ABD ile Çin arasındaki ilişkiler, soğuk savaşa mı dönüşmektedir? Trump yönetimi bu adımı attı mı? Göz atalım.
Trump yönetiminin katkıları
Trump, 2016 seçim kampanyasında Çin’e dönük eleştirilere, saldırılara ağırlık verdi. İki yıl sonra bu ülkeye karşı gümrük tarifelerini yükseltti; dış ticaretin dışına da taşan bir ekonomik savaş başlattı. Çin’in ekonomik, teknolojik önceliklerini, stratejisini (örneğin “Made in China 2025 Programı”nı) açıktan hedef aldı.
Bu aşamada Trump, Çin’in teknolojik gelişmesini simgeleyen, besleyen dış bağlantıları baltalamaya öncelik verdi. Telekomünikasyon şebekelerini 5G aşamasına taşıyan teknolojinin öncülüğü Çin şirketlerindeydi. Bunların, ABD’ye girişi, Amerikan şirketleriyle ilişkileri engellendi. Batılı müttefikler de aynı doğrultuda baskı altına alındı.
Bu adımları, 2020 seçim kampanyasına denk gelen korona salgını sonrasında kritik bir aşama izledi. Trump, ABD’deki salgının sorumlusu olarak Çin’i gösterdi. Bu saldırıları bu köşede gözden geçirmiştim (“Korona Salgını, Trump ve Çin”, 8 Mayıs 2020).
Trump’ın Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, Cumhuriyetçi Parti’nin aşırı sağ (“Tea Party”) kanadındandır. Temmuz’un ikinci yarısında Çin’le ilişkileri “soğuk savaş” eşiğine taşıyan adımlar attı.
Pompeo, anti-komünist söylemi hortlatıyor
İlk açık adım, Çin Halk Cumhuriyeti’nin Houston Konsolosluğu’nun aniden kapatılması oldu. İki gün sonra Dışişleri Bakanı, doğrudan doğruya Çin Komünist Partisi’ni hedef alan bir konuşma yaptı.
Mike Pompeo konuşmasına, “Komünist Çin ve Özgür Dünya’nın Geleceği” başlığını yakıştırmış. Devamı da bu minval üzere: “Günümüzün görevi, Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP’nin) tehdidine karşı özgür dünyayı korumaktır. Bugün davranmazsak ÇKP özgürlüklerimizi elimizden alacak; özgür toplumlarımızın inşa ettiği düzeni baltalayacaktır.”
Saldırı, doğrudan doğruya ÇKP Genel Sekreteri’ne de yönelecektir: “Şi Jinping, tamamen müflis ve totaliter bir ideolojiye inanır. Komünistler daima yalan söylerler; ama en büyük yalanları, tümüyle denetlenen, baskı altında tutulan ve konuşmaktan korkan 1,4 milyarlık bir halkı temsil etmeleridir.”
Çin’e karşı başlatılan “ekonomik savaş”ın muhatabı, uzun süre “Çin Halk Cumhuriyeti Hükümeti ve Başkan Şi” olmuştu. Bu ifade biçimlerinin “ÇKP ve Genel Sekreter Şi”ye dönüşmesinin sadece Pompeo’nun son konuşmasına özgü olmadığını Hong Kong’ta yayımlanan South China Morning Post (SCMP) gazetesi 25 Temmuz’da açıkladı.
Anlaşılıyor ki son haftalarda Adalet Bakanı, FBI Başkanı ve Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Danışmanı da Şi Jinping için “Başkan” yerine “ÇKP Genel Sekreteri” unvanını kullanmaya başlamışlar. ABD Dışişleri Bakanlığı bu farklılaşmaya ilişkin bir soruyu şöyle yanıtlamış: “Çin Halk Cumhuriyeti, Çin Komünist Partisi tarafından yönetilen otoriter bir rejimdir; Şi Jinping de Parti’nin Genel Sekreteri’dir”.
Kongre tarafından kurulan ABD-Çin Ekonomik Güvenlik Gözetimi Komisyonu’nun (USCC’nin) Başkanı Robin Cleveland da bu “terminolojik değişikliği” savunuyor: “Şi Jinping’in, bir liberal demokrasideki gibi halkın desteği ile seçilmiş bir başkan olmadığı açıktır. Çıkarcı bir partinin tepesindeki bir diktatördür. Sözcükler de bu durumu ifade ediyor” (SCMP, 25 Temmuz).
Bu tespitleri, Pompeo’nun, “ÇKP Çin halkını temsil etmiyor” iddiası ile birleştirin. ABD-Çin ilişkilerinin stratejik rekabet aşamasından stratejik düşmanlık eşiğine taşınması olarak yorumlayabiliriz. Farklı bir ifade ile soğuk savaş… Sistem (kapitalizm/komünizm) karşıtlığı içeren; son tahlilde uzlaşmaz bir çelişki…
Bir önceki soğuk savaş ve sonrası…
“Soğuk savaş”, iki taraf arasında sıcak, hatta nükleer bir savaş olasılığının gündeme gelmesi demektir. Bir önceki soğuk savaş döneminin başlangıcını simgeleyen 1946 tarihli iki ünlü belge var: Moskova Büyük Elçisi George Kennan’ın ABD Dışişleri Bakanlığı’na yolladığı 800 sayfalık telgraf ve Winston Churchill’in sosyalist blok için “Demir Perde” teşhisini koyan konuşması… Her ikisi de SSCB ile Batı bloku arasında barışçı bir işbirliğinin imkânsız olduğunu ileri sürmekteydi.
Bereket ki bu öngörünün sıcak savaşa dönüşmesi, II’nci Dünya Savaşı ittifakının uzantısı olan Birleşmiş Milletler ve daha sonra “nükleer caydırıcılık” olgusunun zorunlu kıldığı anlaşmalar sayesinde engellendi. Ancak, daima “sıcak” aşamanın sınırlarını zorlayan (Kore savaşı, Küba krizi gibi) bölgesel çatışmaları değil…
1983’te Ronald Reagan, SSCB’yi “kötülük imparatorluğu” olarak adlandırdı ve “yıldız savaşları”na sürükleyerek çökertmeyi tasarladı. Tartışmalıdır; ama, bence, Gorbaçov’un teslimiyeti sonunda başardı da…
SSCB’nin ve Doğu Avrupa’daki komünist rejimlerin çöküşü soğuk savaşa son verdi. “Yeni Rusya” komünizmi terk etti; ama Batı camiasından dışlanarak… Batı’nın stratejik zaferi, NATO’nun genişletilmesiyle pekiştirildi.
Bu zafer, emperyalizmin saldırganlığını frenlemedi. Birkaç yıl sonra ABD Dışişleri Bakanlığı, “rejim değişiklikleri” gerektiren “haydut devletler” (“rogues states”) listesi oluşturmaya başladı. İlk liste tipiktir: Kuzey Kore, Küba, Libya, Irak, İran… İlk ikisi komünist partilerin yönetimindedir; sonraki ikisi Kaddafi ve Saddam’ın devrilmesi ile listeden çıkarılmıştır; ancak yeni eklentilerle zenginleştirilerek…
ABD Dışişleri Bakanlığı, “haydut devletler” listesi yayımlamaya son verdi; ama uygulamaları sürdürdü. Trump’ın son olarak Venezuela’yı ve Nikaragua’yı “haydut” olarak ilan ettiğini; Bolivya’daki darbeyi alkışladığını biliyoruz.
Pompeo’nun son konuşması, bu tanımı fiilen Çin’e de taşıma niyetini ima ediyor. Wall Street Journal, bu söylemin Çin’de “rejim değişikliği” çağrısı olarak anlaşabileceğini belirtiyor (24 Temmuz). Çin, bir Libya, Irak değildir; bir süper güçtür ve bu ülkede “rejim değiştirme” tasarımı, yeni bir soğuk savaşa tehlikeli bir biçimde geçiş anlamındadır.
Trump sonrası?
Bugünlerde tuhaf bir biçimde gündeme gelen “sivil darbe tasarımı” tutmazsa Donald Trump üç ay sonraki seçimi kaybedecektir. Joe Biden’ın başkanlığı, soğuk savaş olasılığını gündemden çıkaracak mı?
Trump’ın Çin’e saldırıları etkili olmuş gibidir: ABD kamuoyunun dörtte üçü, Çin’e “olumsuz gözle” bakmaktadır; bu oran bir yıl içinde 20 puan yükselmiştir. Joe Biden da seçim kampanyasında bu eğilime uymakta; Trump’ı “Çin’e karşı gevşek davrandığı” için suçlamaktadır.
İki partili ABD demokrasisinin “sol” veya “liberal” kanadı olarak bilinen Demokrat Parti’nin soğuk savaş ve sonrasındaki dış siyaset sicili bu bakımdan parlak değildir.
Castro rejimini devirmek amaçlı Domuzlar Körfezi saldırısı; Amerikan askerlerinin Vietnam savaşına aktif katılımı John F. Kennedy’nin marifetlerindendir.
Soğuk savaşın, rejim değiştirme operasyonlarına dönüştüğü yıllarda da Demokrat Partili başkanlar aktif roller aldı. Bill Clinton, NATO hava kuvvetlerinin Yugoslavya’nın parçalanmasına katkı yapmasını sağladı. Obama’nın Dışişleri Bakanı Bn. Clinton’un Kaddafi’nin işkenceyle öldürülmesini, adeta “Libya fatihi” gibi coşkuyla alkışladığını hatırlıyoruz.
Bugünkü ABD Kongresi’nin Demokrat Partili üyelerinin çoğunluğu Çin’e ve Rusya’ya karşı sert, saldırgan çizgileri savunmaktadır. Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi başta olmak üzere…
“Soğuk savaş”, Pandora’nın kutusu içindeydi; Trump kapağını açınca dışarı çıkacak; Biden’ın da desteğiyle orada kalacaktır.
Ne var ki “muhatabı yoksa” soğuk savaş başlayamaz; Pandora kutusu boşalamaz. Bu nedenle Çin’in çizgisini, tepkilerini izlemek gerekiyor.
Haftaya göz atmak üzere…
soL / 07.08.20