Her şeyin kontrol altında olduğunu hissettirmek önceliktir. Anlayan için de sırıtan bir hiledir. Görüntü, masada ve sahada aktörün güç balonunu şişirir. Suriye’de gerçeklik Rusya ve ABD dahil bütün aktörler için mutlak değil rölatiftir; en güçlü olanın eli de ötekine bağlıdır, göreceli bağımlıdır. O yüzden çoğu zaman komplo teorileri toz duman içinde yolunu kaybediyor.
“Allah’ın izniyle Afrin’e girdik, Menbic’e de gireriz; Fırat’ın doğusuna da. İdlib’de de oluruz” diyenin Allah’tan başta izin alacağı ya da rızasını gözeteceği bir sürü makam vardır.
MİT’in bir sürü örgütü itekleyerek organize ettiği Suriye Ulusal Ordusu’nun ulusallığı hikâyedir, ordu olduğu iddiası da. Ya da selefi, ‘soluk’ selefi ve pragmatist-ılıman İslamcıların çatı kuruluşu Ulusal Kurtuluş Cephesi, Türkiye desteklidir ama “Türkiye’nin kontrolü altındadır” savı bir avutmadır.
Radikal cihatçılar arasında Heyet Tahrir el Şam (HTŞ), İdlib’in yüzde 90’ına hükmeder ama tüm cihatçıların patronu değildir. Türdeşleriyle kavgası hasımlarından daha çetindir.
***
Nedendir bu metafor?
Geçen Cuma Türkiye sınırlarında bir öfke patlaması yaşandı. Öncesinde Suriye ordusu Han Şeyhun’a girmiş, Morek’teki Türk gözlem noktası kuşatılmış ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan soluğu Moskova’da almıştı. Silahlı gruplar, Türkiye’nin kalkan gibi durmasını umarken Erdoğan’ın Rusya lideri Vladimir Putin’le dondurma yalayıp Rus uçaklarına alıcı çıkması “İdlib satıldı” hissi yaşattı. Rusya, Türk askeri noktalarının etrafına Rus polisi dikip herkesi kapsamayan, geçici olmaya da mahkum bir ateşkesle Türk tarafını teskin etti.
Şimdiye kadar eğitilip donatılan silahlı örgütler için Türk-Rus yakınlaşması büyük bir düş kırıklığı!
Erdoğan’ın Moskova’dan dönüşünün ardından “Milyonlar Türkiye Sınırını Yıkıyor” sloganıyla organize edilmiş kitleler, Cilvegözü/Bab el Heva Sınır Kapısı ve Atme’deki gayri resmi sınır kapısına dayandı. İdlib merkezi, Cisr el Şuğur ve Sarmada gibi yerlerde de aynı temayla gösteriler düzenlendi.
“Hain Türkiye”, “Türk askeri Rusya’ya çalışıyor”, “Reyhanlı’ya gidiyoruz, onlara bizi nasıl satacaklarını öğreteceğiz” diye sloganlar atıldı. Erdoğan’ın posteri yakıldı. Türk güvenlik birimleri müdahale etti, onlarca kişi yaralandı.
Anadolu Ajansı seçici bir tutumla Erdoğan’a müteşekkir bir göstericinin, “Rusya ve rejimin saldırılarının bir an önce durdurulmasını istiyorum. Ya da (Türkiye) bize kapıları açsın, Avrupa’ya göç etmek istiyoruz” dediğini aktardı. Sınırlarda baskıyı tırmandıranlar Suriye ordusunun açtığı tahliye koridorunu da ‘gerçek’ ve ‘güvenli’ bulmadıklarını ifade ediyor.
Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Norveç ziyareti sırasında Avrupalıları “Mülteci akını olur” diye korkutmaya çalışırken doğal olarak sınırdaki organize öfkenin arkasında Türk istihbaratının olabileceği yorumları da yapıldı. Kuşkusuz mülteci kartı hem AB’yi susturmak hem de Batı’dan hasıl olacak tepkilerle Rusya’yı dengelemek gibi ikili bir strateji tekrarlansa da İdlib’deki yürüyüşün örgütlerin işi olma ihtimali daha yüksek.
Türkiye mülteci akınını Avrupa’ya karşı şantaj aracına dönüştürürken kendisi de aynı şantajın muhatabı oluyor: Silahlı örgütler sınırları yıkma hamlesiyle Türkiye’yi kalkan pozisyonunda sabitlemeye çalışıyor.
***
Gelişmeler, bu işin tabiatında var olan bir gerçeği hatırlatıyor. Komşu bir ülkeye doğrudan ya da dolaylı müdahalelerde sıçrama tahtası olan ülkelerin yüzleşmekten kaçamayacakları bir son var: Savaşın yarattığı bütün belalar ithal edilir ve milis güçlerine verilen silahlar döner asıl sahibini vurur.
Bu lanet sonuç konusunda Türkiye’nin ne bir ayrıcalığı var ne de dokunulmazlığı.
Erdoğan, Putin’le Soçi Mutabakatı’nın altına imza atarken terör örgütü sayılan grupları ehlileştirebilecekleri ve buna direnen radikalleri tasfiye edebilecekleri öngörüsüne sahipti. Bunun için TSK’nin yedeğindeki örgütleri Suriye Ulusal Ordusu, ‘mesafeli işbirliği’ içindeki örgütleri de Ulusal Kurtuluş Cephesi adı altında toplayıp HTŞ ve diğer El Kaide bağlantılı örgütleri ‘anlamsız bir yekûn’ mesafesine indirgeyebileceklerini zannetti. MİT bu ayarlama için epey koşturdu. Fakat BM’nin terör örgütü listesindeki HTŞ kısa sürede İdlib’in yüzde 90’ına hakim olurken HTŞ’yi ‘işbirlikçi ve ılımlı’ bulan keskin kanatlar da hızla ‘anlamlı bir yekûn’ oluverdi.
Bu örgütler az ya da çok Türk hükümetine müteşekkir olsalar da Türkiye’nin Astana süreciyle birlikte Rusya’nın oyun kurgusu içinde hareket ettiğini görüyor ve beklenen sona hazırlanıyorlar.
Vekalet savaşının yeni yetme unsurları, Türkiye’nin fişi çekmesi halinde yeni bir ‘veren el’ bulamadıkları takdirde çöp gibi süpürüleceklerini biliyor.
Feylak el Şam gibi İhvan bağlantılı gruplar ya da Ahrar el Şam gibi El Kaide eskileri de yılların verdiği tecrübeyle pragmatist davranıp bir sonraki isyan mevsimine kadar sabır ve tevekkül evresine geçebilirler.
Fakat davalarına ölesiye adanmış örgütler var ki onlar bu savaşın en zorlu bakiyesi. Bunların TSK’ye yedeklenmiş olanların yanı sıra Türk toplumu ve devletine bakışları oldukça net. Hepsi Türkiye’yi ‘küfür düzeni’ olarak görüyor. Cihadi selefi havuzundaki tepkilerin niteliği bir renk skalasını andırıyor.
IŞİD’in Suriye’deki ilk yapılanması olup kendi yolunu tutturan HTŞ, Astana-Cenevre süreçlerini ihanet olarak görüyor ama Türkiye sınırlarından beslendiği için de ikili oynuyor. Gözlem noktalarının kurulmasına izin verirken iki beklentiyle hareket etti: Aman Türkiye ile düşmanlık hasıl olmasın ve sınırlar kapanmasın. İkincisi mümkünse Türk askeri gözlem noktaları Suriye ordusunun önünde bir bariyere dönüşsün.
HTŞ Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı’na eşlik eden örgütleri çizgiden sapanlar olarak nitelese de ortak düşmana karşı bunlarla ortaklık kurmaktan kaçınmadı. Hama’nın kuzeyi ve Han Şeyhun’daki çatışmalar sırasında bu ortaklık kendini Feth’ul Mubin Operasyon Odası olarak gösterdi. 2015’te İdlib’i düşüren ‘Fetih Ordusu’ da bu ortaklığın tecessüm ettiği kapsamlı örneklerden biriydi.
Aynı ideolojik damardan beslenen fakat El Kaide’den biatını geri çektiği için HTŞ’den ayrılan ya da başından beri ayrı duran radikal kanatlarda ise üç eğilim göze çarpıyor:
Bunlardan bir kısmı HTŞ’ye katılmasa da ortak hareket ediyor.
Bir kısmı HTŞ’ye karşı net bir duruş içinde ama ortak düşmana karşı birlikte hareket etme esnekliğini gösteriyor. Diğerleri ise Türkiye’nin içinde olduğu hiçbir cephenin parçası olmak istemiyor. Türkiye’nin gözlem noktası kurmasına izin verdiği için de HTŞ’ye kızgınlar.
***
Cihatçılarla iştigalde Erdoğan’ın bir hesabı varsa karşı tarafın da var. Erdoğan’ın cihatçılarla ilgili tasavvuru onların Türkiye’nin hedefleriyle ‘uyumlu’ ve ‘kullanışlı’ örgütlere dönüşmesiydi. Bunun olmayacağını gördü. Cihatçıların hâlâ canlı tuttukları beklenti ise sadece Türkiye’nin savaşa dahil edilmesi değil ülkenin kendisinin de cihadi bir sürece sokulması. Huras el Din saflarına Almanya’dan katılmış bir militan, Eymen Cevad el Temim’e verdiği röportajda bu beklentiyi şöyle dile getiriyor:
“Küffarın gücünü bölmek için Türkiye’nin bu savaşa doğrudan dahil olmasını ümit ediyoruz… Türkiye bu savaşa katılırsa, inşallah bu, cihadı Türkiye’ye taşıyacaktır. Olmazsa da sınırları açarlar, IŞİD zamanındaki gibi. Açık sınırlar muhacir ve silah demektir.”
Daha sonra yayından kaldırılan röportajda Huras el Din militanı Türkiye konusunda gayet açık sözlü konuşuyor: “Türkiye ‘mürteddir’ (dinden çıkmıştır) ama mücahitlerin çıkarları şu anda Türkiye’den yanadır. Savaşta bazen küffara karşı mürtedi kullanmaya cevaz vardır. Şu anda HTŞ’nin izlediği siyaset yüzünden Türkiye olmadan yaşayamayız. Her şey Türkiye’den geliyor. Türkiye sınırı kapatırsa kuşatılırız.”
***
Sonuçta elimine edilmesi öngörülen ve ateşkes kapsamında görülmeyen HTŞ ve diğer El Kaide unsurları, Soçi Mutabakatı ile imkansız taahhütler altına giren Erdoğan’ı açığa düşürdü. Türkiye bu örgütleri TSK’ye gerek kalmadan vekil güçleri kullanarak elimine etmeyi planlıyordu. Fakat süpüren HTŞ oldu.
Türkiye, Soçi uyarınca bizzat kendi ordusuyla müdahale ederse küresel cihat karavanındaki bu örgütlerin tutumu pasif düşmanlıktan aktif düşmanlığa dönüşebilir.
Bu noktada ilginç bir gelişme yaşandı. Erdoğan, Moskova’dan dönerken temasları konusunda ABD Başkanı Donald Trump’ı bilgilendirmişti. Kısa süre sonra koalisyon uçakları, Kefraya’da El Kaide’ye bağlı Huras el Din ile Ensar el Tevhid’in karargâhını yerle bir edip Maarrat Misrin yakınlarında bir konvoyu vurdu. Tam da ateşkese denk gelen bu saldırılar “Hedeflerle ilgili istihbarat MİT’den mi geldi? Acaba TSK’nin yapamadığını ABD mi yapıyor?” sorularını akla getirdi. Muhalif kaynaklar saldırıyı düzenleyen uçakların İncirlik’ten kalktığına dikkat çekiyor.
ABD, Fırat’ın doğusunu kendisi dizayn ederken Fırat’ın batısına Türkiye’nin vaziyet etmesini ‘kurguyu tamamlayan’ bir seçenek olarak görüyor(du). Bu türden bir bağlantının yersiz olma ihtimali de var elbette. ABD daha önce birkaç kez Fırat’ın batısında nokta atışları yapmıştı. Merkez Kuvvetler Komutanlığı (CENTCOM) sözcüsü Earl Brown’un şu sözü Türkiye’nin hami kesildiği bölgeye bakışı yansıtması açısından manidardı: “Kuzeybatı Suriye, El Kaide liderlerinin bölgede ve Batı’daki terörist faaliyetleri aktif olarak koordine ettiği güvenli bir bölge olmaya devam ediyor.”
Bu açıklama sanki Rusya’yı dengelemekte zorlanan Türkiye’nin kâfi iş çıkaramadığını düşünen Amerikan tarafının, Fırat’ın batısına sarkma niyetine de işaret ediyor.
***
Özetle yerel ya da küresel cihadi kulvardaki örgütlerin Türkiye ile ilişkilerinde anahtar kelime maslahat. Bunların gözünde “Türkiye Cumhuriyeti tağuti bir rejimdir, Türkler de mürteddir” ama bütün ‘insani’ ve ‘ateşli’ yardımlar Türkiye’den gelirken bu ülkeye düşmanlık yapmanın yeri ve zamanı değildir. Maslahat ortadan kalkarsa veren el vurulan el oluverir.
Gazete Duvar / 02.09.19