Friedrich Engels

Marx ile Engels’in biyografisini yazmak için -ki bu iki insanın, yaşamları ve çalışmaları o denli iç içedir ki, bunların ayrılması olanaksızdır- bir kimsenin yalnız, sosyalizmin “ütopyadan bilime doğru” gelişmesinin tarihini değil, neredeyse yarım yüzyılı aşan tüm işçi sınıfı tarihini de yazması kaçınılmazdır.

  • Değerlendirmeler
  • |
  • Güncel
  • |
  • 30 Kasım 2020
  • 14:00

28 Kasım’da (1890) Friedrich Engels 70 yaşında olacak. Dünyadaki bütün sosyalistler bu yaşgününü kutlayacaklar. Bu münasebetle dostum Dr. Victor Adler, şimdiki Partimizin lideri hakkında Sozialdemokratische Monatsscbrift okurları için kısa bir deneme yazmamı benden istedi.

Böyle güç bir ödev için gerekli çeşitli nitelikler içerisinde bir tanesi var ki onu rahatça öne sürebilirim: Engels’i bütün yaşamım boyunca tanımış olmam. Ancak yine de, uzun ve yakın bir birlikteliğin, bir kimsenin portresini çizmeye yeterli olup olmadığı da bir soru işareti olarak ortaya atılabilir. Bence, insanlar içerisinde en güç anlatılabilecek olanı insanın kendisidir.

Marx ile Engels’in biyografisini yazmak için -ki bu iki insanın, yaşamları ve çalışmaları o denli iç içedir ki, bunların ayrılması olanaksızdır- bir kimsenin yalnız, sosyalizmin “ütopyadan bilime doğru” gelişmesinin tarihini değil, neredeyse yarım yüzyılı aşan tüm işçi sınıfı tarihini de yazması kaçınılmazdır. Çünkü bu iki insan sadece düşünce alanında liderler, teori öğreticileri ya da kendilerini fildişi kuleye kapatarak günlük çalışma hayatından soyutlayan kimseler değil, daima savaşan, her zaman ön hatlarda bulunan askerler olduğu gibi, Devrim Genelkurmayının üyeleri de idiler.

Engels’in yaşamının ayrıntıları artık o denli iyi biliniyor ki, bunları sadece kısaca anımsamak yeterli olacaktır. Ayrıca, edebi ve bilimsel yapıtları da iyi bilindiğine göre benim şimdi bunları analiz etmeye kalkışmam biraz gösteriş olacaktır; bunun için kronolojik bir özet yeterlidir sanırım. Ben sadece Engels’in insan olarak, yaşam ve çalışma biçimi üzerinde durarak ana çizgileriyle bir portresini çıkarmak istiyorum. Böylece çok kişiye itici bir güç de kazandırmış olacağıma inanıyorum... Zira, Engels gibi bir adamın yaşamını incelemenin, daha genç yaşta olanlar ve onun gösterdiği yolda ilerleyen bizler için beynimizi ısıtan bir ateş olacağı düşüncesindeyim...

Friedrich Engels, 28 Kasım 1820’de, Ren eyaleti Barmen kentinde doğdu. Babası imalatçıydı (ancak şurası da unutulmamalı ki, Ren eyaletleri o sıralar, ekonomik bakımdan Almanya’nın pek çok yerinden daha ileriydi); ailesi seçkin bir aileydi. Sanırım böyle bir ailede doğan hiçbir çocuk, ailenin yolundan bu kadar farklı bir yol izlemiş olsun. Friedrich herhalde, ailesinde, “çirkin ördek yavrusu” olarak kabul edilmiştir. Belki de onun “ördek yavrusu” değil, bir “kuğu” olduğunun bugün bile farkında değillerdi. Engels’in ailesinden söz ettiği zaman tek bir şeyin açık olduğu görülür; keyifli ve neşeli yapısını annesinden almıştır.

Öğrenimi herkes gibidir; bir süre Elberfeld Jimnasyumu’na devam etmiştir. Başlangıçta üniversiteye gitmeye niyet etmişse de bu niyeti gerçekleşmemiştir. Jimnasyumun son sınavlarından bir yıl önce Barmen’de bir işe girmiş, ardından da, Berlin’de orduda bir yıl gönüllü olarak kalmıştır.

1842’de, babasının ortak olduğu bir işte çalışmak üzere Manchester’e gönderilmiş, orada iki yıl kalmıştır. Klasik kapitalizmin yurdunda, modern sanayinin kalbinde geçen bu iki yılı küçümsememek gerekir.

Bir yandan, İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu için malzeme toplarken, bir yandan da Çartist harekete faal olarak katılması, Çartist Kuzey Yıldızı ile Owen’in Yeni Moral Dünya gazetelerine düzenli yazılar yazması gibi olgular Engels’e özgü kişiliğin ilk belirtileridir.

1844’te Engels, Paris’e uğradıktan sonra Almanya’ya döndü; burada ilk kez, uzun zamandır yazıştığı ve yaşamı boyunca dost olacağı birisiyle yüz yüze geldi: Karl Marx.

Bu buluşmanın ilk ürünü, Kutsal Aile’nin ortak yayımlanması ile, sonradan Brüksel’de tamamlanan ve kaderi, Marx’ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’da, Engels’in Ludwig Feuerbach’da sözünü ettikleri bir yapıtın başlangıcı oldu. Sözü edilen bu yapıtın önsözünde Marx şöyle diyordu: “iki geniş forma elyazmaları [Alman İdeolojisi] çoktan basım yeri olan Westphalia’ya ulaşmıştı ki, değişen koşulların bunun basılmasına uygun bulunmadığı haberini aldık. Bu haberi, ana amacımız olan, ‘düşüncemizi aydınlığa kavuşturma’ işini başarmış olduğumuz için seve seve elyazmasını farelerin kemirgen eleştirisine bıraktık.”

Aynı yıl Engels, İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu’nu yazdı. Bu yapıt aradan kırk yıl geçtiği halde bugün bile geçerliliğini korumaktadır ve İngilizce çevirisi çıktığında bu ülkedeki işçiler bu kitabın daha yeni yazıldığını sanmışlardır. Aynı dönemde Engels çeşitli denemeler, makaleler vb. yazmıştır. Engels, Paris’ten kısa bir süre için Barmen’e gitmiştir.

1845’te Marx’ın ardından Brüksel’e gitmiş ve burada ortak çalışmaları gerçekten başlamıştır. Muazzam edebi faaliyetleri dışında iki arkadaş, Alman işçi Derneği’ni kurmuşlar ama en önemlisi “Adiller Birliği”ne girmeleri olmuştur; daha sonra bu Birlik, Komünist Birliğe dönüşmüş ve bu da bünyesinde Enternasyonal’in tohumlarını taşımıştır.

1847’de Marx, Brüksel’de, Engels Paris’te, “Adalet Birliği”nin teorik öğretmenleri olmuşlar, aynı yılın yazında, Birliğin ilk kongresi Londra’da yapılmış, Engels buraya Paris delegesi olarak katılmıştır. Birlik, baştan sona yeniden örgütlenmiştir. Sonbaharda ikinci kongre yapılmış ve buna Marx da katılmıştır. Bunun sonucu şimdi bütün dünyada Komünist Manifesto diye bilinen yapıt olmuştur.

İki arkadaş Londra’dan Köln’e geçmişler ve hemen pratik faaliyetlere başlamışlardır. Bu faaliyetlerin hikâyesi Yeni Ren Gazetesi ile Köln Komünist Davası Üzerine Açıklamalar’da Marx tarafından anlatılmıştır.

Gazetenin kapatılması ve Marx’ın sınır dışı edilmesi sonucu iki arkadaş bir süre birbirlerinden ayrılmışlardır. Marx Paris’e gitmiş, Engels, Willich’in yardımcısı olarak Baden Ayaklanması’na katılmıştır. Üç kez çatışmalara katılmış ve kendisini bu savaşımlarda görenler, olağanüstü soğukkanlılığından ve gözünü kırpmadan tehlikeye atılmasından bugün bile söz ederler.

Yeni Ren Gazetesi’nin Ekonomi-Politik Eki’nde Engels, Baden Ayaklanması üzerine bir rapor yayımlar. Bu ayaklanmanın tamamen yenilmesi üzerine İsviçre’yi son terk edenlerdendir. Buradan Londra’ya gider, Marx da Paris’ten sürülmesi üzerine aynı yolu tutar.

Engels’in yaşamında yeni bir dönem başlamıştır; bir süre için politik faaliyet olanaksız hale gelmiştir. Marx, Londra’ya yerleşir, Engels, babasının ortak olduğu pamuklu işinde çalışmak üzere Manchester’e gider, kâtip olarak çalışmaya başlar.

Yirmi yıl süreyle Engels, iş hayatında “kürek mahkûmluğu” eder ve bu uzun sürede iki dost çok az, kısa süreli, rastlantıya bağlı buluşurlar. Ancak bu durum ilişkilerinin gevşediği anlamına gelmez. Benim ilk anılarımdan birisi Manchester’den gelen mektuplardır; iki dost hemen her gün yazışırlar. Ve ben sık sık Moor’un (babamı evde bu takma adıyla çağırırdık) mektuplardan, yazarı sanki yanı başındaymış gibi söz ettiğini anımsarım: “Hayır, hiç de öyle değil” ya da “işte bunda haklısın” vb. Ama bunlar arasında en iyi anımsadığım, Moor’un Engels’in mektuplarını okurken bazen gözlerinden yaş gelene kadar gülmesidir.

Manchester’de Engels hiç kuşkusuz yapayalnız değildir: Önce, Kapital’in birinci cildinin kendisine adandığı, evde aramızda Lupus (Kurt) adını takdığımız, “proletaryanın yiğit, vefalı ve yüce savunucusu” Wilhelm Wolff vardı; sonra, babamın ve Engels’in sadık arkadaşı Sam Moore vardı (Moore, eşimle birlikte Kapital’i İngilizce’ye çevirmiştir); ve günümüzün en seçkin kimyagerlerinden Prof. Schorlemmer. Yine de bu dostların dışında Engels gibi bir kimsenin yirmi yılını böyle bir işte harcayarak geçirdiğini düşünmek müthiş bir şeydir!.. Ancak o bundan ne yakınmıştır ne de homurdanmıştır; tam tersine, sanki dünyada “işe gitmekten” ya da “büroda oturmaktan” başka yapılacak bir iş yokmuşçasına işinde de keyifli ve neşeli olabilmiştir.

Ancak ben onun bu kürek mahkûmluğunun sonuna ulaştığı haline de tanık oldum ve bütün bu yıllar boyunca nelere dayandığını da fark ettim. Son kez büroya gittiği sabah, botlarını giyerken, zafer kazanmışçasına şöyle haykırdığını hiç unutmayacağım; “Son kez!”

Birkaç saat sonra, bahçe kapısında durarak onu bekliyorduk. Oturduğu evin karşısındaki küçük tarladan bize doğru geliyordu. Bastonunu havada sallıyor, şarkı söylüyordu, yüzü ışıklar saçıyordu. Bugünü kutlamak için masayı hazırladık, şampanya içtik; hepimiz mutluyduk. O sıralar bu olup bitenleri bütünüyle anlayamayacak kadar gençtim; şimdi bunu düşündüğümde gözlerim yaşarıyor.

1870’te Engels, Londra’ya geldi ve Enternasyonal’in yüklendiği işlerin bir kısmını hemen üzerine aldı. O günlerde aynı zamanda Yürütme Komitesi üyesi oldu ve önce Belçika’nın ardından da İspanya ve İtalya’nın muhabir üyeliğini yüklendi.

Engels’in edebi faaliyetleri olağanüstü geniş ve çeşitliydi. 1870-80 arası pek çok makale ve kitapçık yazdı. Ama içlerinde en önemlisi 1878’de çıkan Herr Eugen Dühring’in Bilimde Devrimi idi. Bugün, bu yapıtın etkisi ve önemi üzerine konuşmak bence Kapital üzerine konuşmak kadar gereklidir.

İzleyen on yıl boyunca Engels, babamı hemen her gün görmeye geldi; kimi kez yürüyüşe çıkarlardı ama çoğu zaman da babamın odasında kalırlar, her ikisi de karşı köşelerde durur, çaprazlama yürümeye başlarlar ve köşe dönüşlerinde topukları tabanda oyuklar açardı. Bu odada onlar, çoğu insanın felsefesinin hayal edemeyeceği kadar çeşitli şeyleri tartışırlardı. Sık sık yan yana konuşmadan gidip gelirler. Ya da yine biri, kafasını kurcalayan bir konu üzerinde uzun uzun durur, sonra yüz yüze karşılıklı dikilirler ve gülmeye başlarlardı; bu kahkaha daha çok, yarım saattir birbirine ters düşen planları tartıştıklarının farkına varmalarından ileri gelirdi...

Ah, yer ve zaman elverse de... o günler üzerine anlatacak ne kadar çok şey vardı! Enternasyonal üzerine, Komün üzerine ve de, her sığınmacının kabul edildiği ve yardım gördüğü evimizin otel gibi işlediği aylar üzerine...

1881’de annemi kaybettik; sağlığı gitgide bozulan babam Engels’i birkaç ay göremedi. Ve 1883’te onu da yitirdik...

O tarihten beri Engels’in neler yaptığını herkes biliyor. Zamanın çoğunu babamın yapıtlarının yayımlanmasına verdi; yeni baskıların provalarını okudu ve en önemlisi Kapital’in çevirilerini denetledi. Kendi yapıtları ile yine kendi orijinal yazılarından hiç söz etmiyorum: Engels’in günlük çalışmalarının oylumunu ancak onu yakından tanıyanlar bilir. İtalyanlar, İspanyollar, Holandalılar, Romenler (Engels bunların dillerini adamakıllı bilirdi) -İngilizleri, Almanları, Fransızları hiç saymıyorum- hepsi de ona yardım ve akıl danışmak için başvururdu.

Ustamızın bahçesinde çalışan bizler, bir güçlükle karşılaştığımızda hemen Engels’e başvururduk. Ve bu başvurularımız hiç boşa gitmezdi. Son yıllarda bu insanın tek başına yaptığı işlerin üstesinden bence bir düzine adam zor gelirdi. Engels hâlâ çalışmakta; çünkü o, -ve elbette bizler de- biliyoruz ki, Marx’ın ardında bıraktığı şeyleri dünyaya ancak ve ancak kendisi ulaştırabilir. Engels’in bizler için yapacağı hâlâ çok şeyler var, ve o bunları mutlaka yapacaktır!

Bu sadece onun yaşamının ana çizgileri. Deyim yerindeyse bu, yalnızca bir insanın iskeleti, kendisi değil. Bu iskeleti etli canlı hale getirmeye benim gücüm yetmez; belki de kimseninki yetmez. Ona o denli yakındık ki onu bütünüyle görememiş olabiliriz.

Şimdi Engels yetmişinde. Ama o, bu üç çeyrek yüzyıla yaklaşan hayatı büyük bir rahatlıkla taşımakta. Vücudu da ruhu da capcanlı. Altı küsur kademlik boyunu öylesine kolayca taşır ki, bu denli uzun olduğu belli bile olmaz. Yüzüne yatkın biçimde uzayan sakalı, hafif hafif ağarmakta; saçı aksine, kahve rengi ve tek teli bile ağarmamış. En azından dikkatli bir incelemeyle bile ağarmış saç görülemiyor. Sadece saçlarına bakarsanız o, çoğumuzdan daha genç. Ve Engels genç görünüyor diyoruz ama aslında o göründüğünden de genç. Benim tanıdığım en genç insan o. Anımsadığım kadarıyla o, çetin geçen son yirmi yılda hiç yaşlanmadı!

1869’da onunla birlikte İrlanda’ya gittik. Bu ülkeyi onunla birlikte dolaşmak çok ilginçti; çünkü o, İrlanda’nın tarihini yazmak niyetindeydi: “Ulusların Niobe’si” * Sonra 1888’de yine onunla Amerika’ya gezi yaptım. 1869-1888 arası o, girdiği her topluluğun ve grubun hayatı ve ruhu olmuştur.

Deniz yolculuğu yaptığımız City of Berlin ve City of New York yolcu vapurlarında, hava nasıl olursa olsun daima güvertede yürüyüşe çıkar ve barda birasını içerdi. Bir engelin çevresinden dolaşmamak bana onun sarsılmaz ilkesi gibi gelirdi: Ya üzerinden atlar ya da tırmanıp geçerdi.

Burada biraz, babamın karakterinin bir yanı ile Engels’inki üzerinde durmak istiyorum; dış dünyada pek bilinmediği için ve bir de, çoğu kimseye, inanılmaz gibi göründüğü için yapmak istiyorum bunu.

Babam daima, bir tür, küçümser-alaycı bir Jüpiter, dostuna ve düşmanına karşı daima patlamaya hazır bir bomba olarak betimlenmiştir. Ancak onun, derinlerine nüfuz eden ama yine de, espri ve yumuşaklık dolu o güzel ve anlamlı gözlerine bir kez bakan; bulaşıcı ve kalbe sıcaklık dolduran kahkahasına tanık olan bir kimse, bu müstehzi Jüpiter benzetmesinin çok yakışıksız olduğunu anlar. Engels için de aynı şey. Onu dediğim dedik bir diktatör, amansız bir eleştirmen olarak gösteren insanlar var; bu söylediklerinde zerrece gerçek payı yok...

Engels’in, gençlere karşı gösterdiği bitip tükenmez anlayışın ve sıcaklığın üzerinde duracak değilim; her ülkede buna tanıklık edecek bir yığın insan var. Ancak şu kadarını söylemek isterim ki, kaç defa kendisine başvuran bir gence yardımda bulunmak için elindeki işi bir yana bıraktığına, ve kendi çalışmalarını çoğu kez hayatın başlangıcında olan bir insan için ihmal ettiğine tanık olmuşumdur.

Ancak, Engels’in hiç affetmediği tek bir şey vardı: Kendini beğenmişlik, benlikçilik. Eğer bir kimse, kendisine karşı kibirli ise, ve hele Partisine karşı benlikçi ise, Engels’ten hiç merhamet beklemesin. Bunlar Engels için bağışlanamaz günahlardır.

Burada Engels’in bir başka özelliğine daha değinmek isterim. Sanırım yeryüzündeki en kılı kırk yaran, görev duygusu, hele Parti disiplini sözkonusu ise çok güçlü olan bu insan hiçbir zaman katı olmamıştır.

Genç ve dinç ruhsal yapısı; yumuşaklığı ve nazikliğinin yanı sıra, çok yönlü yeteneği de onun başlıca özelliği idi. Bilimin her dalında çok rahattı: Doğa, tarih, kimya, botanik, fizik, dilbilim (“yirmi dilde kekeleyebilir”** diye yazıyordu Figaro yetmişlerde), ekonomi politik ve en sonu ama yine de en önemlilerden biri: Askeri taktikler. 1870’te, Fransa-Prusya Savaşı’nda, Engels’in Pall Mall gazetesinde yayımlanan makaleleri büyük ilgi toplamıştı; çünkü, Sedan Savaşı ile Fransız ordusunun dağılışını çok önceden tahmin edebilmişti. Zaten bunun üzerine kendisine “General” takma adı yakıştırılmıştı. Kız kardeşim de “Genelkurmay” diyordu ona; işte böylece aramızda adı “General” olarak yerleşti gitti. Ancak bugün bu adın daha geniş bir anlamı var: O artık, işçi sınıfı ordusunun Generalidir.

Engels’in belirtilmesi gerekli bir başka özelliği -belki de en önemlisi- onun alçakgönüllülüğüdür.

“Marx hayattayken” diyordu, “ben ikinci kemandım ve sanırım bunda bayağı usta oldum; Marx gibi iyi bir birinci kemana sahip olduğum için çok memnunum.”***  Engels bugün artık orkestranın şefi, ama hâlâ o, sanki yine “ikinci keman”mış gibi alçakgönüllü, yapmacıksız ve gösterişten uzaktır.

Başka birçokları gibi ben de, babam ile Engels arasındaki dostluktan söz etme fırsatı buldum. Aslında bu dostluk, Yunan mitolojisinde Damon ile Pythias arasındaki gibi tarihe malolacaktır.

Bu notlar başka iki dostluktan söz edilmediği takdirde eksik kalacaktır; bu dostluklar, Marx ile olan ilişkiden doğmuştur ve yaşam ve çalışmaları üzerinde etkili olmuştur... İlki, annemle olan dostluğudur; İkincisi, bu yılın 4 Kasım’ında ölen ve ana-babamla aynı mezara gömülen Helene Demuth ile olanıdır.

İşte Engels’in annemin mezarı başında onun için söyledikleri:

“Dostlar,

“Şu anda toprağa vermekte olduğumuz soylu-kalpli kadın 1814’te Salzwedel’de doğdu. Babası, Baron Westphalen kısa süre sonra Hükümet Konsülü olarak Trier’e atandı ve orada Marx ailesi ile aralarında yakın bir ilişki kuruldu. Çocuklar bir arada büyüdüler, iki büyük yetenekli yaratık birbirini bulmuş oldu. Marx’ın üniversiteye başladığı yıllarda, gelecekteki birliktelik artık kararlaştırılmış gibiydi.

“1843’te, Marx’ın bir süre editörlüğünü yaptığı birinci Rheinische Zeitung’un kapatılmasından sonra evlilikleri gerçekleşti. Bundan sonra Jenny Marx, yalnız eşinin kaderini, çalışmalarını ve mücadelelerini paylaşmakla kalmadı. Bütün bunlara, büyük bir anlayış ve ateşli bir tutkuyla katıldı.

“Genç eşler Paris’e gittiler ve başlangıçtaki bu gönüllü sürgün çok geçmeden gerçeğe dönüştü. Burada da Prusya Hükümeti Marx’ın peşini bırakmadı. Şunu da üzüntüyle eklemeliyim ki, Alexander von Humbolt gibi ünlü bir adam, Marx’ın sürgün emrinin çıkartılmasına yardımcı olacak kadar alçaldı. Aile, Brüksel’i terk etmeye zorlandı. Ardından Şubat Devrimi patlak verdi. Bütün bu sıkıntılı dönemde, Brüksel’deki resmi makamlar yalnız Marx’ı tutuklamakla kalmadılar Belçika polisi, hiçbir dayanak olmadığı halde, eşini de hapse atacak kadar ileri gitti.

“1848 yılının devrimci atılımı gelecek birkaç yıl içerisinde çöktü. Yeniden sürgün; önce Paris, ardından, Fransa Hükümetinin işin peşini bırakmaması üzerine Londra. Ve bu sefer, bütün dehşetiyle Jenny için gerçekten müthiş bir sürgün... Bütün bunlara karşın, iki oğlan çocuğu ile bebek yaşındaki kızının ölümüne yol açan, maddi imkânsızlıkların üstesinden gelmek için verilen mücadele... Vülger liberallerden sahte demokratlara kadar, burjuva muhalefetin ve hükümetin el ele vererek eşine karşı giriştikleri büyük komplo ve en sefil ve alçakça iftira sağnağı... Tüm basının ona karşı birleşik cephe açması ve ona hiçbir savunma fırsatı verilmemesi... Böylece, bir süre için Marx’ın düşmanları karşısında çaresiz kalması ve eşiyle birlikte bu alçaklığa katlanmaları... Bütün bunlar onu derinden yaraladı ve bu yara uzun süre iyileşemedi...

“Ancak bu da sonsuza dek sürmedi! Avrupa proletaryası yeniden, işçi hareketini belli ölçülerde özgürleştiren koşulları sağladı. Enternasyonal kuruldu. Proletaryanın sınıf mücadelesi ülkeden ülkeye yayıldı ve eşi, ön safta, ama en ön safta savaşıma katıldı. Ardından, çektiği sıkıntıların bir kısmını telafi eden bir dönem başladı. Eşine yöneltilen iftiraların, rüzgârın önüne katılmış süprüntüler gibi dağıldığına tanık oldu; feodal olsun, sözde demokrat olsun bütün gerici partilerin bastırmak için büyük çaba harcadıkları öğretisinin bütün uygar ülkelerde ve her dilden yüksek sesle ilan edildiği günleri gördü. Kendi öz varlığı ile kenetlenmiş hale gelen proletarya hareketinin, eski dünyayı, Rusya’dan Amerika’ya kadar sarstığına ve bütün direnmelere karşın, her gün artan bir güvenle ileri atıldığına tanık oldu. Ve en son tattığı neşelerden birisi, bizim Alman işçilerinin son Reichstag seçimlerinde gösterdikleri, bitip tükenmez canlılık işaretlerini yakından görmek oldu.

“Böylesine derinlemesine eleştirel zekâya sahip bulunan, böylesine politik sezgisi, böylesine yaşam dolu ve tutkulu karakter sahibi; yaklaşık kırk yıldır, işçi sınıfı hareketi için mücadele veren yoldaşlarına sadakatle bağlı bulunan bu hanımın yaptıkları henüz halkın bilgisine sunulmadığı gibi, çağdaş basının yıllıklarında da yer almamıştır. Bütün bunları onunla birlikte yaşayanlar biliyor. Ben ancak şu kadarını söyleyeceğim: Komün sığınmacılarının eşlerinin onu sık sık anımsamaları gibi bizler de onun keskin ve zekice -keskin ama övüngen olmayan, zekice ama onurundan bir şey yitirmeyen- önerilerinin eksikliğini her zaman duyacağız.

“Ben burada onun kişisel niteliklerini anlatmayacağım; dostları bunları biliyor ve de unutmayacaklardır. Eğer yeryüzünde, kendisi için en büyük mutluluğun başkalarını mutlu etmek olduğuna inanan bir kadın varsa, işte o bu kadındır...”

Helene Demuth’un cenazesinde Engels şöyle diyordu:

“Marx, sık sık, güç ve karmaşık Parti meselelerinde onun düşüncesini sorardı; bana gelince, Marx’ın ölümünden beri yapabildiğim bütün çalışmaları büyük ölçüde, onun varlığı ile benim evime taşıdığı -Marx’ın ölümünden sonra benim evime taşınma onurunu bana bağışlamıştır- gün ışığına ve yardıma borçluyumdur.”

Onun Marx ve ailesi için ne anlam taşıdığını ancak bizler bilebiliriz; ama bunu sözcüklerle anlatmamız olanaksızdır. 1837’den, 1890’a kadar sevgili Lenchen, her birimizin gerçek dostu ve yardımcısı idi.

 

İlk kez, Sozialdemokratische Monatschrift’in 30 Kasım 1890 tarihli,

10, 11. sayılarında yayımlanmıştır.

 

* Niobe, efsaneye göre, babası Tantalos’un kral olduğu Manisa Dağı yöresinde doğar; Thebai Kralı Amphion’la evlenir pek çok çocuğu olur.

** Bu kekeleme sözü, heyecanlandığı zamanlar Engels’in hafifçe kekelemesine takılmak için kullanılmış.

*** Engels’in, Becker’e yazdığı 15 Ekim 1884 tarihli mektup.

(Marx-Engels Anıları, Evrensel Basım Yayın, 1999)