyimiyle “Her sınıf dünyaya kendi siluetini yansıtır.” Bugün içinde bulunduğumuz ekolojik kriz kapitalizmin içinde debelenip durduğu krizlerden ve onun doğasından ayrı düşünülemez. Bu ise, kapitalist sistemin sınırları içinde kalarak ekolojik sorunun gerçek anlamda bir çözüme kavuşturulamayacağını da anlatıyor. Nitekim on yıllardır çevre ve iklim konulu zirveler yapılmakta, kararlar alınmakta ancak toplumlarda oluşan duyarlılığa ve mücadele eğilimine rağmen çözüm yönünde milim yol alınmamaktadır. Zira gezegeni yok oluşun eşiğine getirenlerin toplanıp toplanıp dağılma merasimleri yapmaları kaba riyakarlığın ötesinde bir anlam ifade etmiyor.
***
Geçen yüzyılın başından itibaren iklim konusunda bilim insanlarının pek çok araştırması olmakla beraber, çevreye duyarlı toplumsal hareketlerin ortaya çıkışı daha çok 1970’li yıllara dayanır. Yine o yıllarda çevre ve iklim sorunu çeşitli üniversitelerde felsefenin alt disiplini olarak kuramsal bir çerçeve kazanmış olsa da 20 yy. başlarında özellikle de başını Sovyetler Birliği bilim insanlarının çektiği çok ciddi çalışmalar yapılmıştır. Öyle ki bu çalışmalar hala çevre ve iklim sorununu anlamada ve çözüm arayışlarında başvurulması gereken temel kaynaklar arasında yer alıyor. Burjuva düşün dünyasında bazıları, Sovyetlerin kendine has zorlukları üzerinden başvurmak durumunda kaldığı tarım ve sanayileşme hamlelerinin doğurduğu birtakım sorunlar üzerinde tepinmektedir. Oysa Sovyetlerin bu konuda ortaya koyduğu duyarlılık ve bilim insanlarının çalışmaları, hala onlara da bu alanda rehberlik ediyor.
Ekim Devrimi’nin hemen ardından Bolşeviklerin oluşturdukları program ve çevre sorununda aldıkları tutum oldukça öğreticidir. Örneğin ekolojik toplulukların, üzerinde çalışma yapılması için korunmaya alınması önerisini gündeme getiren ve bunu ilk hayata geçiren Sovyetler Birliği olmuştur. Ayrıca bitki sosyolojisi, bitki dağılımı teorisinin öncülüğünü yapan Sovyet bilim insanları, sermayenin mührünü taşıyan bugünün bilim insancıklarına örnek olacak cinsten araştırmalar yaptılar. Devriminin akıbetinin tartışmalı olduğu kritik dönemlerde bile, Lenin’in dönemin bilim insanlarını ekolojik çalışmaları konusunda cesaretlendirici bir dizi girişimi olmuştur. Her ne kadar daha sonraki tartışmalı tarım programları sonucu yok olan Aral Gölü ve Çernobil felaketi üzerinden sistematik bir anti propaganda yürütülse de bunlar, Sovyet birikiminin insanlık için taşıdığı önemi ortadan kaldırmaz.
Sovyet bilim insanlarının insanlığın hizmetine sunduğu “ekolojik korumanın zorunluluğu” üzerine çalışmalar bugün yeniden dönüp bakılması ve incelenmesi gereken en anlamlı en kapsamlı kaynaklardır. Ayrıca karbondioksit salınımı ve onun kontrollü bir şekilde azaltılması faaliyeti küresel kapitalizmin kuşattığı Sovyet dünyasında çokta mümkün değildi. Birinci emperyalist paylaşım savaşının yarattığı yıkım, kısıtlı sanayi olanakları, yıkıcı sonuçlar yaratan iç savaş ve geri bir köylü toplumunun sosyolojik handikapları arzu edilen ekolojiyle barışık bir büyümenin gerçekleştirilmesini köstekleyen faktörlerdir. Her şeyden önce o günün dünyasındaki bütün bir yıkımın sorumlusu, bugün olduğu gibi dünyanın doğal kaynaklarını vahşice talan eden kapitalist emperyalist düzenin kendisiydi.
Ekim Devrimi’nin hemen ardından Sovyet bilim insanları bütün imkansızlıklara rağmen ekolojik sorunlara ilişkin oldukça kapsamlı çalışmalar yürütme olanağı bulabildiler. O çalışmaların yarattığı olanaklardan faydalanan Sovyet bilim insanları bilim dünyasına çok şey kazandırdılar. Doğal kaynakların sürdürülebilirliği ve akılcı kullanımının önündeki en büyük engelin kapitalizm olduğunu ve küresel boyutta ekolojik bir krizin ancak planlı sosyalist bir ekonomi ile aşılabileceğini savunan Sovyet bilim insanı Federov bunlardan sadece biridir. Yine Budyko iklim değişikliği ile ilgili ilk uyarıları yapan ve çalışma yürüten bir bilim insanı olarak hakkıyla tarihteki yerini almıştır. O dönemde bitki ve canlı türlerinin arşivlenmesi, eko sistemlerin korunması, geçirgenlik ilişkileri gibi konular üzerine yapılan bilimsel çalışmaların çoğunda Sovyet bilim insanlarının emeği ve katkıları vardır. Üretimin öncelikli olarak doğal koşulları gözeten ve insan ihtiyaçlarını karşılamak için yapıldığı bir düzenin yetiştirdiği bilim insanı ile üretimin kar ve sermaye birikimi için yapıldığı düzenin yetiştirdiği bilim insanı arasındaki farkta bu olsa gerek. Birisi toplumsal gereksinimler ve doğayla barışık yaşamın kodları üzerinden bir sorgulama yaparken, diğeri ise doğanın bütün kaynaklarıyla talanı ve yıkımına neden olan gerici kapitalist düzen ve onun egemeni olan sermaye sınıfının hizmetinde bir kodlama üzerinden okuma yapar.
Devrimin en kritik süreçlerinde Bolşeviklerin ekolojik sorunlara ilişkin gösterdiği hassasiyet, yazık ki Sovyetlerde yaşanan yozlaşmadan payına düşeni almıştır. Aral ve Çernobil vakaları hiç kuşkusuz Sovyetler adına negatif örneklerdir ve öyle de kalacaklar. Ne var ki bu kötü örnekler üzerinden toplamında sosyalizmin çevre sorunundaki duruşunu sorgulamak ise koca bir insafsızlık olur. On bin yılı bulan insanlık tarihindeki 70 yıllık bir deneyimin kimi kusurları üzerinde tepinenler, sadece son bir yüzyılda kapitalizmin yarattığı ekolojik yıkıma bakabilselerdi, Sovyetlerin kusurlarının “mütevazi” kaldığını görürlerdi.
Belirtmek gerekiyor ki, emperyalist/kapitalist dünyanın bugün sahip olduğu imkanlar tam da insanın emek gücü ve doğanın talanı sayesinde var oldu ve olmaya devam ediyor. Karbondioksit salınımı konusunda gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelere dayatılan reçeteler, verilen rüşvetler vb. sorunu çözmekten çok daha karmaşık hale getiriyor. Zira emperyalistler, tekellerin karını azaltabilecek hiçbir önlem almak istemiyorlar. Bu ise yaklaşan ekolojik felaketi önlemek için hiçbir şey yapmamak anlamına geliyor.
***
Yerküredeki çevre sorunlarının boyutları ve sonuçlarından hareketle sorunu herkese mal eden sermayenin akademik alanda ürettiği ideolojik çarpıtmalarla da karşı karşıyayız. Çevre sorunları kendi doğal mantığı içinde bilim dünyasının bir etkinlik alanıdır ve olmaya da devam edecektir. Bu konudaki temel beklenti öncelikle sorunun toplumsal, iktisadi ve siyasal açıdan nasıl ortaya çıktığını, hangi boyutlara vardığını ve yakın gelecekte ne tür sonuçlar yaratabileceğinin bilimsel olarak ortay konmasıdır.
Emperyalist haydutluğun dolaysız ürünü olarak ortaya çıkan ekolojik ve toplumsal sorunlar görmezden gelinerek herhangi bir çözüm geliştirilemez. Emperyalist devletler, gelişmekte olan ülkelere belli kurallar dayatıyor. Oysa o ülkelerde doğanın sınırsız bir şekilde talan edilmesi, yaratılan kirlilik vb. sorunlar, uluslararası tekellerin o ülkelere dayattığı vahşi sömürü sistemi ve o ülkelerin adeta birere çöplüğe dönüştürülmesinden kaynaklanıyor. Bundan dolayı sera gazı emisyonları, bitki ve hayvan türlerinin yok olması, ormanların imha edilmesi, iklim değişikliği, kentleşme ve atık yönetimi gibi konular bu ülkeler için yönetilebilir sorunlar olmaktan çıkmıştır.
***
Çevre sorununu merkezine alarak yarım yüzyıldır faaliyet yürüten siyasal akımlar özellikle Avrupa’da çok ciddi bir toplumsal destek buldu, bu sayede sermaye hükümetlerinin koalisyon ortakları olabildiler. Bu ise onları yozlaştırıp zıddına dönüştürdü. Örneğin Almanya’da ikinci kez hükümet programlarını belirleyen güçlerden birisi Yeşillerdir. Yine Alman Yeşillerinin rengini verdiği Friday for Future hareketi de son yıllarda çevre konusundaki toplumsal hassasiyeti arttıran bir rol oynadı. Çevre sorunlarına ilişkin Almanya Yeşiller Partisi, onun Avrupa’daki minyatür ortakları ve onunla aynı telden çalan Friday for Future gibi hareketlerin niteliği Ukrayna savaşına karşı aldıkları tutumla deşifre oldu. Yeşiller Partisinin Yugoslavya savaşında oynadığı uğursuz rol, Alman emperyalizminin güvenliğini Hindi kuştan başlatan savunma konsepti, İsrail’in Gazze’deki soykırımına destek vermesi ve bugünkü savaş kundakçılıkları bu partinin gerçek kimliğini gözler önüne sermiştir.
Yeşiller, Alman sermaye sınıfının çıkarlarını pervasızca savunan bir savaş partisi haline gelmiştir. Peki bu hareketin buraya evrilmesi tesadüf müdür? Kesinlikle değil. Çevreci hareket ve partileri bekleyen en büyük tehlike kapitalist-emperyalist gelişmenin eşitsiz ve yıkıcı doğasını görmezden gelen körlüktür. Emperyalizme ilişkin bu temel yasayı görmezden gelenler ya da yok sayanlar nihayetinde çevre sorununu büyüten sistemin rezil bir aparatı durumuna düşüyorlar. Niyetlerinden bağımsız olarak sermayenin savunucuları ve suç ortakları haline geliyorlar.
Sınıfsal olarak kent küçük burjuvazisi ve orta sınıfları da kısmen kapsayan bir toplumsal düzlem üzerinden yükselmesi ve anti-kapitalist perspektiften yoksunluğu bu hareketlerin en zayıf yanını teşkil ediyor. Haliyle kapitalist düzene entegre olmaları ve onun içinde erimeleri de bir o kadar kolay ve sıradan oluyor.
Bir sorunun çözülmesini isteyenler o sorunu yaratan kaynağı kaldırmanın yolunu aramak durumundadırlar. Verili koşullarda çevre sorununa samimi bir şekilde duyarlı olmak, bu sorunu körükleyen kapitalist sisteme karşı mücadele etmeyi zorunlu kılıyor. Çünkü çevre krizinin çözümü bir devrim sorunudur artık.