Emperyalist-kapitalist sistemin krizi tüm dünyada yoksulluk, işsizlik, militarizm, silahlanma yarışı, savaşlar ve kitlesel göçlere yol açmakta, bunların ürünü olarak ırkçı-faşist hareketlere giderek güç kazandırmaktadır. Bunu yaşayan ülkelerden biri de dünya kapitalizminin baş aktörlerinden biri olan Almanya’dır.
Almanya, yakın tarihinde Hitler faşizmi şahsında yaşanan acı deneyime rağmen, bir kez daha ırkçı-faşist düşünce ve hareketlerin hızla geliştiği bir ülke durumunda. Bu gelişme Almanya ile sınırlı değil kuşkusuz. Fransa, Avusturya, Hollanda, İngiltere ve İtalya gibi burjuva demokrasisinin beşiği sayılan hemen tüm batı Avrupa ülkelerinde ırkçı-faşist hareketler güç kazanıyorlar. Hatta Fransa ve Avusturya’da son seçimlerde iktidarı almalarına ramak kaldı.
Faşizm kapitalist sistemin dolaysız bir ürünüdür. Başta Almanya olmak üzere batı Avrupa ülkelerinin tarihin belli kesitlerinde “burjuva demokrasisi”ni yaşamaları, sosyalizm ile işçi- emekçilerinin zorlu mücadelelerinin ürünü olmuştur. Kapitalizmin genel krizinin kendini göstermesiyle birlikte siyasal gericilik yeniden boy vermeye başlamıştır. Krize girmiş kapitalizm ise, polis devleti uygulamalarıyla birlikte ırkçı-faşist düşünce ve hareketlere daha çok ihtiyaç duymaktadır. Irkçı ve faşist hareketlerin yeşerip serpildiği asıl zemin burasıdır.
Neo-liberal saldırılarla faşist hareketler!
Tüm araştırmalar, ‘90’lı yılları, Almanya’da ırkçı-faşist hareketlerin yeniden baş gösterdiği tarih olarak kayda geçiyor. O tarihten bu yana ırkçı-faşist hareket güçleniyor. Bu tarih bir rastlantı değil elbette.
‘90’lı yıllar Sovyetler Birliği’nin dağıldığı ve sosyalizmin yenilgisinin ilan edildiği bir tarihsel evredir. Önündeki bu son engelin de kalkmasıyla, Almanya’da ve tüm dünyada kapitalizmin gemi azıya aldığı bir dönemdir.
Reagen, Schröder ve Thatcher’ın temsil ettiği, neo-liberal saldırıların hız kazandığı, batı kapitalizminin “sosyal devlet” kamburundan kurtulmaya başladığı, sosyal hakların bir bir gasp edildiği, bunun sonucu olarak işsizlik ve yoksulluğun giderek arttığı bir dönemdir.
Bu dönem aynı zamanda, sol ve devrimci hareketlerin dağıldığı, güç ve moral kaybettiği bir tarihi evredir.
Bu koşullarda, kendiliğinden oluşan veya bizzat devlet tarafından örgütlenen ırkçı faşist hareketler, kapitalizmin mağdur ettiği emekçilerin öfkesini manipüle ederek, bu ülkedeki göçmen veya “yabancı”lara yöneltmeyi başarıyorlar.
Yine istatistiklere göre, Almanya’da ırkçı-faşist saldırıların en yüksek olduğu yıllar 2013-2015 yılları. Yani, başta Ortadoğu olmak üzere dünyada emperyalistlerin yol açtıkları savaşlar sonucu büyük kitlesel göçlerin yaşandığı yıllar.
İşsizlik, yoksulluk, savaş ve kitlesel göçler, tümü de kapitalist sistemin doğrudan ürünüdür. Bütün bunları kullanarak güçlenen ırkçı-yabancı düşmanı faşist hareketler de bu düzenin öz be öz çocuklarıdır.
Alman burjuvazisi ırkçılıktan medet umuyor!
Bugün Alman emperyalizmi, dünyada başa yarışan ekonomik gücüne rağmen, krizi yönetmek için bir kez daha ırkçı-faşist düşünce ve örgütlere ihtiyaç duyuyor. Alman devleti, sadece faşizmin yeniden güç kazanacağı nesnel koşulları yaratmakla kalmıyor, çeşitli faşist örgütleri bizzat finansal ve örgütsel olarak da destekliyor.
Geçmişten bugüne NPD, NSU, Pegida, AfD, tüm bu faşist parti ve örgütlerin arkasında Alman devleti var. Yıllardır topluma karşı suç işlediğine dair somut delillere, açılmış onlarca davaya rağmen, Alman devleti NPD’yi bir türlü kapatmadı.
Muhalif sol örgütleri adım adım takip eden, gerektiğinde başına çöken Alman devleti, her ne hikmetse Nasyonal Sosyalist Yeraltı (NSU) adıyla ortaya çıkan ırkçı-faşist gruptan tam 13 yıl boyunca “haberdar olamadı.” NSU, neredeyse elini kollunu sallayarak 10 cinayet, 15 banka soygunu ve iki bombalı saldırı gerçekleştirdi. Örgüt 13 yıl sonra nihayet ortaya “çıkarıldı.” NSU’nun Thüringen eyaleti istihbaratıyla bağlantılı olduğuna dair güçlü deliller olmasına rağmen, sanıklardan ikisi “intihar” süsü verilerek yakıldı. Geriye kalan tek sanık olan Beate Zschaepe yıllarca “susma hakkını” kullandı. 5 yıl süren, 438 duruşması yapılan davada sadece iki kez konuştu, devlet bağlantısıyla ilgili bilgi vermedi. Sonuçta bütün günah B. Zschaepe’e yüklenip ömür boyu hapse mahkûm edildi, böylece Alman derin devleti temize çıkarıldı.
Neo-nazilerin küçük insan gruplarıyla yapmak istedikleri gösterilere “fikir özgürlüğü” kapsamında izin verildiği gibi, göstericileri korumak için yüzlerce-binlerce polis seferber ediliyor. Bu gösterileri engellemeye çalışan anti-faşist güçlere karşı ise polis terörü estiriliyor.
Bundan birkaç yıl önce radikal islami gericiliğe karşı sözüm ona mücadele gerekçesiyle Dresden’de ortaya çıkan ve kitlesel gösteriler düzenleyen faşist PEGİDA hareketinin arkasında da Alman devletinin özel teşviki ve desteği vardı.
Şimdilerde ise, diğerleri yıpranıp kullanım değerleri düştüğü için, AfD piyasaya sürülmüş bulunuyor. Almanya için Alternatif (AfD) adlı bu ırkçı-faşist partinin son eyalet seçimlerinde gösterdiği başarı, faşizmin Almanya’da yeniden nasıl bir tehlike haline geldiğinin kanıtıdır. Programı ve pratiğiyle son derece ırkçı ve yabancı düşmanı bir parti olan AfD’nin “önlenemeyen” bu yükselişi, Alman burjuvazisinin faşizme duyduğu ihtiyacın ve onu gelişen toplumsal harekete karşı bir dalgakıran olarak kullandığının kanıtıdır.
Bu faşist örgütlenmeleri kuran veya yönlendirenler burjuvazi ve istihbarat örgütleri olsa da, bunların kitle tabanı çoğunlukla emekçi sınıflardan oluşmaktadır. En güçlü oldukları bölgeler eski DDR toprakları olan Almanya’nın doğu eyaletleridir. Alman devleti bu bölgeleri bir laboratuvar gibi kullanmakta, faşist hareketleri özel tarzda örgütleyerek anti-komünist histeriyi diri tutmayı, sosyalizmin itibarını bu yolla da zedelemeyi hedeflemektedir.
Anti-kapitalist temelden yoksun anti-faşist mücadele!
Almanya Hitler şahsında tarihin gördüğü en barbar faşizmi yaşadı. Bunun bıraktığı derin izlerin toplumun hafızasından silinmesi kolay değil. Nitekim bugün Alman toplumunda ciddi bir anti-faşist potansiyel var.
Yakın zamana kadar anti-faşist örgütlenmeler için de geçerliydi bu durum. Çoğunlukla gençlerden oluşan güçlü, dinamik ve kitlesel anti-faşist otonom gruplar vardı. Bu gruplar neo-nazilerin gösterilerine bazen on binleri bulan kitlesel gösterilerle karşılık vermeyi başarabiliyorlardı. Gelinen yerde bu grupların gittikçe zayıfladıkları ve dağılmaya yüz tuttukları gözleniyor.
Anti-kapitalist bakıştan ve buna dayalı bir programdan yoksun bu tür örgütlenmelerin kalıcı ve istikrarlı olmaları beklenemez. Bu yanıyla yaşadıkları akıbet anlaşılırdır. Bu yapısal zayıflıkları bir yana, sergiledikleri pratik de bugünkü duruma gelmelerini hızlandırdı. Toplumdan kopuk maceracı pratikleri, anti-faşist eylemi çoğu zaman sokaklarda neo-nazi avlamaya ve polisle çatışmaya indirgeyen tutumları, kimi zaman sorumsuzca başvurdukları şiddet eylemleri vb., Alman devletinin onları “sol şiddet” yaftasıyla işçi ve emekçilerden yalıtmasını kolaylaştırdı.
Düzene karşı devrim, kapitalizme karşı sosyalizm!
Devrimci teorinin ve tarihsel pratiklerin döne döne kanıtlaması bir yana, Almanya’nın henüz hafızalarda diri olan yakın tarihinin de bir kez daha gösterdiği gibi; faşizm kapitalizmin ürünüdür ve o yaşadığı müddetçe bu beladan kurtulmak mümkün değildir. Bu böyle olduğu içindir ki, düne kadar “burjuva demokrasisi”nin kalesi sayılan Almanya, derinleşen kapitalist krize karşı çözümü bir kez daha polis devleti uygulamalarında, faşist yasalarda ve dahası faşist çetelerden medet ummakta bulmaktadır.
Anti-faşist mücadele sınıfsal özünden soyutlandığında, düzen içi reformist bir nitelik kazanır. Oysa faşizmi ihtiyaç haline getiren kapitalizmin bizzat kendisidir. Bu yüzden komünistler anti-faşist mücadeleyi kapitalizme karşı mücadeleden ayrı ele almazlar. Kapitalizm aşılmadan bu sorunun kesin ve kalıcı çözümünün mümkün olmadığını bilirler. Sorunun gerçek çözümü, komünistlerin kullandığı özlü bir sloganda gizlidir: “Sınıfa karşı sınıf, düzene karşı devrim, kapitalizme karşı sosyalizm!”
200. doğum gününü kutladığımız Marks’ın, 101. yılını geride bıraktığımız Ekim Devrimi’nin ve onun önderi Lenin’in, 100. yılına giren ve zengin deneyimler geride bırakarak kaybedilen Alman Kasım Devrimi’nin bize öğrettiği de budur.