Saray iktidarı, Mayıs’tan bu yana korona salgınının yarattığı ekonomik çöküntüyü aşmaya çalışıyor.
Önce, “kapanma” aşamasına hızla son verildi. Mayıs’ta para/maliye politikaları iç talep hareketlerine ivme kazandırdı. Karşılığında Türkiye’nin kronik sorunu “hortladı”; dış açık tırmandı. Nisan sonunda dolar 7 TL eşiğine ulaştı. Financial Times teşhis koydu: “Türk lirası mükemmel bir fırtınaya girdi” (7 Mayıs 2020).
Türkiye’de kriz algılaması dolar fiyatına bağlıdır. Çıkmaz ortadadır: Kredilerin, bütçe açığının genişlemesi sürdürülmeli; ama kriz algılanması önlenmelidir.
Dış finansman zamana yayılabilir; ama algılama günlük döviz kurlarına bağlıdır. Bu yüzden iç talep pompalanırken döviz kurlarında istikrarı sağlayacak yöntemler keşfedilmeli; uygulanmalıdır.
Hedefe ulaşıldı; ama, sadece iki aylık bir süre için… “Kriz algılaması” bir süre ertelendi. Aşamaları gözden geçirelim.
Öncelik kredilerde; kamu maliyesinde değil…
Kapitalizmin krizlerinde sermaye, genişletici para politikalarını tercih eder. Düşük faizler ve parasal genişleme, önce finans kapitali, giderek şirketleri destekler. Vergi indirimleri yerine kamu harcamalarına dayanan maliye politikaları ise emek-yanlısıdır. Üstelik “çoğaltan” yoluyla talep genişletici etkisi daha yüksektir.
AKP iktidarının sınıfsal kimliği, korona bunalımı sonrasında da doğrulandı. Para politikalarına öncelik verildi. Haziran’a kadar her ay indirilen politika faizi bugünkü enflasyonun dört puan altındadır.
Kamu bankaları kredi genişletmeye zorlandı. BDDK, özel bankalar için de kredileri artırıcı direktifler çıkardı. Kredi/mevduat arasında belli bir asgari oran (“aktif rasyosu”) sağlanmadığı takdirde yaptırımlar söz konusudur. Vadesi 2020’de dolacak kredi ödemelerinin ertelenme taleplerinin karşılanması; bunlar için “uygun” faizlerin uygulanması istendi. Kredi kartları için de “kolaylıklar” telkin edilmektedir.
Bir yıl içinde ticari kredi faizleri çarpıcı boyutta (%23,6 → %8,2) düştü. Taşıt, konut ve tüketici faizlerinin 17 Temmuz ortalaması %10,7’dir; yani 12 aylık enflasyonun (%12,6’nın) altındadır (Strateji ve Bütçe Başkanlığı, 24 Temmuz, s.62).
Kredi faizlerini gözleyen eski FED uzmanlarından Erkin Şahinöz vatandaşlara tavsiyede bulunmuş: “Bir daha böyle faiz bulmak kolay değil; çekebildiğiniz kadar, hatta ihtiyacınız olmayan krediyi çekin; bunların birazını da mevduatta tutun” (Cumhuriyet, 17 Temmuz).
Maliye politikaları da genişleyici doğrultudadır. 2020 için hedeflenen bütçe açığının yüzde 79’u (109,5 milyar TL) ilk altı ayda gerçekleşti. Oğuz Oyan, salgın ortamında bu boyutta bir bütçe açığının yüksek olmadığını; tam aksine yetersiz olduğunu vurguladı (Sol Portal, 21 Nisan).
Zira, salgın sonrasında oluşan bütçe açığının bileşimi sorunludur. Sağlık sistemine ve istihdam, gelir kaybına uğrayan emekçilere yapılan ek harcamaların payı bakımından Türkiye G20 ülkelerinde son sıradadır. Bütçeden bankalara, şirketlere dönük teşvik, garanti, kredi türü aktarımlar öne çıkmıştır.
Sonuçlar: İç talep, dış açık engeline çarpıyor
Salgın, ekonomiyi Mart’ta etkilemeye başladı; ilk üç ayda küçülmeye yol açmadı: TÜİK’e göre GSYH, Ocak-Mart 2020’de bir önceki yıla göre yüzde 4,5 artmıştır. İkinci üç ayda sert bir daralma öngörülüyor. IMF öngörüsüne göre Türkiye ekonomisi 2020’de yüzde 5 küçülecektir. 2017 sonrasında üst üste üç kriz/küçülme yılı, iktidar açısından siyasal bir karabasandır; önlenmelidir.
Ne var ki, kamçılanan iç talep, ekonominin kronik hastalığı olan dış açık engeline çarpacaktır. Cari işlem açığı, dış finansman sorunları Temmuz’a kadar ağırlaşacaktır.
Öncelikle yabancı sermaye “eksi” seyretmeye başladı; Ocak-Mayıs 2020’de -9,8 milyar dolarlık hareket (“net çıkış”) gerçekleşti. Aynı toplam, 12 ay öncesinde +14,6 milyar dolardı.
Dahası da var: Geçen yıl dış finansman yükünü hafifleten cari işlem fazlası 2020’de tarihe karıştı; ilk beş ayda 16,7 milyar dolar dış açık verildi. Yıl sonuna kadar bu açığın daha da tırmanması kaçınılmaz görünüyor.
Mayıs verilerine göre sonraki on iki ayda vadesi gelen dış borç taksitleri son dört ayda artmış; 170 milyar dolar eşiğine ulaşmıştır. Uluslararası finans çevreleri, Türkiye’nin artan kırılganlığını yakından izliyor. Vadesi gelen dış borçların tümüyle yenilenmesi beklenemez. Cari işlem açıkları da eklenirse millî gelirin dörtte birine ulaşan bu dış finansman gereksinimi nasıl karşılanacak?
Döviz kurları nasıl denetlendi?
Yukarıdaki soru yanıtsız kaldığı için Nisan’dan itibaren döviz fiyatları tırmandı. Döviz kurlarına yansıyan gerilimin kronolojisine göz atalım.
Bank of International Settlements (BIS) Türkiye’de Ekim-Aralık 2019 ortalama dolar fiyatını 5,79 TL olarak hesaplamış. Salgınla birlikte dolar fiyatı hızla tırmandı; Nisan sonunda 7 TL eşiğine ulaştı.
Uluslararası finans çevrelerinin Türkiye’ye ilişkin o tarihli bir yorumunu aktarıyorum: “7 TL’ye her yaklaştığında dolar satışları dalgası başlıyor; rezervler eriyor; bu fiyat aşağı itiliyor. Ekonomik ve finansal mantığa karşı açılan bu savaş ilginçtir.” (FT, 30 Nisan 2020).
Dolar kurunun aylık ortalaması Mayıs’a kadar yükseldi. Haziran’da dolar fiyatı biraz aşağı çekildi; sonra istikrar buldu. Mayıs, Haziran ve Temmuz’un ilk dört haftasında ortalama dolar fiyatları (TL olarak) şöyledir: 6,93 → 6,83 →6,85…
Tuhaf bir durum var: Yukarıda sıraladığım dış kırılganlıklar ağırlaşırken döviz kuru istikrar kazanmıştır. Finans uzmanlarının ifadesiyle “ekonomik ve finansal mantığa karşı açılan savaş” kazanılmış görülmektedir. Hangi yöntemlerle?
Bu “yöntemler”, “sermaye hareketlerinde denetim” başlığı altında toplanır. Açıkça ilan edilmez; zira, bu doğrultuda ileriye gidilirse ülke, uluslararası sermaye hareketleri bakımından fiilen “yasaklı” bir kategoriye taşınır. Dış borçların ödenememesi gündeme gelir.
İktidar, adını koymadan bu doğrultuda adımlar atmıştır. Bir kriz algılaması yaygınlaşmadan döviz fiyatlarını frenlemeye çabalamaktadır.
Barış Soydan bu yöntemlerin adını açıkça koymuş: “Türkiye sermaye kontrollerine başladı bile: Bankaların yurt dışıyla swap işlemlerinin öz kaynaklarının yüzde 0.5’i ile sınırlandırılması; yurt dışına TL vermelerinin önlenmesi; uluslararası bankalara TL’de işlem yasağı getirilmesi; 100 bin dolar alanların bir gün beklemek zorunda kalması; ihracatçıların kazandıkları dövizi 6 ay içinde Türkiye’ye getirme mecburiyeti sermaye kontrolü değilse nedir?” (T24, 20 Mayıs).
Bu yöntemlere, (dış finans çevrelerinin de yakından izlediği) TCMB ile kamu bankaları arasındaki TL/dolar swap işlemlerini ekleyelim; kamu bankalarının, hatta Hazine’nin net rezervlerinin eksiye indiği tespiti ile birleştirelim (Kerim Rota, Para Analiz, 23 Mayıs). Gözlenecek ki, Türkiye ekonomisinde net döviz pozisyonu “artı” olan iki “sektör” kalmıştır: Özel bankalar ve döviz mevduatı tutan hane halkları…
Bu iki sektörde de “dolarlaşmaya” son verilirse, sermaye hareketlerinin kontrolü tamamlanır; döviz fiyatları da hedeflenebilir. Yüzyılın başında bu işi Arjantin becerdi; sermaye hareketlerinin kontrolü ile büyümeyi bağdaştırdı. Ama emekçilerin sürüklediği sert bir sınıf mücadelesi sonunda…
Son adımları atmak, finans kapitale, sonuçlarını göze alarak meydan okumaktır. Yarım-yamalak yöntemlerle “zaman kazanma” peşinde olan Saray’ın sınıfsal kimliğine aykırıdır. Döviz fiyatlarını frenleme çabası, bu yazı kaleme alınırken dahi ($1=6,99 TL) yenilgiye uğramış gibidir.
Saray ise, herhalde, Financial Times editörlerinin 30 Temmuz tarihli tavsiyelerine uyup “ekonominin çekim gücüne direnmekten” vazgeçecektir. Yani sermaye hareketlerini denetlemeye son verecek; dolar fiyatını büyük ölçüde piyasaya teslim edecektir.
soL / 31.07.20