Türkiye kapitalizminin ekonomik krizini bir türlü kabullenemeyen Tayyip Erdoğan ve ekonomi yönetimindeki aveneleri, son dönemde “krizi atlattık” söylemlerinin dozunu arttırdı. Her fırsatta “kriz mriz yok” iddialarını öne süren demagoglar bu sefer, belli ekonomik göstergelerin geçen yıla kıyasla “iyileşme” görüntüsü vermesini fırsat bildi ve “her şey yolunda” demeye başladılar. Öyle ki bu sefer işi demagojinin ötesine götürdüler ve Merkez Bankası eliyle 4,25 puanlık faiz indirimini hayata geçirdiler.
2018 Eylül’ünde Merkez Bankası (MB) politika faizini 6,25 puan arttırarak yüzde 24’e çıkarmıştı. MB’deki son görev değişikliği ile piyasaları bir nevi test eden Erdoğan ve ekonomi yönetimi, politika faizinde bu sefer beklentilere paralel 4,25 puanlık indirime gitti.
Sermayenin faiz indirimi heyecanı
Kapitalizmin para politikalarının sözde “bağımsız” uygulayıcısı Merkez Bankası’nın aldığı indirim kararı, sermaye cephesinde de büyük oranda umutla karşılandı. Bu tablo, faiz indirimini esasta kimin istediğini ve buna kimin ihtiyacı olduğunu, “bağımsız MB”, Erdoğan yönetimi ve sermayenin ortak işleyişini tekrar gözler önüne serdi. Zira bizzat Erdoğan ve AKP’sinin temsil ettiği, ucuz dövizle köşeyi dönüp borca batmış bulunan sermaye kesimlerinde konkordato ilanlarının arkası kesilmiyordu. Bu kesimler, kârlarını güvencelemek adına, yeni ucuz kredilere ve dolayısıyla düşük faizlere acil ihtiyaç duyuyorlardı. MÜSİAD,
ASKON, DEİK, TİM, İSO, İTO, ATO, BTSO ve TESK’in başında bulunan sermayedarlar, faizin daha da düşmesini beklediklerini dile getirerek faiz indirimi kararını büyük bir coşkuyla karşıladılar.
Bu sermayedarlar daha çok kâr edebilmek için daha fazla sermayeye, ucuz krediye ve borca ihtiyaç duyuyorlar. Yalnızca kâr etmeye odaklı çarklarını kısa vadede yeniden döndürebilmek adına düşük faiz istiyorlardı. Ve dedikleri gibi “Dövizin ve enflasyonun dizginlendiği, işsizliğin geriye düşmeye başladığı, dış ticaretin arttığı, cari açığın düştüğü” bir durum görüldüğü anda, bunu fırsat bildiler.
Öte yandan, son dönemde İstanbul seçimlerinin yenilenmesi üzerine eleştirilerinin dozunu bir parça arttıran
TÜSİAD da faiz indirimi kararına Merkez Bankası’nın bağımsızlığı vurgusuyla sınırlı bir “tepki” gösterdi. Anlaşılan o ki, emperyalist finans merkezlerinin ve piyasaların bile esaslı bir hareketlilikle karşılamadığı faiz indirimi kararına dair TÜSİAD da “fazla söze” gerek duymadı.
Ekonomi alanında kısa vadeli çırpınışlardan tatmin olmayan, kapsamlı sosyal yıkım saldırılarının hayata geçirilmesini defalarca kez dile getiren TÜSİAD, ekonomi alanındaki temel sorun olan borçlar ve takipteki kredilerle ilgili yaklaşımını bizzat en üst perdeden Temmuz ayının başında ortaya koymuştu. TÜSİAD Başkanı Simone Kaslowski, “Batan gemi varsa, belki de batması gerek” diyerek, sermayenin zayıf halkalarının büyük sermaye tarafından yutulması gerekliliğine işaret etmişti. Nitekim kapitalizmin yasaları da böyle olmasını gerektiriyor.
Ekonomiyi ne bekliyor, işçi sınıfı neye hazırlanmalı?
Faiz indirimi kararı sermaye cephesinde umut ve iyimserlikle karşılansa da Türkiye kapitalizminin, yüksek dış borçlar ve dış finansman ihtiyacı gibi yapısal sorunlarıyla ilgili köklü bir adım atılması beklenmiyor.
Şu ana kadar atılan adımlar gösteriyor ki, sermaye sınıfının borç yükü devlete, kamu başta olmak üzere bankalara ve işçi sınıfı ile emekçilere yüklenerek ekonomik krizi geçiştirme çabası sürecek.
Yalnızca kendi kârlarının ve zenginliklerinin derdinde olan sermaye cephesinin, Türkiye kapitalizminin ‘yapısal sorunları’na Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana çözüm üretemediği, bizzat kendileri tarafından da kabul edilmiş durumda. TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi (YİK) ve Anadolu Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Tuncay Özilhan’ın 12 Aralık 2018 tarihli TÜSİAD YİK toplantısındaki şu sözleri bunun açık bir itirafı niteliğindedir:
“Geçmişte de, bugün de, Türkiye ekonomisinin en temel sorunu tasarruf açığı. Tasarruf açığını azaltmak zordu. Bunun yerine, günü kurtarmak için dışarıdan borçlanmak kolaydı. Dışarıdan para akışının kesilmesi krizleri tetikledi. Ta Osmanlı’dan beri bu hep böyle oldu. Çok sayıda iktidar geldi geçti, ama hiçbirisi uzun vadede bünyeyi kuvvetlendirmeye yönelmediği için Türkiye’nin dış açık sorunu hiç çözülmeden bir iktidardan öbürüne aktarılıp gitti.”
Bugün sermayenin AKP’den sözde beklentisi bu sorunlara çözüm bulunması olsa da Türkiye burjuvazisi ve siyasi temsilcileri, “Osmanlı’dan bu yana” bir çözüm üretememiş, emperyalizme kölece bağımlılık ilişkilerini sürdürmüş ve üstüne bunun da sefasını sürmüşlerdir. Bugün de AKP iktidarı eliyle aynı sorunlar derinleştirilmekte, ama dinci gerici iktidar ve tüm sermaye kesimleri bunun sefasını sürmeye devam etmektedir. Bahsedilen sorunun kaynağı kapitalizmdir ve somutunda da Türkiye ekonomisinin emperyalist kapitalist sistemle kurduğu ilişkidir.
Bu ilişkiden dolayı yüz yılı aşkındır yaşanan krizlerin faturası, haliyle işçi sınıfına ve emekçilere, daha fazla yoksulluk, işsizlik, çekilmez bir hayat olarak geri dönmüştür. Bugün de benzer şekilde çalışma ve yaşam koşulları giderek çekilmez hale gelmekte, krizin acı reçetesi işçi ve emekçilere ödetilmeye çalışılmaktadır.
İşçi sınıfı ve emekçilerin faturayı ödememesinin tek yolu bu kapitalist ilişkileri ortadan kaldırmak ve emperyalist kapitalist sistemde gedik açmaktan geçmektedir. Bunun ilk adımı ise, kapitalizmin krizinin faturasını ödememek için örgütlenmek ve mücadele etmektir.