Soçi Mutabakatı’yla İdlib’de üstlendiği taahhütler nedeniyle Rusya ile koruma vaat ettiği muhalif güçler arasında sıkışan Türkiye, içinde bulunduğu cendereden çıkmaya çalışıyor. Ankara’nın Fırat’ın doğusunda tampon bölge kurma seferberliği yarı yolda kalınca Rusya, Türkiye’yi yeniden İdlib gündemine çekmeyi başardı.
Astana sürecinin uzantısı olarak 14 Şubat’ta Soçi’de Rusya, Türkiye ve İran arasında yapılan son zirvede müzakere edilen konularla ilgili Türk ve Rus tarafı 3-4 Mart’ta yeni bir metin imzaladı.
Bu metin doğrultusunda İdlib’de dikkat çekici bazı adımlar atıldı. 8 Mart’ta terör örgütlerinden arındırılması hedeflenen tampon çizgisinin bir tarafında Rus güçleri diğer tarafında Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) devriye gezdi. Müslüman Kardeşler ile bağlantılı Feylak El Şam’ın eşlik ettiği TSK’nin ilk devriyesinde rota İdlib’in kuzeyindeki Kafr Lusin ve Dana; Halep’in batısındaki Atarib; Halep’in güneybatısındaki Kammari, Karater ve El İss oldu.
Ardından bir Türk askeri birliğinin de Halep-Şam otoyolunu açmaya yönelik adımlar kapsamında Halep’in güneyinde konuşlanması dikkat çekti. Tabii yol sadece bir hamleyle henüz açılmış değil.
Ve son olarak İdlib tarafından Hmeymim üssüne insansız hava araçlarıyla saldırı girişimleri olduğunu söyleyen Rusya, 13 Mart’ta Heyet Tahrir El Şam’ın (HTŞ) silah depolarını Türkiye ile koordinasyon halinde vurduğunu açıkladı. Türkiye’nin yeşil ışığı hem muhalifleri hem de Türkiye’deki “Suriye devrimi” destekçilerini sarstı! Azez’de gösteri düzenleyen muhalifler saldırıları kınadı.
Ayrıca Suriye’deki 67 örgüt adına yayımlanan bir ortak bildiride, Rusya ve Türkiye’ye ateşkese uyulması çağrısı yapıldı. Bildiride son bir ayda 90 sivilin öldüğü ve 300 kişinin yaralandığı öne sürülerek BM Güvenlik Konseyi’nin 2254 no’lu kararı temelinde siyasi çözümün desteklenmesi istendi.
Türk askeri kaynaklar ise Rusya’nın “koordinasyon” açıklamasını yalanlayarak konuyu gündemden düşürmeye çalıştı.
İlk iki adım Türkiye’nin taahhütlerini yerine getirme konusunda daha fazla ayak direyemeyeceğini gösterirken üçüncüsü “Ankara, İdlib’in yeniden Suriye ordusunun kontrolüne geçmesi konusunda Rusya’nın operasyon planına ikna mı oluyor” sorusunu gündeme getiriyor.
17 Eylül 2018’de Soçi’de imzalanan mutabakat Türkiye’ye “imkansız bir misyon” tevdi etmişti. Mutabakata göre İdlib'in etrafında Suriye ordusu ile silahlı grupları ayıran 15-20 kilometrelik silahsızlandırılmış bir bölge oluşturulacaktı. 10 Ekim 2018’e kadar tank, roketatar, top ve havan gibi ağır silahlar bu bölgeden çekilecekti. 15 Ekim 2018'e kadar tüm radikal terörist gruplar silahsızlandırılmış bölgeden uzaklaştırılacaktı. 2018'in sonuna kadar M-4 (Halep-Lazkiye) ve M-5 (Halep-Hama) otoyollarının güvenliği sağlanıp trafiğe açılacaktı.
Silahsızlandırılmış bölgedeki bazı ağır silahlar, görüntüyü kurtarmaya dönük bir hamle olarak çekilse de esasında şartlar yerine getirilmedi. Aksine HTŞ ocak başında Türkiye destekli grupları süpürürken askeri olarak girmediği birkaç yere de sivil uzantısı olan Kurtuluş Hükümeti’ni soktu. Böylece Astana ortaklarının terör örgütü sayıp elimine etmeyi öngördükleri HTŞ, İdlib’in yüzde 90’ını kontrol eder hale geldi ve Türkiye’yi açığa düşürmüş oldu.
Rusya “Türkiye uğraşıyor ama mutabakat tam olarak uygulanmadı” kabilinden açıklamalarla baskıyı sürdürdü ama muhtelif bir dizi nedenle Ankara ile ipleri koparmamaya özen gösterdi.
Türkiye de bir taraftan HTŞ’yi terör örgütü kapsamından çıkarmaya ve Ulusal Kurtuluş Cephesi (UKC) ile ortak bir çatıda buluşturmaya matuf bazı formül arayışlarına girdi. Bu çerçevede, 11 Şubat’ta İdlib’de Kurtuluş Hükümeti’nin yerine yeni bir sivil idare oluşturmak üzere Suriye Devrimi Genel Konferansı adıyla bir toplantı düzenlendi. Bu konferansta şura meclisi oluşturulması ve askeri kanatları birleştirecek ortak komuta merkezi teşkil edilmesi önerildi.
Daha sonra 14 Mart’ta Hatay’da TSK’nin eğitip donattığı Ulusal Suriye Ordusu (USO), Türkiye destekli Ulusal Kurtuluş Cephesi (UKC), Astana’da muhalifleri temsil eden Suriye Yüksek Müzakere Komitesi, Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu ve Suriye İslam Şurası’nın katılımıyla bir toplantı planlandı. Son dakikada iptal edilen bu toplantının amacı da Türkiye’nin desteğiyle çalışan Geçici Hükümet ile Kurtuluş Hükümeti’nin birleşmesini sağlamaktı. Türkiye’nin bu minvaldeki çabalarının sürmesi bekleniyor. Geçen şubatta da HTŞ ve Hurras El Din gibi El Kaide bağlantılı diğer grupların UKC bileşenleriyle birlikte ortak bir askeri koordinasyon altında toplanması önerisi tartışılmıştı.
Hesapta bu türden bir ortak çatı kurulduğunda hem İdlib’den Rusya ve Suriye ordu mevzilerine yönelik saldırıların dizginlenmesi kolaylaşacak hem de Türkiye’nin “terör örgütleri etkisiz hale getirildi, ateşkes rejimi korunsun” diyebilmesine imkân sunulacaktı.
Kuşkusuz bu girişimler her iki amacı da garanti etmiyor. Mevcut koşullarda bile, Soçi mutabakatını reddedip Hama, Lazkiye ve Halep kırsalında rejime saldıran gruplar bir kenara Türkiye’nin kefil olduğu örgütler de çatışmasızlık rejimini baltalayabiliyor. Örneğin, 9 Mart’ta Hama’nın kuzeyindeki bir Hıristiyan kasabası olan Sukaylabiye’deki ordu mevzilerine saldıran grup UKC’ye bağlı Ceyş El Ahrar idi. Üstelik bu saldırı TSK’nin devriye operasyonuna başlamasından bir gün sonra gerçekleşti. İdlib çeperlerinde gerilim tırmanırken silahlı örgütlerin liderleri gerilla taktikleriyle saldırıları daha da artırmaktan söz ediyor.
Son gelişmeler ışığında muhalifler arasında Astana’nın çöküp çökmediği tartışılıyor. Astana sayesinde Türkiye’nin muhaliflere sonuna kadar kalkan olacağına dair iyimserlik dağılsa da henüz kimse “Astana çöktü” diyecek noktada değil. Çünkü girişte sıraladığımız adımların da gösterdiği gibi Rusya ile Türkiye şimdilik sahada ortak hareket etmeye devam ediyor.
Yine de muhalifler açısından Türkiye ile koordinasyon içinde gelişen saldırılar, çatışmasızlık rejimiyle bölgeye kalkan olan Ankara’nın şiddetle karşı çıktığı askeri operasyona yönelik itirazlarını esnettiği anlamına geliyor. Buradan hareketle son saldırıların, Suriye ve Rusya’nın uzun zamandır bekletilen İdlib operasyonuna ön hazırlık olduğu sonucunu çıkarmak için henüz erken.
Yine de bu eşgüdüm ile birlikte pek çok açıdan sular test aşamasına geçmiş oluyor. Her şeyden önce İdlib’deki statükonun korunup korunmaması, Astana ortaklığının yani Türk-Rus ilişkilerinin geleceğini ilgilendiriyor. İkincisi, Ankara operasyona yeşil ışık yakarsa Türkiye’nin muhalif güçlerle oluşturduğu dolaylı-dolaysız tüm ortaklıklar tehlikeye giriyor. İdlib’in rejime karşı barındırdığı büyük savaşçı potansiyeli bir yana Türk hükümetinin desteğini çekmesini “ihanet” olarak gören gruplar Türkiye’yi de hedef alabilir.
Öte yandan olası bir operasyona ABD’nin tepkisinin ne olacağı da önemli. Daha önce kimyasal silah kullanılacağı iddiasına yaslanarak operasyona karşı caydırıcı bir tepki koymuştu. Washington bu kez, Suriye’den çekilme arayışları ve İdlib’in El Kaide’nin en büyük üssü haline geldiği gerçeğini teslim eden itirafların ardından gelişmeleri görmezlikten gelebilir.
Yine de oyun kurucular açısından hiçbir şey garanti değil. Rusların ağırdan almalarının bir nedeni Türkiye ile ortaklığa halel getirmemek idiyse diğer nedeni de ABD’nin çekilme kararından vazgeçip saldırıya geçme ihtimalini bertaraf etmekti.
İdlib sahnesindeki son durumu özetlersek şunu söylemek mümkün: Rusya’nın harekât planına gönülsüzce sürüklenmesine rağmen Türkiye’nin kafasında hâlen HTŞ’nin görüntüden çıkması, “terör” damgasından kurtulmuş yeni bir yapılanmanın İdlib’de kontrolü ele alması ve siyasi çözüme kadar statükonun korunması var. Bütün bunları kaçınılmaz son sahneyi geciktirme taktikleri olarak gören Rusya’nın kafasında ise Türkiye’nin bir an önce bölgenin Suriye ordusunun kontrolüne gelmesini sağlayacak katkılarını sunması var. Rusya, İdlib düğümünü çözümlerken üçüncü tarafları kışkırtmamak için Türkiye’nin yanında olmasını çok önemsiyor. Haksız da sayılmaz.
Al Monitor / 20.03.19