Paris Komünü 150 yaşında... (18 Mart-28 Mayıs 1871) Komün’ün bayrağı Dünya Cumhuriyeti’nin bayrağıdır!

Ve insanlar, sadece, kendilerini kalıtsal monarşi inancından kurtarıp demokratik cumhuriyete bağlılık yemini ettiklerinde bile, muazzam derecede cesur bir adım atmış olduklarına inanır. Oysa gerçekte, devlet, bir sınıfın bir başkası tarafından ezilmesini sağlayan bir mekanizmadan başka bir şey değildir, ve bu söylenen, demokratik cumhuriyet için, monarşi için olduğundan daha az geçerli değildir...

  • Değerlendirmeler
  • |
  • Güncel
  • |
  • 18 Mart 2021
  • 12:25

(Fransa’da İç Savaş’ın 1891 tarihli Almanca baskısı için yazılan Giriş)

(...)

Söz konusu iki bildiri hakkında söylediklerim, Fransa’da İç Savaş için de geçerli. 28 Mayıs’ta son Komün savaşçıları üstün güçler karşısında Belleville’in yamaçlarında yenik düştü ve yalnızca iki gün sonra, 30 Mayıs’ta, Marx, Genel Konseyde, Paris Komünü’nün tarihsel anlamını kısaca ve güçlü bir şekilde, ama konu hakkında daha sonra yazılan yığınla metnin hiçbirinde bir daha ulaşılamayan bir keskinlik ve özellikle de doğruluk taşıyan hatlarıyla ortaya koyan çalışmayı okudu.

Fransa’nın 1789 sonrasındaki iktisadi ve siyasal gelişimi sayesinde, Paris’te, elli yıldır, zaferi kanıyla satın alan proletaryanın zaferin ardından kendi talepleriyle ortaya çıkması yoluyla proleter bir karakter kazanmayan hiçbir devrim patlak veremiyor. Bu talepler, Parisli işçilerin ilgili dönemlerdeki gelişmişlik düzeylerine bağlı olarak, az çok belirsiz ve hatta karışıktı; ama sonuçta, bunların tümü, kapitalistler ile işçiler arasındaki sınıf karşıtlığının ortadan kaldırılması isteğine işaret ediyordu. Bunun nasıl gerçekleşeceği tabii ki bilinmiyordu. Ama talebin kendisi, henüz ne kadar belirsiz kalırsa kalsın, mevcut toplum düzeni için bir tehlike barındırıyordu; onu ileri süren işçiler henüz silahlıydı; dolayısıyla, devletin yönetimini elinde bulunduran burjuvazi için birinci emir, işçilerin silahsızlandırılmasıydı. İşçiler tarafından mücadeleyle kazanılan her devrimi, işçilerin yenilgisiyle son bulan yeni bir mücadelenin izlemesi işte bu yüzdendi.

Bunların ilk örneği 1848’de yaşandı. Parlamenter muhalefetin liberal burjuvaları, kendi partilerinin üstünlük kurmasını sağlamaya yönelik seçim reformunu kabul ettirmek için reform şölenleri düzenliyordu. (1) İktidarla mücadelelerinde halka başvurmaları giderek daha zorunlu hâle geldiğinden, burjuvazinin ve küçük burjuvazinin radikal ve cumhuriyetçi katmanlarının adım adım öne çıkmasını kabul etmek zorunda kaldılar. Ama bu katmanların arkasında devrimci işçiler duruyordu ve devrimci işçiler, 1830’dan beri, burjuvazinin ve hatta cumhuriyetçilerin düşündüğünden çok daha fazla siyasal bağımsızlık kazanmıştı. İktidar ile muhalefet arasındaki bunalım anında, işçiler sokak savaşını başlattı; Louis-Philippe ve onunla birlikte seçim reformu ortadan kayboldu, onların yerine cumhuriyet geldi; muzaffer işçiler tarafından “sosyal” diye adlandırılan bir cumhuriyetti bu. Ama bu sosyal cumhuriyetin ne anlama geldiği konusunda, işçilerin kendileri de dâhil olmak üzere hiç kimsede netlik yoktu. Ancak şimdi silahları vardı ve devletin içindeki bir güçtüler. Bu nedenle, ayaklarının altındaki zeminin bir miktar sağlamlaştığını hisseder hissetmez, iktidardaki burjuva cumhuriyetçilerinin ilk hedefi, işçileri silahsızlandırmak oldu. Bu da, verilen sözlerden açıkça dönerek, açıkça alay ederek ve işsizleri uzak bir ile sürme girişiminde bulunarak, işçileri Haziran 1848 ayaklanmasına sürükleme yoluyla gerçekleştirildi. İktidar, ezici bir güç üstünlüğü kurmaya özen göstermişti. İşçiler, beş günlük kahramanca bir mücadelenin ardından yenildi. Ve bunu, savunmasız esirlerin, Roma Cumhuriyeti’nin çöküşüne yol açmış olan iç savaş günlerinden beri eşi görülmemiş bir şekilde katledilmesi izledi. Burjuvazi, proletarya kendi çıkarlarıyla ve talepleriyle, ayrı bir sınıf olarak onun karşısına çıkmaya cesaret eder etmez ne kadar korkunç bir öç alma kıyıcılığıyla tepki vereceğini ilk kez göstermişti. Ve yine de, 1848, onun 1871’deki kudurganlığının yanında, henüz bir çocuk oyuncağıydı.

Hemen arkasından ceza geldi. Proletarya henüz Fransa’yı yönetebilecek durumda değildiyse, burjuvazi de yönetebilir olmaktan uzaklaşmıştı. En azından o dönemde, yani henüz çoğunluğu monarşi yanlısıyken ve üç hanedancı parti ile dördüncü bir cumhuriyetçi partiye bölünmüş durumdayken. Burjuvazinin iç kavgaları, maceracı Louis Bonaparte’ın tüm iktidar mevkilerini (ordu, polis, idari mekanizma) ele geçirmesini ve 2 Aralık 1851’de burjuvazinin son sağlam kalesi olan Ulusal Meclisi havaya uçurmasını mümkün kıldı. İkinci İmparatorluk, Fransa’nın bir siyasi ve mali maceracılar çetesi tarafından sömürülmesini başlatmakla kalmadı, aynı zamanda, (büyük burjuvazinin sadece küçük bir bölümünün tek başına egemen olduğu, dar ufuklu ve korku dolu Louis-Philippe sisteminde hiçbir zaman olanaklı hâle gelmeyen) bir sınai gelişme sürecini başlattı. Louis Bonaparte, siyasal iktidarı kapitalistlerin elinden alırken, onları, yani burjuvaları işçilerden ve diğer taraftan da işçileri burjuvalardan koruma bahanesine başvurmuştu; ama bunun karşılığında, onun iktidarı, spekülasyonu ve sınai faaliyetleri, kısacası tüm burjuvazinin bugüne kadar görülmemiş ölçüde yükselmesini ve zenginleşmesini kolaylaştırdı. Kuşkusuz, imparatorluk sarayında toplanıp bu zenginleşmeden kendi yüksek komisyonlarını alanların yolsuzlukları ve büyük ölçekli hırsızlıkları çok daha hızlı bir gelişim gösterdi.

Ama İkinci İmparatorluk, Fransız şovenizmine başvurulması demekti; Birinci İmparatorluğun 1814’te kaybedilmiş sınırlarının ya da en azından Birinci Cumhuriyetin sınırlarının geri istenmesi demekti. Eski monarşinin sınırları içinde kalan (üstüne üstlük 1815’in daha da daraltılmış sınırlarının içinde kalan) bir Fransız imparatorluğu, uzun vadede, olanaksız bir şeydi. Zaman zaman gerçekleştirilen savaşların ve sınır genişletme hamlelerinin zorunluluğu bundan kaynaklanıyordu. Ama hiçbir sınır genişletme, Fransız şovenlerinin hayallerinde, Ren Nehri’nin Almanya’nın elinde bulunan sol kıyı şeridine ulaşacak bir sınır genişletme hamlesinin parlaklığına sahip değildi. Ren Nehri tarafındaki bir kilometrekare, onların gözünde, Alpler’deki ya da başka herhangi bir yerdeki on kilometrekareden daha değerliydi. İkinci İmparatorluğun varlığında, Ren Nehri’nin sol kıyısının tek seferde ya da parça parça geri istenmesi sadece bir zaman meselesiydi. Bu zaman, 1866 Avusturya-Prusya Savaşı’yla geldi; beklenen “toprak tazminatını hem Bismarck nedeniyle hem de kendi aşırı kurnazca duraksama politikası nedeniyle elde edemeyen Bonaparte’ın önünde, 1870’te patlak veren ve onu önce Sedan’a (2), oradan da Wilhelmshöhe’ye (3) sürükleyen savaştan başka bir yol kalmadı.

Zorunlu sonuç, 4 Eylül 1870 Paris Devrimiydi. İmparatorluk, iskambil kâğıtlarından yapılmış bir ev gibi yıkıldı, cumhuriyet yeniden ilan edildi. Ama düşman kapılara dayanmıştı; imparatorluk orduları ya umutsuz bir şekilde Metz’de kuşatma altındaydı ya da Almanya’da esir tutuluyordu. Halk, bu olağanüstü koşullar altında, önceki yasama organında yer alan Paris temsilcilerinin “Ulusal Savunma Hükümeti” adı altında başa geçmelerine izin verdi. Eli silah tutabilecek tüm Parislilerin savunma amacıyla Ulusal Muhafıza katılmış ve silahlanmış olması ve böylece işçilerin büyük çoğunluğu oluşturması bunu kolaylaştırdı. Ama çok kısa bir süre sonra, neredeyse sadece burjuvalardan oluşan hükümet ile silahlı proletarya arasındaki karşıtlık açık bir çatışmaya dönüştü. 31 Ekim’de belediye binasını basan işçi taburları hükümet üyelerinin bir bölümünü esir aldı; ihanet, hükümetin yalan yere yemin etmesi ve bazı küçük burjuva taburlarının araya girmesi sayesinde yeniden serbest kaldılar ve yabancı bir askeri gücün kuşatması altındaki bir kentin içinde iç savaşın patlak vermemesi için o zamana kadarki hükümet işbaşında bırakıldı.

Sonunda, 28 Ocak 1871’de, açlıktan kırılan Paris teslim oldu. Ama bugüne kadar savaş tarihinde görülmemiş bir onurla. Kaleler devredildi, kentin surları silahsızlandırıldı, düzenli ordunun ve Gezici Muhafızın silahları teslim edildi ve kendileri de savaş esirleri sayıldı. Ama Ulusal Muhafız silahlarını ve toplarını elinde tuttu ve galipler karşısında sadece ateşkes durumuna geçti. Ve galipler de, Paris’e zafer havası içinde girmeye cesaret edemedi. Sadece Paris’in küçücük ve üstüne üstlük kısmen halka açık parklardan oluşan bir köşesini işgal etme cesaretini gösterebildiler ve o da yalnızca birkaç günlüğüne! Bu süre boyunca da, Paris’i 131 gün kuşatma altında tutmuş olanlar, yabancı galibe bırakılmış olan köşenin dar sınırlarını tek bir “Prusyalı”nın bile aşmaması için dikkatli bir şekilde nöbet tutan silahlı Paris işçilerinin kuşatması altında tutuldu. Parisli işçiler, imparatorluğun bütün ordularına silah bıraktıran yabancı galipte işte böyle bir saygı uyandırdı; ve devrimin ocağında öç almak için buraya gelmiş olan Prusyalı Junkerler (4) saygılı bir şekilde yerlerinde beklemek ve tam da bu silahlı devrimin karşısında selam durmak zorunda kaldı!

Savaş sırasında, Parisli işçiler, mücadelenin kararlı bir şekilde sürdürülmesi talebiyle yetinmişti. Ama şimdi, Paris’in teslim olmasının ardından barış geldiğinde, yeni hükümet başkanı Thiers, Parisli işçiler silahları ellerinde tuttuğu sürece mülk sahibi sınıfların (büyük toprak sahiplerinin ve kapitalistlerin) egemenliğinin hep tehlike altında olacağını göz önünde bulundurmak zorundaydı. İlk yaptığı iş, onları silahsızlandırma girişiminde bulunmak oldu. 18 Mart’ta, Ulusal Muhafıza ait, Paris kuşatması sırasında imal edilmiş ve paraları halkın katkılarıyla ödenmiş olan topları zorla alma emriyle, düzenli ordu birlikleri gönderdi. Girişim başarısızlığa uğradı, Paris direniş hazırlıkları için tek vücut oldu ve Paris ile Versailles’da bulunan Fransız hükümeti arasındaki savaş ilan edildi. Paris Komünü 26 Mart’ta seçildi ve 28 Mart’ta ilan edildi. O zamana kadar yönetimi elinde bulunduran Ulusal Muhafız Merkez Komitesi, son olarak Paris’teki rezil “Ahlak Polisi”nin kaldırılması emrini verdikten sonra, Paris Komünü’ne istifasını sundu. Komün, 30 Mart’ta zorunlu askerlik hizmetini ve sürekli orduyu kaldırdı ve eli silah tutabilecek tüm yurttaşların katılacağı Ulusal Muhafızı tek silahlı güç ilan etti; Ekim 1870 ile Nisan ayı arasındaki döneme ait tüm ev kiralarını, ödenmiş olan tutarlar izleyen dönemlerin kiralarına sayılmak üzere sildi ve kentin emniyet sandığına rehin verilmiş olan malların satışlarını tümüyle durdurdu. Aynı gün, Komüne seçilen yabancıların Komün üyelikleri, “Komün’ün bayrağının Dünya Cumhuriyeti bayrağı olması” gerekçesiyle onaylandı.

- 1 Nisan’da, herhangi bir Komün çalışanının ve dolayısıyla herhangi bir Komün üyesinin alabileceği en yüksek maaşın 6000 frangı (4800 markı) aşamayacağına karar verildi. Ertesi gün, kilisenin devletten ayrılmasını, dinsel amaçlı tüm devlet ödemelerinin kaldırılmasını ve tüm kilise mülklerinin ulusal mülklere dönüştürülmesini öngören kararname çıkarıldı; bunun sonucunda, 8 Nisan’da, tüm dinsel simgelerin, resimlerin, dogmaların, duaların, kısacası, “bireysel vicdan alanına ait olan her şeyin” okullardan uzaklaştırılması emredildi ve bu emir adım adım hayata geçirildi.

- Ayın 5’inde, tutsak edilen Komün savaşçılarının Versailles birlikleri tarafından vurulmasına her gün devam edilmesine karşılık olarak, bazı kişilerin rehine olarak tutulmasına yönelik bir kararname yayımlandı, ama hiçbir zaman hayata geçirilmedi.

- Ayın 6’sında giyotin Ulusal Muhafızın 137. taburu tarafından bulunduğu yerden çıkarıldı ve halkın yüksek sesli sevinç gösterileri eşliğinde yakıldı.

- Ayın 12’sinde, Komün, Napoleon’un 1809 Savaşı sonrasında ele geçirilmiş toplarla yaptırdığı, şovenizmin ve halkların kışkırtılmasının simgesi olan Vendôme Meydanı Zafer Sütunu’nun yıkılmasına karar verdi. Bu karar 16 Mayıs’ta hayata geçirildi.

- Komün, 16 Nisan’da, fabrikatörler tarafından faaliyetleri durdurulan fabrikalarla ilgili istatistiksel bir dökümün yapılmasını, o zamana kadar bu fabrikalarda çalışan işçilerin kooperatif çatıları altında bir araya gelerek söz konusu fabrikaları işletmesine ve bu kooperatiflerin büyük bir birlik şeklinde örgütlenmesine yönelik planların hazırlanmasını emretti.

- Ayın 20’sinde fırıncılar için gece çalışmasını ve İkinci İmparatorluk döneminden beri polisin atadığı adamların (birinci sınıf işçi sömürücülerinin) tekelinde olan istihdam bürolarını kaldırdı; istihdam büroları Paris’in yirmi arrondissement’ının (ilçesinin) belediye başkanlıklarına devredildi.

- 30 Nisan’da, işçileri kişisel olarak sömürdükleri ve işçilerin kendi iş aletlerinden yararlanma ve kredi alma haklarına ters düştükleri gerekçesiyle, rehincilerin kapatılmasını emretti.

- 5 Mayıs’ta, XVI. Louis’nin idamının diyetini ödemek için inşa edilmiş olan kefaret şapelinin yerle bir edilmesine karar verdi.

Böylece, 18 Mart’tan itibaren, Paris’teki hareketin, yabancı istilasına karşı mücadelenin daha önce arka plana itmiş olduğu sınıf karakteri keskin ve saf hâliyle ortaya çıktı. Komün üyeleri neredeyse yalnızca işçilerden ve işçilerin kabul görmüş temsilcilerinden oluşurken, Komün’ün kararları da belirgin bir proleter karakter taşıyordu. Komün, ya cumhuriyetçi burjuvazinin sadece korkaklığı nedeniyle hayata geçirmediği, ama işçi sınıfının özgürce hareket etmesi açısından vazgeçilmez bir temel oluşturan reformları (örneğin, dinin, devlet karşısında, tümüyle kişisel bir konu olması ilkesinin uygulanmasını) karar altına alıyor, ya da doğrudan doğruya işçi sınıfının yararına olan ve bazıları eski toplum düzeninde derin kesikler açan kararlar çıkarıyordu. Ama kuşatma altındaki bir kentte, tüm bunların hayata geçirilmesi söz konusu olduğunda, bir başlangıcın ötesine geçilemedi. Ve Mayıs başından itibaren, Versailles hükümetinin topladığı ve nicelikleri giderek artan ordulara karşı yürütülen savaş, eldeki tüm güçleri soğurdu.

Versailles’lılar, 7 Nisan’da, Paris’in batı cephesinde, Neuilly’de bulunan Sen Nehri geçidini ele geçirmişti; buna karşılık, 11 Nisan’da, General Eudes’nün komutası altında güney cephesine yönelik olarak gerçekleştirdikleri bir saldırı kanlı çatışmalarla püskürtülmüştü. Paris, tam da aynı kentin Prusyalılar tarafından bombalanmasını kutsal değerlere saygısızlık olarak damgalamış olan adamlar tarafından durmadan bombalanıyordu. Bu adamlar şimdi Sedan’daki ve Metz’deki tutsak Fransız askerlerinin Paris’i onlar adına geri almaları için hızla geri gönderilmesini sağlamak amacıyla Prusya hükümeti karşısında dilencilik yapıyordu. Bu askerlerin kademeli olarak ulaşması Mayıs başından itibaren Versailles’lılara belirleyici bir üstünlük sağladı. Bu gelişmenin ilk göstergelerinden biri, Paris başpiskoposu ile Paris’te rehine olarak tutulan çok sayıda başka din adamının sadece (iki kez Komün üyeliğine seçilmiş olan, ama Clairvaux’da tutuklu bulunan) Blanqui karşılığında takas edilmesi doğrultusundaki Komün teklifiyle ilgili görüşmelerin 23 Nisan’da Thiers tarafından kesilmesiydi. Daha önemli bir gösterge, Thiers’in dilindeki değişimdi: Öncesinde oyalamacılık yapan ve farklı yönlere çekilebilecek ifadeler kullanan Thiers, birdenbire küstah, tehditkâr ve vahşi biri hâline geldi. Versailles’lılar güney cephesinde 3 Mayıs’ta Moulin-Saquet tabyasını, 9 Mayıs’ta bombalamalar sonucu bir enkaza çevrilmiş olan Issy kalesini, 14 Mayıs’ta da Vanves kalesini aldı. Batı cephesinde, Paris’in surlarına kadar uzanan çok sayıda köyü ve binayı ele geçirerek adım adım ilerlediler ve sonunda ana surlara ulaştılar; 21 Mayıs’ta, ihanet ve orada bulunan Ulusal Muhafızların ihmalkârlığı sayesinde kente zorla girmeyi başardılar. Kuzeydeki ve doğudaki kaleleri işgal altında tutan Prusyalılar, Versailles’lıların kentin kuzeyinde bulunan ve ateşkesle yasak ilan edilmiş olan bölgesine girerek geniş bir cephe üzerinden saldırıya geçmelerine izin verdi; Parisliler doğal olarak bu cephenin ateşkes kapsamında olduğunu düşünüyor ve dolayısıyla burada sadece zayıf güçler bulunduruyordu. Bu yüzden, Paris’in batı yarısında, yani asıl lüks kentte yalnızca zayıf bir direniş vardı; içeri giren askerler kentin doğu yarısına, yani asıl işçi kentine yaklaştıkça direniş güçleniyor ve sertleşiyordu. Komün’ün son savunucularının da Belleville ve Ménilmontant tepelerinde yenik düşmesine kadar tam sekiz gün boyunca savaşıldı ve bu sürenin sonunda, bütün hafta boyunca kenti giderek daha fazla kasıp kavuran savunmasız erkek, kadın ve çocuk katliamları zirve noktasına ulaştı. Arkadan dolma tüfekler artık yeterince hızlı öldüremiyordu; mitralyözlerle, yenilenlerin yüzlercesi tek seferde vurulmaya başladı. Son kitle katliamının gerçekleştirildiği yer olan Père-Lachaise Mezarlığındaki “Komün Duvarı” bugün hâlâ orada duruyor ve proletarya kendi hakları için ayağa kalkmaya cesaret eder etmez egemen sınıfın ne derecede kudurganlaşabildiğine sessizce çok şey anlatarak tanıklık ediyor. Ardından, hepsinin katledilmesinin mümkün olmadığı anlaşıldığında, toplu tutuklamalar, tutuklananlar arasından keyfi olarak seçilen kurbanların vurulması, geri kalanların da askerî mahkemeye çıkarılmayı beklemek üzere büyük kamplara götürülmesi aşamasına geçildi. Paris’in kuzeydoğu tarafını çevreleyen Prusya askerlerine hiçbir kaçağın geçişine izin vermemeleri emredilmişti, ama subaylar, başkomutanlığın emirlerinden çok insanlığın emirlerini dinleyen askerleri pek çok örnekte görmezden geldi; bu arada, çok insanca davranan ve Komün için savaştıkları besbelli olan pek çok kişinin geçmesine izin veren Saksonya Kolordusu, saygı duyulmayı özellikle hak ediyor.

***

Eğer bugün, aradan geçen yirmi yılın ardından, geriye dönüp 1871 Paris Komünü’nün faaliyetlerine ve tarihsel anlamına bakarsak, Fransa’da İç Savaş’ta yer alan sunuma bazı eklerin yapılması gerektiğini görürüz.

Komün üyeleri, daha önce Ulusal Muhafız Merkez Komitesinde de belirleyici güç sahibi olan Blankistlerin oluşturduğu bir çoğunluk ile Uluslararası İşçi Birliği’nin ağırlıklı olarak Proudhon’un sosyalizm okuluna bağlı olan üyelerinin oluşturduğu bir azınlığa ayrılıyordu. O dönemde Blankistlerin çoğu yalnızca devrimci, proleter içgüdüleri nedeniyle sosyalistti; sadece pek azı, Alman bilimsel sosyalizmini bilen Vaillant sayesinde daha büyük bir ilkesel netliğe ulaşabilmişti. Dolayısıyla, iktisadi açıdan bakıldığında, bugünkü görüşümüze göre o dönemde Komün’ün yapmak zorunda olduğu bazı şeylerin ihmal edilmiş olması anlaşılabilir bir şey. Kuşkusuz, anlaşılması en zor olan şey, Fransa Bankası’nın kapılarının önünde durulmasına yol açan o kutsal saygı. Bu, aynı zamanda büyük bir siyasal hataydı. Bankanın Komün’ün eline geçmesi, on bin rehineden daha etkili olurdu. Tüm Fransız burjuvazisinin, Komün’le barış yapılması için Versailles hükümeti üzerinde baskı kurmasına neden olurdu. Ama daha da şaşırtıcı olan şey, Blankistlerden ve Proudhonculardan oluşan Komün’ün yine de çok sayıda doğruya imza atmış olması. Doğal olarak, Komün’ün iktisadi kararlarının, bunların övgüye değer olan ve olmayan taraflarının sorumluluğu öncelikli olarak Proudhonculara, siyasal eylemlerinin ve ihmallerinin sorumluluğu da öncelikli olarak Blankistlere aitti. Ve her iki örnekte de, tarihin ironisi, (doktrinerler başa geçtiğinde her zaman olduğu gibi) her iki tarafın da okullarının doktrini ne söylediyse tam tersini yapmasını istedi.

Küçük köylülerin ve zanaatçıların sosyalisti Proudhon, birleşmeye pozitif bir nefretle bakıyordu. Birleşmenin iyilikten çok kötülük barındırdığını, doğası gereği verimsiz ve hatta işçinin özgürlüğüne vurulmuş bir zincir olması nedeniyle zararlı olduğunu söylüyordu; birleşme, katıksız bir dogmaymış, üretkenlikten uzak ve usandırıcıymış, işçinin özgürlüğüyle de emek tasarrufuyla da çatışma hâlindeymiş, ve dezavantajları avantajlarına göre daha hızlı bir şekilde artıyormuş; onunla kıyaslandıklarında, rekabet, işbölümü ve özel mülkiyet, ekonomik güçlermiş. İşçilerin birleşmesi, sadece, (Proudhon’un deyimiyle) istisnai örnekler olan büyük sanayide ve büyük işletmelerde (örneğin demiryollarında) uygun olan bir şeymiş.

1871 yılında, büyük sanayi, el sanatlarının merkezi olan Paris’te bile istisnai bir örnek olmaktan o denli uzaklaşmıştı ki, Komün’ün tüm diğerlerinden kat kat önemli olan kararnamesinde, büyük sanayiyi ve hatta imalathaneleri kapsayan bir örgütlenme öngörülmüştü; bu örgütlenme, her bir fabrikadaki işçilerin birleşmesine dayanmakla kalmayacak, tüm bu kooperatifleri büyük bir birlikte bir araya getirecekti; kısacası, Marx’ın Fransa’da İç Savaş’ta çok doğru bir şekilde söylediği gibi, sonunda komünizme, yani Proudhon’un öğretisinin tam tersine yol açmak zorunda olan bir örgütlenme öngörülmüştü.  Ve bu nedenle, Komün, Proudhon’un sosyalizm okulunun mezarıydı. Bugün bu okul Fransız işçi çevrelerinden silinmiş durumda; burada artık “Marksistler” arasında olduğu kadar Olanakçılar (5) arasında da Marx’ın teorisinin tartışmasız üstünlüğü var. Sadece “radikal” burjuvalar arasında Proudhonculara hâlâ rastlanabiliyor.

Blankistler daha şanslı değildi. Komplo okulunda yetişmiş olan ve ona uygun düşen katı disiplinin bir arada tuttuğu Blankistlerin temel aldığı görüşe göre, görece az sayıdaki kararlı ve iyi örgütlenmiş adamın, sadece belirli bir uygun anda devlet iktidarını ele geçirmesi değil, halk çoğunluğunu devrime çekmeyi ve liderlik yapan küçük grubun çevresinde toplamayı başarana kadar, büyük ve amansız bir azim göstererek iktidarı elinde tutması da mümkündü. Bunun için, her şeyden önce, bütün iktidarın, en katı, en diktacı şekilde yeni devrimci hükümetin elinde toplanması gerekiyordu. Peki, çoğunluğu tam da bu Blankistlerden oluşan Komün ne yaptı? Taşradaki Fransızlara yönelik duyurularının tümünde, onları, tüm Fransız komünlerinin Paris’le birlikte oluşturacakları özgür bir federasyona, ilk kez gerçekten ulusun kendisi tarafından yaratılacak olan bir ulusal örgütlenmeye çağırdı. Tam da bugüne kadarki merkezî hükümetten, ordudan, siyasal polisten ve bürokrasiden oluşan baskıcı iktidar, tam da Napoleon’un 1798’de yaratmış ve o zamandan beri her yeni hükümetin uygun bir araç olarak devralmış ve hasımlarına karşı kullanmış olduğu bu iktidar, Paris’te olduğu gibi her yerde düşmeliydi.

Komün, bir kez iktidara gelmiş olan işçi sınıfının eski devlet mekanizmasıyla yoluna devam edemeyeceğini daha en başta görmek zorunda kaldı; bu işçi sınıfı, daha yeni kazanılmış olan kendi iktidarını yeniden yitirmemek için, bir yandan o zamana kadar kendisine karşı kullanılmış olan baskı mekanizmasını ortadan kaldırmak, ama diğer yandan, istisnasız olarak tümünü her zaman görevden alınabilir ilan ederek temsilcileri ve memurları karşısında kendisini koruma altına almak zorundaydı. Bugüne kadarki devletin ayırt edici özelliği neydi? Toplum, ortak çıkarlarının gereklerini yerine getirmek için, başlangıçta basit işbölümü yoluyla, kendi organlarını yaratmıştı. Ama tepelerini devlet iktidarının oluşturduğu bu organlar, zamanla, kendi özel çıkarları doğrultusunda, toplumun hizmetçileri olmaktan çıkıp onun efendilerine dönüşmüştü. Bu, sadece kalıtsal monarşide değil, örneğin demokratik cumhuriyette de böyledir. Tam da Kuzey Amerika’da, “politikacılar”, ulusun başka hiçbir yerde görülmediği kadar ayrı ve güçlü bir kesimini oluşturuyor. Burada, dönüşümlü olarak iktidara gelen iki büyük partinin ikisi de, siyasetten kazanç sağlayan, hem federal meclislerdeki hem de eyalet meclislerindeki koltuklar üzerine hesaplar yapan ya da partileri için ajitasyon yaparak geçinen ve partileri kazandıktan sonra makamlarla ödüllendirilen kişiler tarafından yönetiliyor. Amerikalıların katlanılmaz hâle gelmiş olan bu boyunduruğu üzerlerinden atmak için 30 yıldır ne kadar çaba harcadıkları da, bu çabalara rağmen söz konusu yolsuzluk bataklığının giderek daha derinlerine sürüklendikleri de biliniyor. Tam da Amerika’da, başlangıçta toplumun bir aleti olması dışında hiçbir amaç yüklenmemiş olan devlet iktidarının toplumdan bağımsızlaşmasının ne şekilde gerçekleştiğini en açık şekilde görebiliyoruz. Burada ne bir hanedan var, ne bir soyluluk, ne (Kızılderilileri gözetim altında tutan az sayıda adam dışında) bir sürekli ordu, ne de kalıcı memuriyet ya da emeklilik maaşı haklarına sahip bir bürokrasi. Ve buna rağmen karşımıza devlet iktidarını dönüşümlü olarak ele geçiren ve onu en yoz araçlarla ve en yoz amaçlar doğrultusunda sömüren iki büyük siyasal spekülatörler çetesi çıkıyor; ulus ise, sözde ulusun hizmetinde olan, ama gerçekte ona hükmeden ve onu soyan iki büyük politikacı karteli karşısında çaresiz.

Devletin ve devlet organlarının (bugüne kadarki tüm devletlerde kaçınılmaz olarak gerçekleştiği üzere) toplumun hizmetçileri olmaktan çıkıp toplumun efendilerine dönüşmesi eğilimine karşı, Komün, iki şaşmaz araca başvurdu. Birincisi, idari, adli, eğitimsel vb. tüm pozisyonları, ilgili herkesin oy hakkına sahip olduğu seçimlerle doldurdu; aynı ilgililerin seçilenleri her zaman geri çağırabilme hakkı da bulunuyordu. İkincisi, yüksek dereceli olsun düşük dereceli olsun tüm hizmetler karşılığında sadece diğer işçilerin aldığı ücreti ödedi. Ödediği en yüksek maaş 6000 franktı. Böylece makam avcılığının ve kariyerizmin önüne yeterince sağlam engeller koyulmuştu; üstelik bunlara bir de, temsil organlarındaki temsilcilere emredici vekâletlerin verilmesi ekleniyordu.

Şimdiye kadarki devlet iktidarının bu şekilde gerçekleştirilen parçalanması (sprengung) ve onun yerine yeni, gerçekten demokratik bir devlet iktidarının koyulması üzerinde, İç Savaş’ın üçüncü bölümünde ayrıntılı olarak duruluyor. Ama burada bunun bazı özelliklerine bir kez daha kısaca değinmek gerekiyordu, çünkü tam da Almanya’da, devlete olan boş inanç, kendisini, felsefe alanından, burjuvazinin ve hatta pek çok işçinin genel bilincine taşıdı. Devlet, felsefi anlayışa göre, “düşüncenin gerçekleşmesi” ya da Tanrı’nın yeryüzündeki krallığının felsefe dilindeki çevirisi, üzerinde ebedî gerçeğin ve adaletin gerçekleştiği ya da gerçekleşeceği alandır. Ve sonra bundan, devletin ve devletle bağlantılı her şeyin körü körüne yüceltilmesi sonucu çıkar; tüm toplum için ortak olan işlerin ve çıkarların bugüne kadarkinden farklı bir şekilde, yani devlet ve onun yüksek düzeyli makamları olmadan gözetilemeyeceği düşüncesine çocukluktan itibaren alışılmış olması, devletin bu şekilde yüceltilmesini kolaylaştırır. Ve insanlar, sadece, kendilerini kalıtsal monarşi inancından kurtarıp demokratik cumhuriyete bağlılık yemini ettiklerinde bile, muazzam derecede cesur bir adım atmış olduklarına inanır. Oysa gerçekte, devlet, bir sınıfın bir başkası tarafından ezilmesini sağlayan bir mekanizmadan başka bir şey değildir, ve bu söylenen, demokratik cumhuriyet için, monarşi için olduğundan daha az geçerli değildir; ve devlet, en iyi durumda, sınıfsal egemenlik mücadelesinde zafer kazanan proletaryaya miras kalan bir beladır, ve proletarya, yeni ve özgür toplum koşullarında yetişmiş olan bir kuşağın bütün bir devlet hurdasından kurtulabilecek duruma gelmesine kadar, tıpkı Komün’ün yapmak zorunda kaldığı gibi, onun en kötü taraflarını mümkün olan en kısa zamanda budamak zorunda kalacaktır.

Şu söz, sosyal demokrat dar kafalıyı (Philister) son zamanlarda yine iyileştirici dehşete düşürmüş durumda: Proletarya diktatörlüğü. Pekâlâ, beyler, bu diktatörlüğün neye benzediğini bilmek ister misiniz? Paris Komünü’ne bakın. Paris Komünü, proletarya diktatörlüğüydü.

Londra, Paris Komünü’nün yirminci yıldönümü, 18 Mart 1891

(Karl Marx, Fransız Üçlemesi, Yordam Kitap, s.254-267)

 

Dipnotlar:

(1) Fransa’daki 1848 Şubat Devrimi öncesinde, muhalif güçler, siyasal toplantı ve gösterilerin yasaklanması nedeniyle, siyasal içerikli bir “Şölenler Kampanyası” (Campagne des Banquets) düzenlemişti. -çev.

(2) 1-2 Eylül 1870’teki Sedan Muharebesi’nde Fransız ordusu yenilgiye uğrarken Louis Bonaparte (III. Napoleon) Prusya tarafından esir alındı. Böylece Fransa’da İkinci İmparatorluk çökerken 4 Eylül 1870’te cumhuriyet ilan edildi. -çev.

(3) Prusya’nın esir aldığı İmparator III. Napoleon ve maiyeti 5 Eylül 1870 ile 19 Mart 1871 tarihleri arasında Prusya krallarının Kassel’deki Wilhelmshöhe şatosunda kalmıştı. -Almanca ed.

(4) Junker: Almanya’da feodal toprak sahibi. Burada, onların çıkarlarını temsil eden Prusyalı yöneticilere bağlı askerler anlamında. -çev.

(5) Olanakçılık (Possibilisme): 19. yüzyılın sonlarında Fransa’da ortaya çıkan, sadece “olanaklı” hedefler doğrultusunda mücadele edilmesini savunan sosyalist akım. -çev.