Türkiye İdlib’deki ateş topundan kaçabilir mi? - Fehim Taştekin

İdlib’de Türkiye’ye hain diyenler fotoğrafın küçük bir parçası. Türkiye üzerinden farklı hesapları olan radikal cihadi örgütler bütün senaryolarda ateş topu gibi duruyor.

  • Haber
  • |
  • Basın derleme
  • |
  • 13 Eylül 2019
  • 12:12

İdlib’de Türk askeri varlığının beklendiği gibi silahlı muhalif güçlere kalkan olamaması, Han Şeyhun’u düşüren operasyonla Morek’teki askeri gözlem noktasının kuşatma altında kalması, apar topar Moskova’ya giden Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın eli boş dönmesi ve ardından Suriyelilerin öfkeyle sınırlara yönelmesi Suriye krizinin son perdesinde Türkiye’yi bekleyen kötü senaryonun ipuçlarını veriyor. 

Yeni mülteci baskısı bir yana gelişmeler hem Türkiye’yi krizin rehinesi hem de silahlı grupların hedefi haline getirme riski taşıyor. 

2011 sonrası bir isyan klasiğine dönüşen Cuma namazı sonrası gösterilerin sonuncusu, 30 Ağustos’ta muhaliflerin hem sivil hem askeri kanatlarının en istikrarlı destekçisi olan Türkiye’yi hedef aldı. Vekâlet savaşlarının doğasında var olan bir trajedi. Belli ki Erdoğan’ın operasyonların durdurulması için gittiği Moskova’da Rusya lideri Vladimir Putin’le dondurma yalayıp fuarda alıcı bekleyen Rus savaş uçaklarıyla büyülenmesi Suriyeli muhalifler arasında “İdlib satıldı” algısına yol açtı. Erdoğan, Moskova’dan, Morek’teki gözlem noktasının etrafına Rus polislerinin koruyucu olarak yerleştirilmesi ve “geçici-seçici” bir ateşkes sözüyle dönerken Suriyeliler de “Milyonlar Türkiye Sınırını Yıkıyor” sloganıyla Türkiye sınırlarına dayandı. 

Reyhanlı’daki Cilvegözü kapısının karşısındaki Bab El Heva Sınır Kapısı ile Bükülmez Karakolu’nun karşısında Atme sınırındaki gayri resmi sınır kapısı olağanüstü anlar yaşadı. “Hain Türkiye”, “Hain Türk askeri”, “Türk askeri Rusya’ya çalışıyor”, “Reyhanlı’ya gidiyoruz, onlara bizi nasıl satacaklarını öğreteceğiz” diye sloganlar atıldı. Göstericiler Erdoğan’ın posterini de yaktı. Sınırdaki Türk güvenlik birimleri biber gazı ve tazyikli suyla müdahale edip havaya ateş açtı. Müdahale sırasında çok sayıda kişi yaralandı. Benzer temayla İdlib kent merkezi, Cisr El Şuğur ve Sarmada gibi yerlerde de gösteriler düzenlendi. 

Bu gösterilerin tamamen Heyet Tahrir El Şam (HTŞ) ve müttefiklerinin kontrolü altındaki bölgelerde gerçekleşiyor olması, bunların basit bir sivil tepki olduğu savına gölge düşürüyor. Öfkeli slogan ve açıklamalardan anlaşıldığı üzere amaç Türkiye üzerinde çok boyutlu baskı kurulması. 

Bu çerçevede mülteci akınına artık izin vermeyen sınır politikasının esnetilmesi ve Türk askeri gözlem noktalarının İdlib’e yönelik operasyonları durduracak bir pozisyon alması bekleniyor. Tabii göç korkusuyla Avrupa’nın da teyakkuza geçip Rusya’yı sıkıştırması ümit ediliyor. 

Anadolu Ajansı gösterilere katılan Hasan Süleyman adlı Suriyelinin “Rusya ve rejimin saldırılarının bir an önce durdurulmasını istiyorum. Ya da (Türkiye) bize kapıları açsın, Avrupa'ya göç etmek istiyoruz" dediğini aktardı.

Sınırlardaki bu türden bir tazyikin belki Ankara için de elverişli bir koz olduğu değerlendirmesi yapılabilir. Sonuçta Erdoğan, Avrupa karşısında sıkıştığı zaman sığınmacıları bir şantaj aracı olarak kullanmaktan kaçınmıyor. Nitekim Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu tam gösterilerin olduğu gün Norveç’te “İdlib'deki saldırılar Avrupa'ya yeni göç dalgası başlatabilir” uyarısında bulundu. 

Birkaç gün sonra Erdoğan’ın “tampon bölge planı” için sığınmacıları “bilek büken bir kart” olarak öne sürmesi de şaşırtmadı: “Sınır boyunca oluşturacağımız güvenli bölgeye en az 1 milyon Suriyeli kardeşimizi yerleştirmeyi planlıyoruz. Öyle bir güvenli bölge oluşturalım ki konut yapalım, oraya taşıyalım… Lojistik destek verin, 30 kilometre derinlikte bu konutları yapalım. Oldu oldu, olmadı biz de kapıları açmak zorunda kalırız…” Erdoğan tekraren “İdlib’deki gelişmeler yeni bir sığınmacı tehlikesini ortaya çıkardı. Güvenli bölge olmazsa, kapıları açmak zorunda kalırız” ifadelerini kullandı. 

Fakat göz ardı edilen iki şey var: Birincisi şu anda Erdoğan’ın eline geçmiş bir koz gibi gözüken olaylar, Azez ve Cerablus’tan El Bab’a ve Afrin’den İdlib’e yayılmış Türk askeri varlığını tehlikeye atacak gelişmeleri tetikleyebilir. İkincisi İdlib’deki örgütlerin Türkiye ile ilgili pozisyonları dostluktan düşmanlığa dönüşebilir. 

Rusya ve İran’ın desteği ile Suriye ordusu İdlib’de çemberi daralttıkça “kalkan işlevi” görmesi imkansız hale gelen Türkiye’nin bumerang tuzağına düşme ihtimali artıyor.

Eğer henüz bu örgütler silahlarını Türkiye’ye doğrultmadıysa bunun tek nedeni sınırların onlar için hâlâ hayat damarı işlevi görüyor olmasıdır. Esasen Türkiye’nin 2016’dan itibaren Rusya ile Astana sürecine girmesinden, muhalif güçleri Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekâtları ile kendi gündeminin peşine takmasından ve “Suriye Ulusal Ordusu” çatısı altında ılımlaştırma ameliyesinden dolayı mutlu değiller. Bu meseleler sıklıkla selefi-cihadi alemde tartışma konusu oluyor.

HTŞ’nin sivil ayağı Kurtuluş Hükümeti’nin başkanı Fevaz Hilal, Türkiye’nin askeri gözlem noktaları kurmasına hangi beklentilerle izin verdiklerini anlatırken kısa süre sonra başlayan hayal kırıklığını da şöyle dile getirmişti: “Türk mevzilerinin oluşturulmasına halka koruma sağlayacağı umuduyla izin verilmişti. Ancak gerçekler, bu mevzilerin kendilerini de koruyamadığını söylüyor. Türk tarafının oluşturduğu bu mevzileri ve girdikleri alanları korumasını, ayrıca Rus ve Suriye jetlerinin uçuşunu ve bombardımanları engellemelerini umuyoruz. Türkiye rolünü netleştirmeli.” 

Daha da ilginç olanı, beklentinin ötesinde, Türkiye’yi doğrudan çatışmaların içine çekmeye dönük bir niyet söz konusu. Bu konuyu çarpıcı bir şekilde dile getiren El Kaide’ye bağlı Huras El Din’in bir Alman militanı oldu. Araştırmacı Aymenn Jawad Al-Tamimi’ye konuşan militan, cihadın sıradaki hedefinin Türkiye olacağını söylüyor: “Küffarın gücünü bölmek için Türkiye’nin bu savaşa doğrudan dahil olmasını ümit ediyoruz… Türkiye bu savaşa katılırsa inşallah bu, cihadı Türkiye’ye taşıyacaktır. Olmazsa da sınırları açarlar, IŞİD zamanındaki gibi. Açık sınırlar muhacir ve silah demektir… Türkiye ‘mürteddir’ (dinden çıkmıştır) ama mücahitlerin çıkarları şu anda Türkiye’den yanadır. Savaşta bazen kâfirlere karşı mürtedi kullanmaya izin vardır… Şu anda Türkiye olmadan yaşayamayız. Her şey Türkiye’den geliyor. Türkiye sınırı kapatırsa kuşatılırız.” 

İdlib’i tutan örgütlerin Türkiye ile ilişkilerine yön verecek olan anahtar kelime onlara hizmet eden sınır kapıları.

Ankara hem Suriye’nin geleceği ve Kürtlerle bağlantılı hesaplar yüzünden hem de bu örgütlerin düşmanlığını kazanmamak için fişi çekmek istemiyor. Fakat Soçi Mutabakatı’nın şartlarını yerine getirmediği için de Rusya’nın harekât stratejisini mutlak surette durdurabilecek durumda değil. 

Bu strateji ilk etapta Han Şeyhun’dan sonra Maaret El Numan ve Serakıb’ı alıp Halep-Şam (M-5) otoyolunu açmak. İkinci etapta Eriha ve Cisr El Şuğur’u alıp Halep-Lazkiye (M-4) otoyolunu işler hale getirmek. Bu, İdlib’in yarıdan fazlasının hükümet güçlerinin kontrolüne geçmesi anlamına geliyor.

Son etapta Türkiye sınırlarına kadar çıkmak var. Ancak son etap için Rusya’nın Türkiye ile ilişkilerin hatırına geçici bir ara formül geliştirme ihtimali yok değil: Putin 23 Ocak’ta Adana Mutabakatı çerçevesinde Türkiye’nin sınırları boyunca güvenli bölge oluşturulmasından söz etmişti. Tabii bu, Şam’la ortak hareket etmeyi de gerektiriyor. Bu formül, Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı bölgelerine kuzey İdlib’in de katılması anlamına geliyor. Buradaki mantık muhtemelen şu: Bu formül sığınmacı ve savaşçı akınını bertaraf ederek Türkiye’yi Rus stratejisi içinde tutar, siyasi çözüm sürecinin önündeki riskleri azaltır, anayasa yazım komitesinin oluşumuna fırsat verir ve ABD’nin nüfuz alanı Fırat’ın doğusuyla ilgilenmeye imkân tanır. 

Peki, Türkiye sınırlarını çevreleyen ve Suriye ordusunu uzak tutan bir tampon bölge cihadi örgütlerden gelen tehlikeyi bertaraf edebilir mi? Ya da Türkiye bu hatta çatışmasızlığı temin edebilir mi? Burada hayalciliğe yer yok. M-4 ve M-5 otoyolunun açılmasına yönelik operasyonların Morek’te olduğu gibi Türk askeri gözlem noktalarını ateş çemberinde bırakması kaçınılmaz. Türkiye her bir noktada Suriye ordusuyla karşı karşıya kaldığında Rus sigortası bu kez doğru işlemeyebilir. İlk etap, Türk-Rus ortaklığını bozmadan tamamlansa bile sorun bitmiyor. Eğer ana arterlerden koparılmış ve stratejik değeri düşürülmüş İdlib’in kuzeyi Türkiye’nin patronajına verilecekse bu hatta hakim olan HTŞ ve müttefiklerinin de elimine edilmesi gerekiyor.

Türkiye’nin Soçi Mutabakatı ile üstlendiği taahhütlerden biri ılımlıların radikallerden ayrıştırılması ve terör örgütlerinin elimine edilmesiydi. Suriye Ulusal Ordusu ve Ulusal Kurtuluş Cephesi gibi çatı yapılanmaları HTŞ ve El Kaide’nin hakimiyetini bitirmedi. Aksine HTŞ’nin kontrol ettiği alanlar yüzde 50-60’dan yüzde 90’a çıktı. Üstelik son çatışmalar sırasında Türkiye’nin silahlandırdığı gruplar HTŞ ile omuz omuza verdi. 2018’de birbirine girmiş rakip güçler “Feth’ul Mubin” adı verilen ortak operasyonda birlikte hareket ediyor.

Bu örgütlere dokunmadan Türkiye sınırlarında yapışık kalmalarını kabul etmek durumun sadece bir süre daha kontrolden çıkmamasını sağlayabilir. Ayrıca M-4 ve M-5 hattından çıkarılacak El Kaide çizgisindeki örgütler de mecburen bu tampon bölgeye çekileceklerdir. Bunlar hiçbir siyasi çözüme yanaşmayan ve ölünceye dek cihada adanmış örgütler. Yani ara formül de krizin uzun vadeye yayılmasından ve Türkiye’nin ateş topunu kucağında tutmaya devam etmesinden başka bir anlam taşımıyor.

Al-Monitor / 12.09.19