24 Ocak Kararları + 12 Eylül NATO’cu Darbe + Dinci AKP = Çöküş Fikret Başkaya

Artık sistem yeteri kadar yeni değer, fazla değer üretmekte zorlanıyor. Bütçeyi, hazineyi, müşterekleri, doğayı yağmalayarak, canlıyı metalaştırarak yol alabiliyor… Fakat o yolun sonu yok…

  • Haber
  • |
  • Basın derleme
  • |
  • 20 Eylül 2022
  • 16:43

“Gerçek kalkınmanın dış ilişkilerin kontrolünü gerektirdiği mantıkî sonucuna varıyordum. Başka türlü ifade edersek, kopuşu gerektiriyordu ve kopuş olmadan girişilecek yapısal reformların başarısızlığı kaçınılmazdı”.

Samir Amin*

24 Ocak kararları sadece bildik bir anti-kriz ekonomik programdan ibaret değildi. Ekonominin yörüngesini değiştirme amacıyla dayatılmıştı. Tipik bir ‘yeniden kompradorlaşma programıydı ama retorik farklıydı. Güya Türkiye ekonomisi ‘dışa açılacak’, ihracat öncülüğünde büyüyecek, dünya ekonomisiyle ‘bütünleşecek’, zaferden zafere koşacaktı. Aslında her türlü ulusal kalkınmacılığa elveda demeye geliyordu. Türkiye neoliberalizmin dayatıldığı ilk ülkelerden biriydi… Şili’de mayalandırılan gerici, anti-sosyal, halk düşmanı programın Türkiye versiyonuydu. Başta işçi sınıfı olmak üzere, emekçi sınıflar lehine tüm kazanımlara savaş ilan etmekti.

Kompradorlaşma söz konusuyken, ekonominin iç eklemlenmesi aşınır. Farklı sektörler arasındaki karşılıklılık, tamamlayıcılık ve eklemlenme mümkün olmaz. Artık her sektörün muhatabı (alıcısı-satıcısı) daha çok dışarıdadır. Rekabet de ulusal planda değil, daha çok uluslararası düzeyde gerçekleşir. Ekonomi dışardaki gelişmelere bağımlı hale gelir ve bu niteliğinden ötürü de son derecede kırılganlaşır…

Aslında dışa açılma fena bir fikir olmayabilir ama kimin neresini, kime ne kadar açtığı da önemsiz değildir… Neoliberalizm demek, ikinci emperyalistler arası savaş sonrasında Batı’da oluşturulan ‘sosyal devleti’, bizimki gibi ülkelerde de ‘kalkınmacı devlet’ denileni tasfiye etmek anlamına geliyordu… Emperyalist savaş sonrasında emekçi sınıflar lehine sağlanan kazanımlara savaş ilan etmekti. Reel ücretler düşürülecek, sosyal harcamalar kısılacak, sermaye sınıfından alının vergiler azaltılacak, kamusal alan daraltılacak müşterekler dahil, kamusal nitelik taşıyan ne varsa özelleştirilecek, sermayeye peşkeş çekilecek, asgari planlamaya da elveda denilecek, velhasıl insanların kaderi ‘serbest piyasa’ dediklerine emanet edilecekti… Malûm, yeni dönemin üç sloganı da liberalizasyon (serbestleştirme), privatizasyon (özelleştirme), deregülasyon (kuralsızlaştırmaydı)… Serbestleştirme, sermayenin hareketini sınırlayan tüm engellerin tasfiye edilmesi, dünyanın sermaye için, ‘korunmuş av alanı’, ‘gül bahçesi’ haline getirilmesi;  özelleştirme, kamu yararına ne varsa, sermayeye peşkeş çekilmesi; deregülasyon da, devletin sadece sermaye lehine müdahalelerde bulunması demektir. Aslında buna “devletin küçültmek’ de denecekti ama neresinin büyüdüğü, neresinin küçüldüğü, söz konusu operasyonun kimin için ne anlama geldiği gözden kaçırılmak kaydıyla…

Her ne kadar ‘yeni ekonomik program’ 24 Ocak 1980’de ilan edilse de, verili hukuksal-kurumsal çerçeve ve ‘sınırlı demokrasi’ koşullarında uygulanabilir değildi… Ancak 12 Eylül 1980’de Amerikancı- NATO’cu- Atatürkçü ordunun faşist darbesiyle, devlet terörüyle yol alabilirdi… Zira, toplum karşıtı, halk düşmanı bir ekonomik-sosyal  programı mevcut kurumsal yapı ve sınırlı demokrasi dahilinde uygulamak mümkün olmazdı… Dolayısıyla, söz konusu olan bildik bir ekonomik programdan çok daha fazlasıydı… Devlet aygıtı tepeden-tırnağa yeniden dizayn edildi. Bütün kurumlara dokunuldu. 12 Eylül 1980, emperyalizme tam teslimiyetin de tarihiydi… Her türlü ulusal kalkınmacılığa, ulusal kaygılara elveda demek anlamına geliyordu… O tarihten sonra ekonominin temeli hızla aşınmaya devam etti. Malûm, kompradorlaşma söz konusuyken, ekonominin içe dönük eklemlenmesi aşınır. Ekonominin farklı sektörleri arasında karşılıklılık ve tamamlayıcılık ve eklemlenme mümkün olmaz… Artık her sektörün muhatabı (alıcısı-satıcısı) daha çok dışardadır. Rekabet de ulusal plandan çok, uluslararası düzeyde gerçekleşir, ekonomi dışardaki gelişmelere bağımlı hale gelir. Bu niteliğinden ötürü de son derecede kırılgandır. Sanayileşme, kalkınma iddiasına elveda demektir… Artık asgari planlama da söz konusu değildir…

12 Eylül darbesi, 12 Mart 1971 darbesinden farklıydı. Zira, 12 Mart darbesinin solun önünü kesmek gibi sınırlı bir amacı vardı… 12 Eylül darbesiyse devlet terör rejimini kurumsallaştırmak, kalıcılaştırmak amacı taşıyordu. Devlet aygıtı baştan sona elden geçirildi. Sol hareket ezildi, dinci gericiliğin önü sonuna kadar açıldı…Çocuk Esirgeme Kurumu da dahil hiçbir şeyi esirgemediler… Resmî ideolojiye Türk-İslam Sentezi yaması yapıldı…  Devlet aygıtındaki ilerici, demokrat, sosyalist kadrolar tasfiye edildi. Onların yerini dinci-faşist unsurlar aldı… Darbe sadece ‘içeriyi’ de hedef almıyordu. Bölgedeki emperyalist çıkarlar da gözetiliyordu. 1979 da emperyalizmin (ABD’nin) bölgede en çok güvendiği İran’da Şah Rejimi çökmüş yerini Humeyni’nin fundamentalist İslamcı Rejimi almıştı. Daha sonra da İran-Irak savaşı patlak verecekti, Müslüman ülkelerde ‘radikal İslamcı’ eğilimler güçlenmekteydi… OPEC peş peşe petrol fiyatlarını artırıyordu. Oysa, Emperyalist Batı petrol dahil, Üçüncü Dünya’nın doğal kaynaklarını su, sabun parasına kullanıyordu. Emperyalist çıkarlar için Şah rejiminden boşalan yeri Türkiye doldurmalıydı…

Velhasıl o tarihten sonra ekonominin temeli aşınmaya devam etti. Türkiye ekonomisi bir krizden diğerine savruldu… Aslında 2002’de AKP’nin iktidara taşınması 12 Eylül de açılan yolda son duraktı… AKP neoliberal politikaları gözü kara uyguladı. Sanayisizleşme süreci derinleşti, ekonomik temel aşındı, tarım çökertildi. Özelleştirilmeyen, bir kâr aracına dönüştürülmeyen hiçbir şey bırakılmadı… Hiçbir şeyi esirgemediler… Dışardan alınan krediler, aynı Osmanlı İmparatorluğunun son döneminde olduğu gibi, verimli yatırımlarda değerlendirilmek yerine konut rantında ve lüks tüketime yöneldi. AKP var olanı satarak yol aldı… Kamu İktisadi Teşekkülleri (KİT) denilen varlıklardan başlayarak akla gelen ne varsa ‘özelleştirme’ adı altında sermayeye peşkeş çekildi. Onu kamu hizmetlerinin (eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, vb.) özelleştirilmesi izledi. Suyu, enerjiyi, ulaşımı, yolları köprüleri, tünelleri, hava alanlarını yok pahasına sermayeye sattılar… Bu kadar da değil, daha sonra sıra müştereklere geldi. Toplumun ortak kullanımına sunulan yaşam alanları ve kaynakları meydanlar, meralar, deniz kıyıları… özel mülk kategorisine indirgendi… Oysa müştereklerden yoksun bir toplumsal yaşam sürdürülebilir değildir… Müşterekler, insanları, toplumu bir arada tutan tutkaldır…

Artık sistem yeteri kadar yeni değer, fazla değer üretmekte zorlanıyor. Bütçeyi, hazineyi, müşterekleri, doğayı yağmalayarak, canlıyı metalaştırarak yol alabiliyor… Fakat o yolun sonu yok… Bu yüzden Türkiye’nin içine sürüklendiği durumu kriz kavramı karşılamıyor. Bu bir çöküş halidir ve çöküş, geri dönüşü olmayan eşiğin aşılmasıdır… Artık eski yöntem ve araçlarla, alışılmış politikalarla şeylerin seyrini değiştirmek mümkün değil… Verili siyaset anlayışıyla bir şeyler başarma imkânı yok… Vakitlice yeni perspektifi ve paradigmayı ete – kemiğe büründürmek gerekiyor. Aksi halde sosyal kötülükler ve ekolojik yıkım karşılıklı olarak birbirlerini azdırmaya devam edecek…

Samir Amin Entelektüel Yolculuğum, çev: Uğur Günsür, Ütopya Yay, s. 199, Ankara.

Özgür Üniversite / 20.09.22