5 Ağustos’ta Friedrich Engels’in mutlu ve verimli bir hayatın tepe noktasının sonuna doğru gözlerini sonsuza dek kapayalı on yıl olacak. Eski kitaplara geçmiş yaşlılık döneminde bile o, gençliğini korumak gibi bir ayrıcalığı yaşamış, tarihsel etkisi en uç noktaya yaşlılık yıllarında ulaşmış; oysa Lassalle’da bu gençlik, Marx’da olgunluk yıllarına denk düşmüştür.
Bu söylenenlerden, Engels’in zekasının olgunluğa geç ulaştığı gibi bir sonuç çıkarmak elbette yanlış olur. Tam tersine o da tıpkı, Lassalle ve Marx gibi vaktinden önce olgunlaşan bir zekaya sahipti. Zira, diğerlerinden çok daha genç yaşında, çağ açıcı, önemini hiç yitirmeyecek, bilimsel sosyalizmin ilk büyük dökümanını kaleme almıştı. İngiltere’de işçi sınıfının durumu üzerine olan kitabı yazdığı zaman sadece yirmi dört yaşında idi. Böylesine genç yaşta, bilim alanına böylesine parlak bir adım atış az görülen bir başarıdır ve dehanın inkar edilemez bir kanıtı olduğu gibi yarım yüzyıllık sürekli bir gelişmenin de çıkış noktası olmuştur. Yani, yaşlı adam, gençliğin verdiği sözü gerçekleştirmiştir.
Engels, ilk öncü kitabını yazdığı sırada Marx’ı tanıyordu. Bu iki insan yalnız birbiriyle yazışmakla kalmamıştır, birkaç günlüğüne bir araya gelerek, daha sonra Kutsal Aile başlığı altında yayımlanacak olan ortak bir kitabın taslağını da kararlaştırmışlardır.
Birkaç yıl sonra, Komünist Manifesto’yu birlikte kaleme aldıkları zaman kendisi de daima vurguladığı gibi, ikinci sırada idi. Devrim yıllarında (1) bile en yetenekli ve en sadık olmakla beraber hala dostunun yardımcısı olarak kalmış ve ardından, neredeyse bir kuşak boyunca kamunun gözünden silinmiştir. Daha sonra, neredeyse altmış yaşındayken, bilimsel sosyalizmin tarihinde yine çağ açıcı olan ikinci büyük eserini vermiştir. (2) Ölmek üzere olan dostunun yorgun ellerinden kayıp gitmekte olan silahlara sahip çıkan Engels, uluslararası işçi sınıfı hareketini uzun yıllar yönetmiştir.
Yaşamının sabahında ve öğle vakti ondan esirgeneni, akşam bol bol vermiştir; talihin ona borçlu kaldığını kabul etse de, akşam, kendisinin de söylediği gibi hem de aşırı bollukta yaşanmıştır.
Gerçekten de Marx ile dostluğu en büyük mutluluktu; ama aynı zamanda hayatının gizli ızdırabı. Bu dostluğa çok şey feda etmiş; o kadar ki, en gözü pek insanın bile feda edemeyeceği kadar; ancak, hiçbir pişmanlık ya da esirgeme duygusuna kapılmaksızın gönül rahatlığı ile, bir büyük dehanın yanında kendini ikinci plana alarak kalabilmek çok parlak entelektüel bir başarının sağlayabileceğinden daha büyük bir saygınlık kazandırmamış mıdır Engels’e... Hiç de küçümsenemeyecek bir yeteneğe sahip oldukları halde bir dehayı kıskanma pahasına harcanıp gidenlerin yanında Engels hiçbir kıskançlık göstermeksizin onun yanında kalmakla üstadın akranı düzeyine yükselebilmiştir.
Eğer hayat bir araya getirmemiş olsaydı, Engels ya da Marx’ın ne olabileceğini düşünmek bence boş bir hayalin peşinde koşmak olur. Bu iki insanın, gerçekte de olduğu gibi, bir araya gelmeleri kaçınılmazdı; aslolan, bunların yaşam boyu yarattıklarının şanslı mirasçısı olan bizlerin yapacağı tek şey, bu iki ölümlü insanı, ölümsüz yapıtları ile değerlendirmektir.
Lassalle ile Marx’ı sarsan fırtınalar ile kıyaslandığında Engels’in hayatı, aydınlık ve neşeli görünür; ancak onun hayatında da anaforlar, büyük esintiler eksik değildir...
Hayatının sonuna doğru Engels, kendisine gösterilen abartmalı tavrın -neden Engels böyle düşünüyor- öldüğü zaman, doğru bir ölçüye kavuşacağını sık sık söylerdi.
Bu zaten böyle de oldu: Bugün onu, değerinin altında gösterme tehlikesinden fazla, değerinin üstünde gösterme tehlikesi var. Marx’ın yerleştiği kaidenin tabanında kurtlar gibi kaynaşıp, alnındaki taçtan bir şeyler tırtıklama telaşı içerisindeki cücelere rağmen -belki sırf bu nedenle- Marx’ın görüntüsü daha da yüce ve azametli. Ve Marx, Engels’in üzerinde yükselir gibi; ancak Marx, Engels onu yükseltmese idi aynı yüksekliğe ulaşabilir miydi? Engels hiç bir zaman, Marx yaşarken ve ölümünden sonra pek çoğunun olduğu gibi, Marx’ın asla sırf bir asistanı ya da yorumcusu olarak kalmamıştır. O, kendi bağımsız yaratıcılığı içerisinde Marx’ın işbirliği yaptığı insan olmuştur; onun eşiti değildi ama, entelektüel olarak akranıydı... Marx’tan söz etmeksizin, Engels’ten söz edemeyiz. Ve her ikisinden aralarındaki dostluktan söz etmeksizin söz etmek mümkün değildir. Kaderin kendisinden esirgediği bir şey üzerinde homurdanmak Engels’in işi değildi. “Tarih en sonunda her şeyi yerli yerine koyar,” derdi, “o zamana kadar, zamanın keyfini çıkartacağız ve şunu biliyoruz, bunu bilmiyoruz diye tasa etmeyeceğiz.”
Engels, şöhreti üzerine düşünüp tasalanacağına, ektiği tohumların, o mükemmel filizienişinin keyfini sürmüştür. Bu mutluluk kasesine düşen tek acı damla, bu görünüşün keyfini paylaşmak için arkadaşının yanında olmayışıydı...
Ve böylece Engels’in bereketli yaşamı, mutlu bir yaşam da olmuştur: Yıllar ve on yıllar, üzerinde hiçbir iz bırakmadan akıp geçmiş, keyifli tabiatı dayanmasını kolaylaştıran kısa süren ızdıraplı bir hastalıktan sonra, yetmiş beşinde, sakin göçüp gitmiştir.
Bizler de şimdi Engels’in, mükemmel meyvelerini vermeye başladığı bu devrim çağını göremeden gittiği için üzülmekteyiz. (3) Özellikle Alman Sosyal Demokrasisinde olmak üzere Engels’in son on yılda Enternasyonal’de olup biten her şeyi onaylamayacağı besbellidir. (4) Kimsenin yeri doldurulamaz demek doğru olmadığı gibi Engels’in eğer yaşamış olsaydı, ileri görüşlülüğü ve akıllıca tavsiyeleri ile, modern işçi sınıfı hareketini pek çok sapmalardan kurtarabileceğini söylemek de yanlış olmasa gerektir.
Her şeyden önce onun, devrimci Rusya’daki tarihsel manzara ile, yükselen dev yalazlar karşısında, bütün bunları, en azından Marx ile Engels’in, uluslararası işçi sınıfı davasına yaptığı hizmetlerin parlattığı kıvılcımın bir sonucu olarak algılayıp büyük bir mutluluk duyması herhalde en doğal hakkı olurdu.
Bütün yaşamları boyunca tepeden tırnağa devrimciler olarak Marx ile Engels, çarlık despotizminin yıkılmasını, proletarya devriminde bir dönüm noktası olarak görmüşlerdir. Daha, Neue Rhenische Zeitung zamanında bile bu kanlı ve sefil rejime karşı savaşmanın gereğine işaret etmişlerdir.
Ona öldürücü darbenin vurulması görevini hiç göz ardı etmemişlerdir. Rus devrimci güçlerinin çekirdeği onların yarattığı ruh ve doktrin ile beslenmiş; Doğu ülkeleri üzerinde şafak sökerken gözlerimizi biz, İngiliz metropolünde devrimci Marx’ın yattığı mezar ile; devrimci Engels’in küllerinin savrulduğu okyanus dalgalarına çeviriyoruz.
Kocamış Avrupa, Devrimin o heybetli ayak seslerinin uğultusu altında tir tir titrerken, onların yarattığı ruh, pırıl pırıl parlamakta, en keskin düşünceleri ile en atak sözcükleri geniş yığınlar arasında yankılanmaktadır. Onların anıları, kendileri için yaşadığı, savaştığı ve ölümsüz kitleler arasında canlılığını yitirmeden yaşamaktadır. Doğumlarının ve ölümlerinin her yıldönümü bu anıya canlılık katmakta ve tazelemektedir. Yalnız ezenler ile ezilenlerin savaşımına tanıklık eden bu can çekişen sefil dünyada, onların seslerinin yankılarını sanki hala aramızdaymışçasına duyuyor, yeni bir devrimci çağın şafağını seyrediyoruz.
Die Neue Zeit’da yayınlanmıştır
Cilt 2, I904-5
(Marx-Engels Anıları, Evrensel Basım Yayın, s.414-417)
(1) 1848-49 Devrimleri
(2) Anti-Dühring
(3) Bu makale, Rusya’da 1905-07 Devriminin başlangıcında yazılmıştır.
(4) Yazar, İkinci Enternasyonal ile Alman Sosyal Demokrasisindeki oportünizmin yoğunlaşmasına işaret ediyor.