Türkiye kapitalizmi yaklaşık bir yıldır ekonomik kriz içinde debeleniyor. 2018 yazında, birbiriyle bağlantılı olarak yaşanan Amerikalı Rahip Brunson davası, ABD Başkanı Trump’ın Türk sermaye devletini aşağılayarak tehdit etmesi, yanı sıra yaptırım kararı, Zarrab davasıyla ilişkilendirilen Halkbank Genel Müdür Yardımcısı Hakan Atilla’nın tutuklanması vb. gibi gelişmeler dolarda sıçramalı yükseliş ve dalgalanmaları tetiklemişti. AKP-Erdoğan iktidarı böylece patlak veren ekonomik krizin o dönem geçici bir sarsıntı olduğu iddiasındaydı. Bu iddia, “kriz miriz yok” sözlerinde ifade bulan bir arsızlıkla aylar boyunca sürdürüldü de.
Fakat zaman içinde söz konusu gelişmelerin sadece fitili ateşlemiş olduğu gerçeği yadsınamaz hale geldi. Ekonomide yaşanan çöküş, AKP’nin işbaşına geldiği/getirildiği 2002’den bu yana sürekli beslediği ve kontrol altında tuttuğu kriz dinamiklerinin en sonunda kendine özgü bir sarsıntıyla açığa vurmasıydı. Söz konusu dinamikler yalnızca kapitalizmin yapısal sorunlarının ürünü olarak birikmedi, dinsel gerici iktidarın tüm alanlardaki aç gözlülüğünden, şatafat, zenginleşme ve lüks düşkünlüğünden de beslendi. Öyle ki Türkiye’nin dış borcu 450 milyar doları aşarak milli gelirin %60’ını buldu.
Bu arada AKP’li dönemde sermaye binbir yolla alabildiğine palazlandırıldı. Dünya kapitalizminin 2008’de başlamış bulunan büyük depreminin ilk dönemlerinde dahi Türk tekelci burjuvazisi yıllık cirolarını büyütmeye, kârlarını katlamaya, dolar milyarderlerinin sayısını arttırmaya devam etti. Bununla paralel olarak hem önemli bir kesimi yandaş hale getirildi hem de dünün orta halli yandaş sermaye kesimi alabildiğine semirtildi. Özellikle inşaat sektörü ve kamudaki rant alanları yandaş sermayenin arpalığı olarak tepe tepe kullanıldı.
Nitekim o dönem Türk sermaye sınıfının ve ekonominin durumundan yola çıkılarak krizin teğet geçtiği dahi söylendi. Bu, elbette işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin 17 yıldır sürekli hak kayıplarına uğradığını, yaşam kalitesinin ve çalışma koşullarının günden güne kötüye gittiğini görmezden gelmeye dayalı bir söylemdi. Bir diğer deyişle kitlelerin maniple edilebilmesi sayesinde ileri sürülebilen bir argümandı.
Oysa işçi sınıfı ve emekçi kitleler salt o dönem değil, 17 yılın toplamında hep fatura ödediler. Üstelik bu fatura haliyle salt ekonomik alanla sınırlı da kalmadı. Gayri Safi Yurtiçi Hasıla ve kişi başına düşen ortalama gelirde yaşanan artışa rağmen alım gücünün sürekli düşmesine ve emekçi nüfusun temel tüketim maddelerini alamaz hale gelmesine, haftalık işgününün fiilen artması, işsizlik oranlarında düzenli yükselme, taşeron işçiliğin ve esnek çalışma uygulamalarının yaygınlaşıp olağanlaşması eşlik etti. Yanı sıra sağlık, eğitim, sosyal hizmet, emeklilik vb. alanlarda, çocuk, kadın ve gençlik politikalarında, keza kültürel ve moral değerlerde çöküş üstüne çöküş yaşandı. Ki bu iflas, AKP iktidarının şefi tarafından bile birden fazla kez itiraf niteliğinde sözlerle tescillenmiş de bulunuyor.
Tüm bunlar siyasal hak ve özgürlükler budanmaksızın, gerici-faşist baskı tırmandırılmaksızın hayata geçirilemezdi. Son kertede Türkiye’nin bu açıdan nasıl bir zorbalıkla yönetilir hale geldiği, dinsel gericiliğe ve ırkçı-şovenizme dayalı tek adam rejiminin adım adım nasıl inşa edildiği biliniyor. Haziran Direnişi’nin bastırılması, 7 Haziran 2015 seçimlerinin iptali ve Kürt halkına karşı kirli savaşın yeniden tırmandırılması ve en sonu Fethullahçı çetenin darbe girişimi, despotik saray rejimin tahkimatında başlıca dönüm noktalarını oluşturdular.
AKP-Erdoğan rejiminin bu gelişmeler üzerinden ekonomik krizi iç politika planında oldukça avantajlı koşullarda karşılaması derdine derman olmadı. Uzun bir süre yok sayılan ekonomik kriz, tüm denetleme çabalarına rağmen tam da 31 Mart Yerel Seçimleri yaklaşmışken iyice görünür hale geldi. Gerici-faşist iktidara faturası ise şimdilik bir ölçüde yerel seçimler üzerinden yansımış oldu.
Halihazırda AKP-Erdoğan iktidarı ekonomi programlarıyla, kalkınma planlarıyla, torba yasa düzenlemeleriyle emperyalist ve yerli burjuvaziye umutlar pompalama çabasını sürdürüyor. Ekonomik kriz ise farklı alanlardaki yansımalarıyla derinleşmeye devam ediyor. Üstelik dış politikada gündemi kaplayan kimi gelişmeler (S400 krizi, Doğu Akdeniz gerilimi, Suriye-İdlib’de çeteler meselesi, Libya’da sıkışma, Rojava-Fırat’ın doğusu sorunu, Güney Kürdistan’a harekat vb.), ekonomideki krizi süreklileştirecek bir nitelik taşıyor.
İşçi sınıfı ve emekçi kitlelerin AKP iktidarı döneminde ödedikleri ekonomik-sosyal faturaların en ağır tutarını son bir yıldaki kayıplar oluşturdu. Sadece işsizlikteki önlenemez tırmanış dahi başka söze gerek bırakmıyor. Son bir yılda işsizler ordusuna 1 milyon 200 bin civarında insan katıldı. Resmi işsizlik oranı %14’leri, gerçek işsizlik oranı %20’leri buldu. Üstelik bu artış, giderleri İşsizlik Fonu’ndan karşılanan işçilerin İŞKUR üzerinden bedavaya kapitalistlere peşkeş çekilmesine rağmen yaşandı. Keza işçi ve emekçilerin en temel tüketim maddelerini alamaz hale gelmeleri bir diğer çarpıcı göstergedir. Enflasyonun tırmanışı, zam furyası ve vergi politikası karşısında ücret zamları hızla buharlaşır oldu.
Bilindiği gibi işçi sınıfının en canalıcı kazanımlarından biri olan ve olduğu kadarıyla iş güvencesinde de rol oynayan kıdem tazminatı yine bu kriz döneminde ciddi bir şekilde hedefe çakılmış durumda. İşçi sınıfı ve emekçiler cephesinden özellikle 1 Mayıs sürecinde kıdem tazminatının fona devir yoluyla gasp edilmesi planına karşı ciddi bir duyarlılık yansıtıldı. İçten içe bu duyarlılık/tepki canlılığını sürdürüyor olsa da bu henüz burjuvaziye ve AKP-Erdoğan iktidarına geri adım attırabilecek somut eylemlilik haline dönüşmüş değil.
Sınıf hareketi cephesinde halihazırda sürmekte olan zayıflık, sermayenin gündemdeki grup toplu sözleşme süreçlerine özgüvenle adım atmasına yol açmış bulunuyor. Öncesinde bir dizi eyleme konu olan TÜPRAŞ sözleşmesinin Yüksek Hakem Kurulu kararıyla bağıtlanması karşısında suskunluğa gömülen sendikal yapı ve işçiler gerçeği, sermayenin özgüvenini ayrıca biledi.
200 bin kamu işçisini kapsayan TİS görüşmelerinde AKP iktidarının sefalet zammı (en son teklif ilk altı ay için yüzde 6, ikinci altı ay için yüzde 4) dayatmasından vazgeçmemesi, sınıf cephesinden bugüne kadar ciddiye alınabilecek bir tepki gelmemesinin ürünüdür. Yine memur statüsündeki 3 milyon kamu emekçisi ile 2 milyon kamu emeklisinin koşullarını belirleyecek Kamu TİS’lerinin daha başında, yandaş sendika Memur-Sen’in teklifi aracılığıyla adeta satışın zeminini hazırlama cüreti sergilenebiliyor. KESK’in görüşmelerden bir gün önce dört koldan başlattığı Ankara yürüyüşü, halihazırdaki tek elle tutulur tepki durumundadır. Geçmiş dönemlerden de bilindiği üzere, kamu da dahil tüm TİS süreçlerinde tabanın bağımsız inisiyatifi ve aktif katılımıyla fiili, meşru, militan bir mücadele süreci örgütlenmedikçe, sendikal bürokrasinin bu türden eylemleri gelip bir noktada etkisizleşmekte, son kertede adeta hava boşaltma hamlelerine dönüşmektedir.
Öte yandan kamu emekçilerinin toplu sözleşme süreci bu yıl aynı zamanda MESS Grup TİS’lerini önceliyor. Krizin günbegün derinleştiği, yani faturanın kabarmaya devam ediyor olduğu bir dönemde üst üste düşen TİS süreçleri sınıf mücadelesi açısından ciddi olanaklar barındırıyor. Dolayısıyla işçi sınıfının önünde oldukça kritik bir dönem uzanıyor. İşçi ve emekçiler ya örgütlü mücadeleyle hem krizin faturasını sermayeye ve iktidarına ödetecek ve hem de geçmiş yılların kayıplarını telafi edecekler ya da çok daha ağır koşullarda çalışmaya ve yaşamaya katlanacaklar. Deneyimlerin de gösterdiği gibi, ipleri sendikal bürokrasinin eline bırakmak baştan kaybetmek demektir. Kazanmak için bir kez daha gücünü taban inisiyatifinden, örgütlenmesinden alan, meşruluğunu sınıfın tarihsel haklılığına dayandıran fiili-militan mücadeleden başka yol yoktur.