Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, seçimden zaferle çıkan Yeni Halk Cephesinin Adayı Lucie Castets’i başbakan olarak atamayı reddettiğini açıkladı. Olimpiyat Oyunları sırasında “siyasi ateşkes” öneren Macron, kendi ekibini iktidarda tutmak için tüm demokratik kurumları tahrif etmeye devam ediyor.
ABD’nin, Almanya’ya 2026 yılından itibaren uzun menzilli Tomahawk füzelerini konuşlandırma kararı alması ülkede yoğun tartışmalara yol açtı. Ukrayna’daki savaş devam ederken menzili Rusya’ya kadar varan füzelerin Almanya’yı açık hedef haline getireceğine işaret edenlerin yanı sıra, bunun Moskova’ya karşı caydırıcı olacağını düşünenler de var. Bu tartışmalar arasında 1980’lerde nükleer başlıklı füzelere karşı yüz binleri sokağa çıkaran Alman barış hareketinin bugünkü sessizliği dikkat çekiyor.
İngiltere’de ise İşçi Partisinin 7 milletvekilinin parti üyeliğini askıya alma kararı tartışılıyor. Üstelik nedeni, vekillerin çocuk yardımına “iki çocuk” sınırı getirilmesine yönelik Muhafazakar Partinin verdiği yasaya karşı ret oyu kullanması. Bu 7 vekilden biri olan John McDonnel, bu hafta Guardian için içinde bulundukları durumu anlattı.
Fransa: Emmanuel Macron cumhuriyeti sekteye uğratıyor
Gaël De SANTIS
Humanite
Politikada tutarlılık bir erdemdir. İnatçılık ise daha az geçerlidir. Cumhurbaşkanı salı akşamı France 2 kanalına verdiği demeçte, sol blok tarafından açıklanan Lucie Castets’in başbakanlık adaylığını elinin tersiyle itti. Kendi politik kampının parlamento seçimlerindeki yenilgisinden bu yana ilk röportajını veren Emmanuel Macron, olimpik bir inkarın içine gömülmüş durumda. “Yeni Halk Cephesinin kazandığını söylemek yanlış” diye ısrar eden Macron, sol koalisyonun ‘mutlak çoğunluğun 100 sandalye gerisinde’ kaldığını hesaplıyor. “Mesele bir isim değil. Asıl soru mecliste ne tür bir çoğunluk elde edilebileceği” diye de ekliyor. Yine de rakamlar ortada. NFP 193, başkanlık bloku 166, RN ve müttefikleri ise sadece 142 milletvekiline sahip.
‘Yenildi, artık siyasi meşruiyeti yok’
Devlet Başkanı kaybettiği gerçeğini kabullenmekte zorlanıyor. Kurumsal mantık, Lucie Castets’ten hükümeti kurmasını istemesini ve ardından milletvekillerinin onu düşürüp düşürmeyeceklerine karar vermelerini gerektiriyor. “Cumhurbaşkanından sorumluluklarını üstlenmesini ve beni başbakan olarak atamasını istiyorum” diyen Castets, “Demokrasinin bu şekilde inkarının ciddi bir durum” olduğu kanısında.
Boyun Eğmeyen Fransa (LFI) Kurucusu Jean-Luc Mélenchon ise X sosyal ağında “Cumhurbaşkanı seçim sonuçlarını kabul etmeyi reddediyor ve yeni Cumhuriyetçi Cephesini bize zorla dayatmak ve onunla ittifak kurmak için programımızı terk etmeye zorlamak istiyor. Böyle bir şey söz konusu olamaz. Fransız halkının oylarına saygı gösterin. Ya boyun eğmeli ya da istifa etmelidir” diye tepki gösterdi (...)
Başka yerde olsa devlet başkanı, seçimlerde önde gelen koalisyondan çoğunluğu bulmaya çalışmasını isterdi. Ancak bu yenilgiyi kabul etmek anlamına gelir. Emmanuel Macron bu nedenle tam tersi bir yol seçti. Sola bir şans vermek yerine, Gabriel Attal’ı (istifasını kabul etmekle birlikte) Olimpiyat Oyunlarının ağustos ortasındaki sonuna kadar, hatta 8 Eylül’deki Paralimpik Oyunlarının sonuna kadar mevcut işleri yönetmesi için görevde tutuyor.
Macron bir çıkmazı organize ediyor
(...)Cumhurbaşkanı, yeni bir hükümet atamayı reddetmesini meşrulaştırmak için, (...) “Cumhuriyetçi baraj” argümanına sığınıyor. France 2’de yaptığı açıklamada “Bugün siyasi güçlerden beklentim, iki tur arasında söylediklerini yerine getirmeleri” dedi. 10 Temmuz’da Fransızlara gönderdiği mektupta tarafların “ülke için çoğulcu olması gereken sağlam bir çoğunluk inşa etmek üzere samimi ve sadık bir diyalog” içinde olmaları gerektiği yönündeki öğüdünü bir defa daha hatırlattı. (...) Cumhurbaşkanı, Sosyal Demokratları, Macroncuları ve “Cumhuriyetçiler”i varsayımsal bir büyük koalisyona dahil etmeye çalışıyor.
Bu fikir sol blok adayı Lucie Castets tarafından şiddetle reddediliyor: “Kamu hizmetlerini daha fazla finanse etmemiz gerektiğini düşünenler ile kaynakları azaltmanın acil olduğunu düşünenler arasında bir koalisyon mümkün değildir. Herkesin adil vergi ödemesini isteyenler ile en avantajlı kesim için vergi indirimi önerenler arasında bir anlaşma mümkün değildir.”
Yeni Halk Cephesinin Matignon (Başbakan) adayı, mutlak çoğunluğun yokluğunda kendi yöntemini sınamak niyetinde: “Amaç metin üzerinden metni, yasa üzerinden yasayı çıkarmak.”
Boyun Eğmeyen Fransa’nın liderlerinden Manuel Bompard’ın deyimiyle “Elize Sarayı’na yerleşmiş delilik” tüm demokratik kurumları tahrif ediyor. Önce Meclisi feshederek, ardından da Olimpiyat Oyunlarının en yoğun olduğu dönemde ülkeyi yürütmesiz bırakarak Emmanuel Macron tek başına siyasi bir krizi körüklüyor. Her ne kadar Gabriel Attal’ın ekibinin yetkileri sınırlı olsa ve yeni kamu politikaları başlatamasa da güncel meseleleri yönetmesi teorik olarak zaman içinde süreklilik arz edebilir. Böyle bir hükümet zaten istifa etmiş olduğu için gensoru da verilemez. Beşinci Cumhuriyet altında, yeni bir başbakan atamak Devlet Başkanına bağlıdır. Ancak bunu yapmakla zorunlu değildir.
Çeviren: Eren Can
Almanya: Barış hareketi protesto etme gücüne duyduğu umudu yitirdi mi?
Heribert PRANTL
Süddeutsche Zeitung
Sessiz. Çok sessiz. Tomahawk seyir füzeleri, SM-6 roketleri ve hipersonik füzeler Almanya’da konuşlandırılıyor ve ülke sessizliğini koruyor. Yüksek sesle protesto yok, haykırış yok, gösteri yok. Avrupa’da ABD’ye ait bu silah sistemlerinin konuşlandırıldığı tek ülke Almanya. Rusya’ya karşı yönlendiriliyorlar. Neden bu kadar sessizlik var? Yaz olduğu için mi, tatil olduğu için mi? ABD ve Federal Almanya Cumhuriyeti’nin konuşlandırmaya ilişkin beyanı inanılmaz derecede kısa ve öz olduğundan mı? Dokuz satır uzunluğunda. Hâlâ zaman var gibi göründüğü için sessiz olunabilir mi? Konuşlandırmanın 2026 yılına kadar başlaması planlanmıyor. Yoksa bu füzelerden “sadece barış” çıkacağına dair genel bir inanış olduğu için mi sessiz kalınıyor?
“Gelecekte Alman topraklarından yalnızca barış doğacaktır”; en azından o zamanki iki Alman devletinin 1990’daki İki Artı Dört Anlaşması’nda vadettiği şey buydu. Doğu Almanya ve Federal Cumhuriyet ikisiydi; dördü Fransa, Sovyetler Birliği, Büyük Britanya ve ABD’ydi. Bu antlaşma Almanya’nın yeniden birleşmesinin yolunu açtı. Peki nükleer silahlarla donatılabilecek bu yeni füzelerden barış gelecek mi? Yoksa caydırıcılık artık silahsızlanmadan daha önemli olduğu için bu söz Ukrayna savaşından bu yana farklı bir anlam mı kazandı? Silahsızlanma hakkında konuşmanın anlamsız olacağı bir savaş dönemi mi yaşanıyor? Barış kelimesi büyüsünü yitirdi mi? Bu soru işaretlerinin arkasında bir sessizlik var.
Başbakan Olaf Scholz, ABD füzelerinin Almanya’ya yerleştirilmesi kararını “Çok iyi bir karar” olarak nitelendirdi. Görev yemininde Alman halkına zarar gelmesini önleyeceğine söz verdiği için mi bunu söylemek zorunda? Almanya’nın savaş alanına dönüşme tehlikesi ne kadar büyük? En azından o zamanlar, Pershing II roketlerinin Federal Cumhuriyet’e yerleştirildiği 1980’lerdeki karşı protestolar sırasında korkular bunlardı. O dönemdeki büyük protestolar sırasında nükleer savaş bu Pershing füzeleriyle “daha kesin ve daha yönetilebilir” hale gelmişti. Dolayısıyla bunların kullanımına ilişkin çekinme eşiği azalacaktı. Şimdi kadroya giren Tomahawk’lar gerçekten kesin savaş bölgesi olacağız düşüncesini hak ediyor. Pershing’in aksine Moskova’ya ulaşabilirler. Bu, Moskova’nın bu füzeleri önleyici olarak devre dışı bırakmaya çalışma riskini artırıyor mu yoksa azaltıyor mu?
Almanya o kadar sessiz ki eski protestoların, barış hareketinin olduğu dönemdeki arkadan gelen protestoların yankıları hâlâ duyulabiliyor. Bu kırk yıl, kırk beş yıl önceydi. O dönemde milyonlarca kişi “nükleer ölümle mücadele” sloganıyla sokaklara dökülerek NATO’nun çifte kararını protesto etmişti. Protestoların sinyali, ekim 1981’de Bonn’daki Hofgarten’de yapılan barış gösterisi ve ardından Mutlangen’deki roket taşımacılığına karşı uygulanan birçok ablukaydı. Engelleyiciler arasında ilk olarak Grass ve Böll gibi yazarlar, kilisenin kadın ve erkekleri, sanatçılar ve üniversite profesörleri ve daha sonra da isimsiz insan tugayları vardı.
Yargı, bir kısmını zorlama nedeniyle cezalandırdı ve cezaları, ablukanın yöneltildiği roketler geri çekildikten sonra bile infaz etti. NATO’nun çifte kararının en önemli özelliği, güçlendirmenin Sovyetlerden gelen silahsızlanma talebiyle bağlantılı olmasıydı; bu riskliydi ama işe yaradı. Sosyal demokrat dış politika uzmanı Egon Bahr daha sonra bir tür şantaj durumu yaratmak istediklerini söyledi. O zamanlar başarılıydı: 1987’de Silahsızlanma Anlaşması Devlet Başkanları Mikhail Gorbaçov ve Ronald Reagan tarafından imzalandı; ancak daha sonra 2019 yılında Başkan Trump yönetimindeki ABD tarafından birbirlerini uymamakla suçladıktan sonra yeniden sonlandırıldı. İnsanlar sanki silahsızlanma delikli bir peynirmiş ve bu deliklerden dolayı artık üretilmiyormuş gibi davrandılar ve davranmaya da devam ediyorlar.
O zamanlar, silahsızlanma döneminde Alman yargısında da bir tür silahsızlanma vardı: Federal Anayasa Mahkemesi 1995’te oturma eylemlerinin şiddet teşkil etmediğine karar vermişti. Bu nedenle füze engelleyicilere verilen cezaların geri alınması gerekiyordu. Uzun zaman önce böyleydi, 2010 yılında Federal Meclis büyük bir çoğunlukla Merkel hükümetinin ABD’nin tüm nükleer silahlarının Almanya’dan çekilmesini “şiddetle” savunması gerektiğine karar verdi. Günümüzün Tomahawk’ları, günümüzün Pershing’lerinden daha hassas ve daha hızlı oldukları için mi daha az tehlikeli? Yoksa dünyanın durumu o kadar istikrarsız mı ki en kötüsü gerçekleşirse Almanya’da taş üstünde taş kalmaz korkusuna katlanmak zorunda mıyız?
Bugünkü yeniden silahlanma duyurusunun, 1979’daki NATO çifte kararından farklı olarak, silahsızlanma talebiyle bile bağlantılı olmaması dikkat çekici. Bunun nedeni insanların olası anlaşmalara uyulacağına zaten inanmamaları mı? Bu, Fizikçi ve Barış Araştırmacısı Carl Friedrich von Weizsäcker’in 1957’de formüle ettiği, bugün giderek büyüyen bir tehlikeyle yüzleşen bir tür diplomatik yenilgicilik olurdu: “Büyük bombalar, ancak hiç düşmezlerse barışı ve özgürlüğü koruma amaçlarını yerine getirirler.”
Bu korku 1980’lerde Pershing protestolarını alevlendirdi. Bugün korku felç edici. O zamanlar protesto etme gücünü geliştirmişti, bugün gücünü kaybediyor. Pek çok insan konu savaş, silahlanma ve silahlanma olunca tamamen uzaklaşıyor; çünkü giderek yükseldiği için ardını göremedikleri bir dağın önünde durdukları hissine kapılıyorlar. Buna umutsuzluk denir. Ve bazı insanlar silahsızlanma için savaşmaktan kaçınıyor çünkü Putin’in arkadaşları olarak görülmek istemiyorlar.
Savunma Bakanı Boris Pistorius, askeri takviyeyi haklı çıkaracak bir “savaşabilme yeteneği açığı” bulunduğunu savunuyor. Ancak barış hareketi de aynı bu beceri açığından muzdarip. Protesto etme gücüne umudu kaybetmiştir. Václav Havel bir keresinde bunu şöyle ifade etmişti: “Umut, bir şeyin iyi sonuçlanacağına dair inanç değil, nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın bir anlam taşıdığının kesinliğidir.” Bu kesinliği yeniden kazanmak önemlidir.
Çeviren: Semra Çelik
İngiltere: Benim oyum işçi partisinin çocuk yoksulluğuyla mücadele etmesi içindi, cevabı beni askıya almak oldu
John MCDONELL
The Guardian
Yedi İşçi Partili milletvekilini, başka bir parti tarafından parlamentoya sunulan bir değişiklik önergesine oy vermeye ve bunun sonucunda parti kırbacını kaybetme riskini göze almaya iten şey nedir?
Bu sorunun cevabı, bazı konuların o kadar önemli, o kadar acil ve kişinin inançlarının temelinde yer almasıyla ilgilidir ki riskin ciddiyeti, söz konusu konunun ciddiyetini ortaya koyar. Toplumumuzdaki büyük ölçekli çocuk yoksulluğuna tanık olmaktan duyulan tiksinti, İşçi Partisini kurmak için bir araya gelen ilk sosyalistleri motive eden temel faktörlerden biriydi. Yoksulluğu sona erdirecek ve tüm ailelere güvence sağlayacak bir sistem kurmak, savaş sonrası hükümetin refah devletinin merkezinde yer alıyordu.
Thatcher yönetimi altında çocuk yoksulluğu artınca Gordon Brown buna karşı çıktı ve göreve gelen yeni İşçi Partisi hükümetini çocuk yoksulluğunu tamamen ortadan kaldırmaya adadı. Görevdeyken sözüne sadık kalmak için çok çalıştı ve politikaları yaklaşık bir milyon çocuğu göreceli yoksulluktan kurtardı. Tüm bu ilerleme, David Cameron ve George Osborne hükümetinin, şirketlere ve zenginlere yönelik vergi indirimlerinin bedelini, diğerlerinin yanı sıra çocukları da yardım ve hizmetlerde kesintilere hedef alarak ödeyen kemer sıkma programının acımasızlığıyla durduruldu ve tersine çevrildi.
Sonuç olarak, 14 yıllık Muhafazakar hükümetlerin ardından 4 milyondan fazla çocuk şu anda göreceli yoksulluk içinde yaşamaktadır. Bu çocukların bir milyondan fazlası 2022 yılında yoksullukla karşı karşıya kalmıştır: Yeterince beslenmek, ısınmak ve giyinmek için gerekli olan temel ihtiyaçlardan yoksundurlar. Yardımlarda iki çocuk sınırı Osborne döneminin en acımasız politikalarından biriydi. Bu, bir ailedeki üçüncü ya da sonraki çocuklar için hiçbir yardım ödenmemesi anlamına gelmektedir. Bu uygulama 1.5 milyondan fazla çocuğu etkilemektedir. Sadece bu sınırın kaldırılması bile yaklaşık 300 bin çocuğu yoksulluktan kurtaracaktır.
Seçim öncesinde, benim gibi pek çok İşçi Partisi milletvekili ve destekçisi, yoksullukla mücadele stratejisinin hayata geçirileceği taahhüdünü görmekten büyük memnuniyet duymuştu. Bizim iddiamız, sınırın kaldırılmasının bu stratejinin ilk önemli adımı olabileceği yönündeydi. Her ne kadar İşçi Partisi ilk adımlar politika programını belirlemiş ve bu tedbiri programa dahil etmemiş olsa da bütçe hazırlıkları seçimden hemen sonra başlamıştı. Maliye bakanının büyüme tahminleri ve ek vergilendirme tedbirleri konusunda kendisine yeterli esneklik bıraktığı giderek daha belirgin hale geliyor. Maliyetin başlangıçta 1.7 milyar sterlin olacağı ve sonunda 3.4 milyar sterline yükseleceği tahmin edilmektedir. Sınırın kaldırılması için başlatılan kampanya, aralarında başlıca ulusal yoksulluk kampanyaları, dini kuruluşlar ve sendikaların da bulunduğu 120’den fazla sivil toplum örgütünün desteğini almıştır. Bu kampanyanın ve İşçi Partisi milletvekillerinin baskısı sonucunda bakanlar geçen hafta çocuk yoksulluğuna ilişkin bir görev gücü kurulduğunu açıkladı. Ancak kralın konuşmasında üst sınırın kaldırılacağına dair bir taahhüt, görev gücünün çalışmalarının tamamlanması için bir zaman çizelgesi ve üst sınır gibi konularda karar alınması için bir son tarih yer almadı.
Üst sınırın kaldırılacağı taahhüdünde bulunulmamasının nedeninin ne finansman ne de görev gücü tarafından uygulanacak zaman çizelgesi olduğuna dair endişeler arttı. Bunun yerine, perde arkasında parti stratejistlerinin anketlere ve odak gruplarına bakarak tavan uygulamasının bazı potansiyel destekçiler arasında popüler olduğunu görmelerinden korkuluyor. Onları küstürmek istememek, yoksulluk içindeki birkaç yüz bin çocuğu görmezden gelmek anlamına gelecektir.
Ben de dahil olmak üzere yedi İşçi Partili milletvekilinin, hükümetin bu kadar ezici bir çoğunluğa sahip olduğu bir ortamda bir değişiklik önergesi için oy kullanması, bazıları tarafından beyhude ya da jest siyaseti olarak eleştirilecektir. Elbette ben buna katılmıyorum. Öncelikle, alınan tavır çocuk yoksulluğu konusuna ve korkunç iki çocuk sınırının etkisine çok daha fazla dikkat çekilmesini sağladı. Önümüzdeki bütçede çocuk yoksulluğuna odaklanılması için kampanya yürütenleri motive ediyor. İkinci olarak, hükümetin kaçınılmaz olarak bu konuyu ele almak zorunda kalacağı anlamına gelmiş ve hükümetin üst sınırı kaldırma olasılığını önemli ölçüde arttırmıştır. Üçüncüsü, milletvekillerinin bir şeyin doğru olduğuna inanmaları halinde her şeyi riske atmaya ve davalarının arkasında durmaya hazır olduklarını göstermiştir. Siyasi sistemimize olan güvenin tüm zamanların en düşük seviyesinde olduğu bir dönemde, belki de zaman zaman moralimizi ve demokrasimize olan güvenimizi yükseltmek için bu tür küçük müdahalelere ihtiyaç vardır.
Çeviren: Sarya Tunç
Evrensel / 28.07.24