Almanya 19 Şubat akşamı faşist bir katliamla sarsıldı. Hessen eyaletindeki Hanau kentinde iki ayrı nargile kafeye yapılan silahlı saldırıda 9 kişi hayatını kaybetti, çok sayıda kişi de yaralandı. Bu ırkçı katliamla birlikte neo-faşist hareket bir kez daha toplumun gündemine oturdu.
Irkçı ve neo-faşist hareketlerin sürekli olarak güç kazanması, Almanya’daki en önemli siyasal gelişmelerden biridir. Birçok siyasal göstergenin yanı sıra, zaman zaman gerçekleşen fiziki saldırılar, cinayetler ve katliamlar bunu ayrıca kanıtlamaktadır. Polis, ordu teşkilatı ve istihbarat örgütleriyle iç içe olan, onlar tarafında korunup kollanan bu ırkçı faşist çetelerin tasmaları ihtiyaca göre uzatılıp kısaltılmaktadır. Efendilerinden güç alan bu cinayet çeteleri kendilerini şiddet aracılığıyla ifade etmeye daha sık başvurmaktadırlar.
Hitler artıklarının işlediği katliam ile gündemin baş köşesine oturan faşist harekete dair değerlendirmelerde “faşist” kelimesinin kullanılmamasına büyük özen gösterilerek, “sağ radikalizm” olarak tanımlanıyor. Bu insanlık dışı saldırı, düzenin sözde uzman ve psikiyatristleri tarafından faşist hareketi aklayan rezilce yorum ve analizlere konu ediliyor. Bilinçli bir tutumla faşist hareket “radikal sol”la aynılaştırılarak, bu cinayet şebekeleri değil adeta sol akımlar teşhir ediliyor. Saldırının bir “terör” saldırısı olmadığı, saldırganın ırkçı fikirleri olsa da psikolojik hasta/şizofren olduğu bıkmadan tekrarlanarak, faşist cinayet şebekesi aklanıyor. İstisnasız her cinayetin ardından değişmeyen bir davranış çizgisi ve argümanlardır bunlar.
İktidar adına konuşanların yanı sıra çeşitli parti temsilcileri ve Avrupa Parlamento sözücüleri de, her zamanki gibi “korkunç eylemler nedeniyle şoke” olduklarını söyleyerek cinayeti “şiddetle kınıyorlar”. “Her türden nefret ve şiddete karşı birlikte duracağız” diyorlar. İkiyüzlülük örneği demagojik açıklamalardır bunlar. Zira, cinayet şebekelerinin Nazi sembolleriyle binlerce polis koruması altında yürümelerini sağlayanlar ve bunun da “demokrasi”nin ve “fikir özgürlüğü”nün doğal sonucu olduğunu savunanlar bizzat kendileridir.
Kapitalizmin öz be öz ürünü olan faşizm, 20. yüzyılda iktidara geldiği coğrafyada bir kez daha yeniden bir tehdit olarak insanlığın gündemine girmiş durumdadır. Bunun gerisinde kapitalizmin giderek derinleşen çok yönlü krizi durmaktadır.
Büyüyüp derinleşen ekonomik ve sosyal sorunlar, işsizlik, yoksulluk, güvencesizlik, geleceksizlik vb., olgular işçi sınıf ve emekçi kitlelerde büyük bir öfke ve hoşnutsuzluk biriktirmektedir. Bu öfke ve hoşnutsuzluğun kapitalist sisteme yönelemediği ve devrimci bir alternatife dönüşemediği bugünkü koşullarda, faşist hareketin gelişme imkanına dönüştürülmektedir. Irkçı-faşist propaganda, bütün bu sorunlardan bunalan toplumsal kesimlerin arayışını yabancı düşmanı ırkçı söylemlerle kucaklamayı başarabilmektedir. Geçtiğimiz yüzyılda faşist hareketi iktidara taşıyan koşulların hemen hepsi bugün de mevcuttur ve emperyalist burjuvazi çok yönlü krizine bir yanıt hesabıyla onu karşı-devrimci bir alternatif olarak hazırlamaktadır.
Irkçı-faşist hareketler bizzat finans kapitalin gizli ama cömert destekleri ve kapitalist devletlerin açtığı olanaklar ve doğrudan teşvikleriyle, gizli servislerin manipülasyon ve fiili örgütleme çabalarıyla gelişip güçlenmektedirler.
Dolayısıyla faşist harekete/faşizme karşı mücadele, kapitalizme karşı verilecek mücadelenin ayrılmaz bir boyutudur. Bu mücadele ancak net bir anti-kapitalist perspektifle devrimci bir işçi hareketi önderliğinde geliştirilebildiği koşullarda gerçek karşılığını bulacaktır.
TKİP Yurtdışı Örgütü
21 Şubat 2020
www.tkip.org