Almanya Savunma Bakanlığı’nın yaptığı açıklamaya göre pandemiye karşı verilen mücadelede Alman ordusu, ihtiyaç duyulması halinde 37 bin askeriyle hazırda bekletiliyor. Bu sayının 17 bin kadarını sıhhiye (sağlık) alanında çalışan askeri personel oluşturmaktadır. Asker dağıtımı eyaletlerin ihtiyacına göre yapılacak ve askeri hastanelerde ağırlıklı olarak korona vakalarına sağlık hizmeti verilecektir.
Oysa bugüne dek bu hizmetten çok sınırlı sayıda koronavirüs hastası faydalanabilmiştir. Savunma Bakanlığı’nın paylaşmış olduğu verilerden de anlaşılacağı üzere pandeminin mevcut dağılım hızıyla bu türden tedbirlere ihtiyaç yoktur. Ayrıca bütün hastanelerin, korona hastası dışında çok acil olmayan hasta kabulü de en azından şimdilik, güncel olarak askeri hastanelere ve personele ihtiyaç olmadığını göstermektedir. Alman ordusuna ait 820 yatak kapasitesine sahip beş hastanede toplam 48 koronavirüs hastası tedavi görüyor. Yine 159 yataklı yoğun bakım ünitelerinde 23 yatak koronavirüs hastalarının tedavisi için kullanıma açılmış bulunuyor. Ayrıca pandemi öncesinde de bu askeri hastanelerde tedavi gören hastaların çoğunluğunu (yaklaşık olarak %80’ini) siviller oluşturuyordu. (Veriler Deutsche Welle’den derlenmiştir.)
Peki ne oldu da tam da pandeminin kontrol altına alındığının iddia edildiği bir sırada ordu eliyle virüse karşı “savaş” ilan edildi? Pandemi dolayısıyla hayatını kaybedenlerin ve virüsün bulaştığı kişi sayısının beklenenin de altında olmasından ötürüdür ki alınan tedbirlerin ve sokağa çıkmama yönündeki toplumsal eğilimin gevşetilmesine, hatta bazı küçük ayrıntılarla kaldırılmasına karar verildi.
Bir dizi kurum ve bilim insanı böylesi bir adımın koca bir felakete dönüşme riski barındırdığını ve bunun yapılmaması gerektiğini belirtti. Ne yazık ki sonuç değişmedi. 20 Nisan’dan itibaren birçok işyerinin tekrardan açılmasına ve 4 Mayıs’tan itibaren de kreşler ve ilkokullar dışındaki eğitim kurumlarının ders başı yapmasına karar verildi.
Atılan bu adımla birlikte, federal hükümet ve Alman sermaye sınıfının açıkça pandeminin daha fazla insanı yok etmesinde bir sakınca görmedikleri anlaşılıyor. Sürekli bir biçimde ABD ve İtalya ile karşılaştırılan sayılar ve kendilerinin virüsü kontrol ettiklerinin propagandası, mümkündür ki daha fazla insanın mobilizasyonuna neden olacaktır. Böylesi bir durumda Almanya’nın yaşayacakları da diğerlerinden çok farklı olmayacaktır. Gerici sermaye düzeni koalisyon üzerinde yarattığı basınçla pandemi ile mücadele kapsamında alınmış olan önlemleri, atılacak olan pratik adımlarla tartışmalı bir hale getirdi. Eldeki verilerle güvenilir bilgi paylaşımı yapılamadığı gibi, yaratacağı sonuçları bile bile işçi ve emekçileri tekrardan üretime koşmak, kiliselere çağırmak bir katliam çağrısıdır ve kabul edilmemelidir. Çok sınırlı sayıda insanın enfekte olduğu ve hala bir parça kontrol edilebilir sınırlarda olan pandemik koşullarda topluma ekonominin zorunlulukları üzerinden işe dön çağrısı ve özgürlüklerin kısıtlanamayacağı yalanı üzerinden kilise çağrısı gerçek anlamıyla bir kokuşmuşluk örneğidir.
Bu arada Alman ordusunun 37 bin askerle sahaya iniyor olması sadece salgınla mücadelede halkın sağlığına ilişkin bir hassasiyet olarak anlaşılamaz ve anlaşılmamalıdır. Bunun da ötesinde bir anlam ve mesajlar taşımaktadır. Bunlardan birincisi ve en önemlisi, yaşanması muhtemel sosyal patlamaların önünü almak için ordunun sokaktaki varlığını meşrulaştırma, bir diğeri ise Alman emperyalizminin topluma militarist görselliği ve kuvveti kabul ettirme girişimidir. Ayrıca bu konuda az mesafe kaydettiği de söylenemez. Alman ordusu, bugün Balkanlar’dan Afrika’ya, Ortadoğu’dan uzak Asya’ya, Baltık ülkelerinden Ukrayna’ya kadar Alman burjuva sınıfının kirli çıkarları için el yükseltmiştir. Fırsatını bulmuşken Covid-19 virüsünün toplumda yarattığı korku ve panik hali de bahane edilerek sermaye düzeninin işçi ve emekçi düşmanı politikalarına toplumsal bir taban yaratılmak istenmektedir.
Pandeminin toplumsal yaşamı esir aldığı bir dönemde askeri sözcülerin “her koşul altında ordunun dış operasyonlara hazır olması gerektiği”ni dile getirmeleri, yakın gelecekte ordunun oynaması muhtemel rolüne yapılmış bir vurgudur. İç politikaya ilişkin de Gestapo polisinin yeterli gelmediği alanlarda kontrolün orduda olacağı ise işin abecesidir. Milyonlarca insanın işini kaybederek işsizler ordusuna dahil olacağı ve yine bu milyonların içinden birçoğunun sokakta yaşamaya mecbur kalacağı bir düzende, açıklamakla bitiremedikleri “yardım paketleri”ndeki milyarlarca euronun akıtılacağı sınıfı koruyacak bir ordunun sahaya sürülmesi değişmez bir kuraldır.
İçinde bulunduğumuz 1 Mayıs’ın ön günlerini ciddi bir hazırlığın vesilesi yaparak, başta işçi ve emekçiler olmak üzere topluma vahşi kapitalist düzenin dayattığı yıkımı anlatmak ve direniş çağrısı yapmak bir zorunluluktur.
Alman sermaye sınıfı on yıllardır kapsamlı bir sosyal saldırıyla işçi ve emekçilere ölümü göstererek sıtmaya razı etti. En başta sendikal bürokrasi eliyle silahsızlandırıp esir alarak ve sonrasında ise ucuz işgücü tehdidi ve işsizlikle... Bugünkü özel koşullarda ise en sıradan sağlık hizmetini vermeyi kendi payına yük görerek, onlardan canlarını istemektedir. Zira yok etmek kapitalizmin en doğal refleksidir. O halde ya bu refleksin kurbanları ya da toplumsal yaşamı başından sonuna dek sosyalistçe örgütleyip, kendi hayatımızın efendisi olacağız.