(Engels’ten Zwickau’daki August Bebel’e...)
Sevgili Bebel,
23 Şubat tarihli mektubunuzu aldım; sağlığınızın yerinde olmasına sevindim.
Birleşme konusunda ne düşündüğümüzü soruyorsunuz.
Ne yazık ki, sizinle aynı durumdayız. Ne Liebknecht, ne de bir başkası bize herhangi bir bilgi iletmediğinden biz de ancak gazetelerde ne varsa onu biliyoruz; bir hafta kadar önce program taslağı yayınlanıncaya dek gazetelerde de pek bir şey yoktu! Bu taslak bizi oldukça şaşırttı.
Partimiz lasalcılara o kadar sık uzlaşma ya da en azından işbirliği önermiş ve Hasencleverler, Hasselmannlar, ve Tölckeler tarafından o kadar çok ve o kadar kırıcı bir biçimde geri çevrilmişti ki, bugün, bu bayların kendileri gelerek bize uzlaşma öneriyorlarsa, çok büyük bir çıkmazda olduklarını artık bir çocuk bile anlayabilir. Ama bu insanların iyi bilinen karakterini gözönünde tutarak, onların bu güç durumunu, her türlü güvenceyi madde madde belirlemek için kullanmak bizim görevimizdir; öyle ki, işçilerin gözünde sarsılmış konumlarını, partimizin zararına yeniden sağlamlaştıramasınlar. Bunları çok soğuk biçimde karşılamalı ve kendilerine güvenmediğimizi belli etmeli; birleşme, sekter sloganlarından, “devlet yardımı” yaklaşımlarından ne ölçüde vazgeçmeyi arzuladıklarına, ve 1869 Eisenach programını ya da bugünkü duruma uygun bir revizyonunu ne ölçüde kabul ettiklerine bağlı olmalıdır. Teorik alanda ve bu nedenle program için kesinlikle neyin gerekli olduğu konusunda partimizin lasalcılardan öğreneceği hiç, ama hiçbir şey yoktur; ama lasalcıların bizim partimizden öğrenecekleri bazı şeyler kesinlikle vardır; birleşmenin birinci koşulu, sekterlikten, lasalcılıktan vazgeçmeleri olmalıdır; buradan giderek de “devlet yardımı” denen her derde deva ilaç tümden bir yana bırakılmasa bile, birçok başka olası önlemin yanısıra bir geçiş dönemi önlemi olarak tanınmalıdır. Taslak program, bizim insanlarımızın teorik olarak lasalcı önderlerden yüz kez daha üstün olduğunu göstermektedir - ama siyasal kurnazlıkta da aynı ölçüde onlardan geridirler; “dürüstler”, dürüst olmayanlar tarafından bir kez daha oyuna getirilmişlerdir.
Birincisi, Lassalle’in cafcaflı ama tarihsel olarak yanlış tümcesi kabul edilmiştir: İşçi sınıfı karşısında tüm öteki sınıflar yalnızca gerici bir yığındır. Bu önerme yalnızca kimi ayrıksın durumlarda doğrudur: örneğin Komün gibi bir proletarya devriminde ya da devleti ve toplumu yalnızca burjuvazinin kendi imgesine göre biçimlendirmediği, ama onun izinden giderek demokratik küçük-burjuvazinin de aynı biçimlendirmeyi en sonuna kadar götürdüğü ülkelerde doğrudur. Örneğin Almanya’da, demokratik küçük-burjuvazi, bu gerici yığına ait idiyse nasıl oldu da Sosyal-Demokrat İşçi Partisi onunla -Halk Partisiyle- yıllar yılı elele yürüdü? Nasıl oluyor da Volksstaat, neredeyse tüm politik içeriğini küçük-burjuva demokrat Frankfurter Zeitung’dan alabiliyor? Ve nasıl oluyor da bu programda yeralan en az yedi istem, doğrudan ve sözcüğü sözcüğüne Halk Partisinin programıyla ve küçük-burjuva demokrasisiyle örtüşüyor? 1-5 ve 1-2’deki yedi politik istemi imliyorum; bunlardan burjuva demokratik olmayanı yoktur.
İkincisi, işçi hareketinin enternasyonal bir hareket olduğu ilkesi bugün, her durumda, tümden yadsınıyor; hatta bu ilkeyi beş bütün yıl en güç koşullarda, en parlak biçimde uygulamış kişilerce yadsınıyor. Alman işçilerin, Avrupa hareketinin başında yeralmaları, esas olarak onların savaş sırasında gerçekten enternasyonal bir tutum sergilemelerinden ileri gelmiştir, başka hiçbir proletarya böyle iyi davranamazdı. Ve şimdi tüm öteki ülkelerde, bu ilkeyi, herhangi bir örgütlenmenin bağrında gerçekleştirmeye çalışan her girişimi hükümetler vargüçleriyle bastırmaya çalışırken, Alman işçiler mi yadsıyacak! Ve işçi hareketinin enternasyonalizminden geriye ne kalır? Avrupalı işçilerin kendi kurtuluşları için gelecekteki iş birlikleri kadar olmayan zayıf bir umut, “insanların uluslararası dayanışması” gibi bir gelecek umudu, Barış Liginin burjuva baylarının “Avrupa Birleşik Devletleri” umudu!
Enternasyonalden böyle sözetmek kuşkusuz zorunlu değildi. En azından 1869 programından geri adım atılmaz ve örneğin şöyle bir şey söylenebilirdi: Gerçi, her şeyden önce Alman işçi partisi varolan devlet sınırları içinde çalışmaktadır ama (Avrupa proletaryası adına konuşma ve özellikle yanlış bir şey söyleme hakkına sahip değildir), bütün ülkelerin işçileriyle dayanışmasının bilincindedir ve şimdiye dek olduğu gibi bundan böyle de her zaman bu dayanışmanın kendisine yüklediği yükümlülükleri yerine getirmeye hazır olacaktır. İnsan kendini Enternasyonalin parçası saymasa da, doğrudan açıkça ilan etmese de bu tür yüklenimler zaten vardır; örneğin grevlerde yardım ve grev kırıcılığından uzak durma; ülke dışındaki hareket konusunda Alman işçilerin bilgilendirilmesi için parti organlarının özen göstermesi; hanedan savaşlarının patlak vermesi tehlikesine karşı propaganda ve bu tür savaşlar sırasında, 1870 ve 1871’de örnek olacak biçimde gösterilen davranış benzeri bir tutum, vb...
Üçüncüsü, bizim insanlarımız, epey modası geçmiş bir ekonomi görüşüne dayanan lasalcı “ücretlerin tunç yasası”nın, yani Malthus’un nüfus yasasına göre her zaman çok fazla işçi bulunduğu (lasalcı sav da budur) için, işçi ortalama olarak yalnızca asgari ücret alır görüşünün, kendilerine yutturulmasına izin vermişlerdir. Oysa artık Marx Kapital’de ayrıntılı olarak kanıtlamıştır ki, ücretleri düzenleyen yasalar çok karmaşıktır; koşullara göre bazan şu yasa egemen olur, bazan bu yasa; dolayısıyla bu yasalar hiçbir biçimde tunç katılığında değildir, tam tersine çok esnektir; bu çerçevede konu Lassalle’ın sandığı gibi birkaç sözle geçiştirilemez. Lassalle’ın Malthus’tan ve Ricardo’dan (ikincisinin teorisini çarpıtarak) kopya ettiği, örneğin Arbeiterlesebuch’un 5’inci sayfasında bulunabilecek ve Lassalle’ın bir başka broşüründen alıntılanan maltusçu sav, Marx tarafından “Sermaye Birikimi” bölümünde ayrıntılı olarak çürütülmüştür. Bu durumda biz Lassalle’ın “tunç yasası”nı benimseyerek, kendimizi, yanlış bir temele dayalı yanlış bir teze bağlıyoruz.
Dördüncüsü, program, devlet yardımını, Lassaile’ın Buchez’den çaldığı, en yalın biçimiyle tek toplumsal istem olarak öne sürüyor. Üstelik bunu, Bracke, bu istemin hiçbir işe yaramazlığını açıkça ortaya koyduktan sonra ve partimizin sözcülerinin, tümünün değilse büyük çoğunluğunun lasalcılarla savaşımında bu “devlet yardımı”na karşı çıkmak zorunda kalmaları ardından yapıyor! Partimiz kendini bundan daha fazla aşağılayamazdı. Enternasyonalizm Arnand Gögg’ün, sosyalizm de, bu istemi sosyalistlere karşı, onlara üstün gelmek için öne süren burjuva cumhuriyetçi Buchez’in düzeyine düşürülüyor.
Ne var ki, lasalcı anlamda “devlet yardımı” olsa olsa programda “toplumsal sorunun çözümü yolunu hazırlamak” gibi -sanki bizim için teorik olarak hala çözülmemiş toplumsal bir sorun varmış gibi- kusurlu biçimde tanımlanan bir sonucu elde etmek için düşünülmüş birçok önlem arasında tek bir önlem olabilir. O zaman birisi şöyle dediğinde: Alman işçi partisi, sanayide ve tarımda ulusal ölçekte kolektif üretimi gerçekleştirerek ücretli emeği ve onunla birlikte sınıf farklılıklarını ortadan kaldırmak için çalışır; bu amaca ulaşmak için uygun olan her önlemi destekler! - o zaman hiçbir lasalcının, buna karşı söyleyecek hiçbir şeyi olmaz.
Beşincisi, işçi sınıfının, sendikalarda bir sınıf olarak örgütlenmesi konusunda tek söz söylenmiyor. Ve bu çok temelli bir noktadır; çünkü sendika, proletaryanın, sermayeyle gündelik savaşımlarını yürüttüğü, onun için bir okul olan gerçek sınıf örgütlenmesidir; ve (örneğin şu sıralarda Paris’te görülen) en kıyıcı gericilik bile artık onu ezemez. Bu örgütlenmenin Almanya’da da kazandığı önemi dikkate alarak, bizim görüşümüze göre, sendikalara programda yer vermek ve olabilirse parti örgütü içinde onlara belli bir rol vermek kesinlikle gereklidir.
İşte bizimkilerin, lasalcıların hoşnut olması için yaptıkları bunlar. Ve karşı taraf onlara ne verdi? Programda yeralan, kafası oldukça karışık salt demokratik istemler, onların da birçoğu yalnızca bir moda olmaktan başka bir şey değildir; örneğin İsviçre’de, eğer bir işe yarıyorsa, yarardan çok zararı olan “halk tarafından yasama” gibi. Halk tarafından yönetim olsaydı, bu bir şeydi. Aynı ölçüde her türlü özgürlüğün ilk koşulu da eksik: bütün resmi görevlilerin her türlü resmi edimleri nedeniyle her yurttaşa karşı olağan mahkemeler ve yasa önünde sorumlu olmaları. Bilim özgürlüğü gibi, vicdan özgürlüğü gibi her liberal burjuva programda yeralan ve burada bir ölçüde garip biçimde belirtilen istemler konusunda daha fazla bir şey söyleyecek değilim.
Özgür halk devleti, özgür devlet olarak değiştirilmiş. Dilbilgisi açısından bakılırsa özgür devlet, devletin vatandaşlarla ilişkilerinde özgür olduğu bir devlet, yani despot bir hükümetin yönetimindeki bir devlettir. Devlet üzerine bu gevezeliklerin tümüne son vermek gerekir; özellikle artık sözcüğün tam anlamında bir devlet olmayan Komünden bu yana. Her ne kadar Marx’ın Proudhon’a karşı yazdığı kitap [Felsefenin Sefaleti] ve daha sonra Komünist Manifesto, sosyalist toplum düzeninin kurulmasıyla devletin kendiliğinden çözüleceğini [sich von selbst auflöst] ve ortadan kalkacağını ilan etmekteyse de anarşistler, “halk devleti”ni gene de ad nauseam [iğrendirecek ölçüde] suratımıza fırlatırlardı. Devlet, savaşımda, devrim sırasında, yalnızca karşıtları kuvvet zoruyla bastırmak için kullanılan bir geçiş kurumu olduğuna göre, özgür halk devletinden sözetmek tam bir saçmalıktır: Proletarya, devlete gereksinim duyduğu sürece, onu, özgürlük olsun diye değil, karşıtlarını bastırmak için kullanır ve özgürlükten sözetmek olanaklı olduğu anda da devlet devlet olarak varolmaktan çıkar. Bu nedenle devlet sözcüğü yerine her yerde Fransızca “commune”-ün anlamını pek iyi karşılayabilen, o güzelim eski Almanca sözcüğün, Gemeinwesen’in [topluluk] kullanılmasını öneririz.
“Bütün sınıf farklılıklarının kaldırılması” yerine kullanılan “toplumsal ve siyasal tüm eşitsizliklerin kaldırılması” da sorgulanması gereken bir deyiştir. Bir ülkeyle bir başkası arasında, bir yöreyle öteki arasında, hatta bir yerel yöreyle öteki arasında yaşam koşullarında en aza indirmenin olası olduğu ama asla tümden yok edilemeyecek belli bir eşitsizlik her zaman olacaktır. Alplerde oturanların yaşam koşulları, ovada oturanlardan her zaman farklı olacaktır. Eşitlik alemi olarak sosyalist toplum düşüncesi, eski “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” kavramını model alan tek yanlı bir Fransız düşüncesidir - bu kavram, o zaman bir gelişme aşaması olarak doğru ve yerinde bir kavramdı; ama insanların kafasında karışıklık yarattığına ve konunun ortaya konmasında daha kesin kavramlar bulunduğuna göre, eski sosyalist okulların tüm tek-yanlı düşünceleri için olduğu gibi bunun da artık üstesinden gelinmesi gerekir.
Bu programdaki her sözcük yavan ve gevşek bir biçimde yazılmış ve eleştirilebilir olsa da ben bu noktada duruyorum. Program öyle bir yapıda ki, kabul edilirse Marx ve ben, bu temelde kurulan yeni partiye hiçbir zaman bağlanamayacağız ve ona karşı -kamuoyu önünde de- tutumumuzun ne olması gerektiğini çok ciddi biçimde düşünmek zorunda kalacağız. Anımsamanız gerekir, Alman Sosyal-Demokrat İşçi Partisinin her açıklamasından, her eyleminden, yurtdışında, biz sorumlu tutuluyoruz, örneğin Bakunin Devlet ve Anarşi adlı kitabında, Demokratisches Wochenblatt gazetesinin çıkışından beri Liebknecht’in yazdığı ya da söylediği her düşüncesiz sözün hesabını bize çıkarıyor. İnsanlar, tüm şovu bizim buradan yönettiğimizi düşünüyor, oysa benim kadar siz de biliyorsunuz ki, parti-içi sorunlarda biz şimdiye dek hemen hiç müdahalede bulunmadık; bunu yaptığımız zaman da bize göre gaflar ve yalnızca teorik gaflar olduğunda, olabildiği ölçüde onları düzeltmek için yaptık. Ama sizin de kavrayacağınız gibi, bu program bizi kolaylıkla, bunu kabul eden bir parti için hiçbir sorumluluk taşımamak zorunda bırakabilecek, bir dönüm noktasını işaret etmektedir.
Genelde bir partinin resmi programı, partinin ne yaptığından daha az önemlidir. Ama yeni bir program, her şeyden önce, kamuoyu önünde açılan bir bayraktır ve dış dünya, partiyi o programa bakarak değerlendirir. Bu nedenle, program hiçbir nedenle geri adım atmamalıdır; oysa Eisenach programıyla karşılaştırıldığı zaman geri adım atılmıştır. Bu program hakkında başka ülkeler işçilerinin ne diyeceğinin ve tüm Alman sosyalist proletaryasının lasalcılık önünde diz çökmesinin nasıl bir izlenim yaratacağının da dikkate alınması gerekir.
Üstelik inanıyorum ki, bu temelde yapılacak birleşme, bir yıl sürmeyecektir. Partimizdeki en iyi beyinler, ücretlerin tunç yasası ve devlet yardımı gibi lasalcı buyrultuların değirmeninde yeniden ve yeniden sırayla öğütülmeye razı mı olacaklar? Örneğin sizi, bu durumda görmek isterdim! Bunu onlar yapsaydı, seyircileri tarafından ıslıkla yuhalanırlardı. Ve eminim ki, lasalcılar, programın bu noktalarında yahudi Shylock’un bir pound ette* ısrar etmesi gibi ısrar edeceklerdir. Ayrılık gelecek; ama Hasselmann’ı, Hasenclever’i, Tölcke’yi ve şürekasını yeniden “saygın” kişiler yapmış olacağız; ayrılıktan biz zayıflamış olarak çıkacağız, lasalcılar güçlenmiş olarak; partimiz politik masumiyetini yitirecek ve bir aralık kendi bayrağına işlediği lasalcı ifadelere artık yeniden vargücüyle karşı çıkmayı başaramayacak; ve lasalcılar o zaman bir kez daha kendilerinin en gerçek ve tek işçi partisi, buna karşılık bizim insanlarımızın burjuva olduğunu öne sürerlerse, bunun kanıtı program olacak. O programdaki tüm sosyalist önlemler onlarındır, ve bizim partimizin o programa soktuğu şey, aynı belgenin, “gerici yığın”ın bir parçası olarak tanımladığı küçük-burjuva demokrasisinin istemleridir.
Siz, 1 Nisan günü, Bismarck’ın doğum günü onuruna salıverileceğiniz için bu mektubu burada beklettim, ve ülkeye gizlice sokulurken yakalanması riskini göze almak istemedim. Bu sırada program hakkında ciddi kuşkuları olan ve bizim görüşümüzü bilmek isteyen Bracke’nin mektubu geldi. Bu nedenle bu mektubu, size iletilmek üzere ona gönderiyorum; böylece o da okumuş olur ve aynı şeyleri bir kez daha yazmaktan kurtulurum. Aklıma gelmişken, çıplak gerçeği Ramm’a da bildirdim; Liebknecht’e yalnızca kısaca yazdım. İş işten geçinceye kadar bize bu konuda hiçbir zaman, tek söz etmediği için (oysa Ramm ve ötekiler bize tam bilgi verdiğini düşünüyorlarmış) Liebknecht’i affedemiyorum. Gerçi o bunu her zaman yapardı -Marx’ın ve benim, onunla hiç de hoş olmayan bir yığın yazışmamızın nedeni de buydu- ama bu kez gerçekten çok kötü oldu ve hiç kuşkusuz onunla birlikte olmayacağız.
Umarım yazın buralara gelirsiniz. Kuşkusuz benimle kalırsınız; hava da güzel olursa bir-iki günlüğüne deniz banyosu almaya gideriz; uzun cezaevi günlerinden sonra size çok yararı olur.
Dostça selamlar!
Sevgiyle
F. E.
Londra, 18-28 Mart 1875
* Shakespeare’in Venedik Taciri adlı oyunundaki yahudi tefeci Shylock’un, Venedikli tacir Antonio’nun kefil olduğu 3 bin dükalık borcun ödenememesi nedeniyle, kendi etinden bir poundluk bir parçayı, ceza koşulu olarak ödemesinde, sözleşme gereği ısrar etmesi. -ç.
Marx-Engels, Seçme Yazışmalar-2
(1870-1895), Sol Yayınları, s.79-86
(Metne buradaki anabaşlığı biz koyduk -KB)