12 Eylül darbesinin ardından CIA Türkiye Masası Şefi Paul Henze’nin “bizim çocuklar başardı” dediğini herkes bilir. “Sağ-sol çatışması”, “ülkede düzeni sağlamak” vb. söylemlerle, ABD emperyalizminin ve yerli işbirlikçilerinin ihtiyaçlarının ürünü olan darbe gerçekleştirildi.
Darbe öncesinde alınan 24 Ocak Kararları ile neo-liberal politikaların ve sınıfa yönelik saldırıların hayata geçirilmesi planlanıyordu. 24 Ocak Kararları’nın sözcüsü, MESS ve Sabancı Holding yöneticiliğinden Başbakanlık Müsteşarlığı’na yürüyen Turgut Özal’dı. IMF, Dünya Bankası, OECD gibi emperyalist kuruluşların çizdiği rotada sermaye sınıfı, Kamu İktisadi Teşekküllerinin (KİT) özelleştirilmesi, özel sektörün desteklenmesi, tüm çalışanların ücretlerinin düşürülmesi, dış ticaretin serbestleşmesi, yabancı yatırımlara teşvik verilmesi vb. içeren 24 Ocak Kararları’nın uygulanması için harekete geçti. Böyle bir programın uygulanabilmesi ise toplumsal muhalefetin ezilmesine bağlıydı.
12 Mart 1971’deki muhtıranın ardından 12 Eylül postalıyla yol yüründü. Dönemin Türkiye İşveren Sendikaları Başkanı Halit Narin, darbeden sınıfı adına duyduğu memnuniyeti “Bugüne kadar hep işçiler güldü, şimdi gülme sırası bizde” sözleriyle ifade ediyordu. Darbenin başındaki Kenan Evren de, “Eğer 24 Ocak Kararları denen kararların arkasından 12 Eylül dönemi gelmemiş olsaydı, o tedbirlerin fiyasko ile sonuçlanacağından hiç şüphem yoktu. Böyle sıkı bir askeri rejim sayesinde o tedbirler meyvesini vermiştir” sözleriyle durumu özetliyordu.
Darbeyle işçi sınıfının direnci kırılmaya çalışıldı. Bunun için de öncelikle devrimciler hedef haline getirildi. İşkenceler, sokak infazları, idamlar ve tutuklamalarla öncüler koparıldı. Emek örgütleri, sınıf birlikleri, dernek, siyasi parti ve sendikaların faaliyetleri sınırlandırıldı ya da kapatıldı. Grevler yasaklandı.
Emekçi sınıfların örgütlülüğünün dağıtılmasına toplum içinde dinin etki alanının güçlendirilmesi eşlik etti. Din dersleri zorunlu hale getirildi, imam hatip okullarının sayısı artırıldı, cemaatlerin önü açıldı. ABD emperyalizmin Ortadoğu’daki çıkarları da dinci gericiliğin Türkiye’de güçlenmesini gerektiriyordu.
Bu adımların sonuçlarına baktığımızda, karşımızda AKP iktidarını görüyoruz. 12 Eylül’ün bir ürünü olan AKP, hem darbenin hasadını topladı hem de icraatlarıyla, 24 Ocak Kararları’nın şaşmaz sürdürücüsü olarak,12 Eylül’ü yaşatmaya devam etti.
Özelleştirmeler, kamunun tasfiyesi, esnek-güvencesiz çalışmanın yaygınlaşması, sendikasızlaştırma, iş cinayetleri, grev yasakları, işsizlik, düşük ücretler, derin sefalet AKP iktidarı döneminde katlanarak arttı. Bu gerici iktidarın 12 Eylül faşist darbesinin uygulamalarını nasıl aştığını ise, tam bir pervasızlık örneği olan şu sözler ortaya koyuyor: “Biz göreve geldiğimizde OHAL vardı. Ama bütün fabrikalar grev tehdidi altındaydı. Hatırlayın o günleri. Şimdi böyle bir şey var mı? Tam aksine. Şimdi grev tehdidi olan yere biz OHAL'den istifadeyle anında müdahale ediyoruz. Diyoruz ki hayır, burada greve müsaade etmiyoruz, çünkü iş dünyamızı sarsamazsınız.”
Sermayenin demir yumruğu olarak hareket eden, onun çıkarları ve ihtiyaçları doğrultusunda işçi ve emekçilerin tüm hak ve özgürlüklerini hedef tahtası haline getiren bir AKP iktidarı gerçeği ile yüz yüzeyiz. İşçi sınıfı sermayenin saldırı programlarını tam bir pervasızlıkla hayata geçiren, 12 Eylül mirasçısı bu gerici iktidarla hesaplaşmalı, bunun için kendi örgütlülüklerini kurmalıdır. Bu başarılamadığı sürece, emeğimizin ürünlerini sermayeye yedirmeye devam ederiz.