Friedrich Engels, insanları ve nesneleri, renkli camlar ardından ya da sisli-puslu bir bulut arasından değil, daima aydınlık ve pırıltılı bir hava içerisinde, romantizmden ya da duygusal bulanıklıktan uzak, berrak ve açık bir biçimde görebilen aydınlık bir kafaya sahipti; gözleri, yüzeye bakmakla yetinmez, nesnelerin derinliğine iner ve en ufak hücrelerine kadar nüfuz ederdi. Bu berrak ve pırıltılı gözler, sözcüğün gerçek ve sağlıklı anlamıyla bu sağgörü, Doğa Anne’nin doğuştan pek az kimseye bağışladığı bu derinlemesine nüfuz edebilme yeteneği, Engels’in temel özelliklerinden birisiydi ve beni ilk görüşmemizde derhal çarpan şey oldu...
1849 yazı sonlarıydı, Reich Anayasa Kampanyasının başarısızlıkla sonuçlanmasından sonra, birkaç sığınmacı kolonisi kurduğumuz o masmavi Cenevre Gölü kıyısındaydım... Daha önceleri, Ruge gibi, Heinzen gibi, Julius Frobel gibi, Struve gibi ve Baden Saxony “devrimine” katılmış bir dizi “büyük adamla” şahsen tanışmak fırsatını elde etmiştim; ancak, bunlarla tanışıklığım ilerledikçe bunların başlarının çevresindeki hale gittikçe soluklaşmış ve bunlar gözümde küçülmeye başlamışlardı.
Havadaki pus ne denli yoğun olursa, insanlar ve nesneler o denli büyük gözükür. Friedrich Engels’in kişiliği öyle bir etki yaratıyordu ki, bu pus dağılıyor ve insanlar ile nesneler oldukları gibi görünmeye başlıyorlardı.
Onun karşısındaki nesneyi delip geçercesine etkili bakışları ve bunun sonucu nesnelerin derinliklerine inebilen yargıları, doğruyu söylemek gerekirse önceleri beni rahatsız ediyor ve ara sıra da incitiyordu. Şurası bir gerçek ki, Reich Anayasa Kampanyası kahramanları, benim üzerimde, Engels’te olduğundan daha iyi bir izlenim bırakmamıştı; ancak ben onun, hareketin bütününü küçümsediğini düşünüyordum; zira bu hareket pek çok değerli güçleri içerdiği gibi yine pek çok fedakarca atılımları da içeriyordu. Aynı zamanda, o sıralarda hala taşıdığım ve ancak daha sonraları İngiltere’de büsbütün kurtulduğum “Güney Alman yumuşaklığı” -ki, işin doğrusu ben Güney Almanyalı da değildim- her ikimizin de, kişiler ve olaylar hakkındaki genel düşüncemizin -daima hemen olmasa bile- bir noktada birleşmesine engel oluşturmuyordu. Üstelik ben Engels’in epey zaman önce okuduğum İngiliz işçi sınıfı hakkındaki kitabı olsun, ondaki bilgi birikiminin zenginliği ve çeşitliliği olsun, onun düşüncelerindeki sağlamlık ve kesinliği fark etmemle birleşince, kendisine karşı ister istemez büyük hayranlık duymama neden oluyordu. Benden ancak beş yaş büyük olduğu halde -ki o yaşta bu sanki insana yüz yıl gibi geliyor- çok şeyler başarmıştı; açıkçası onu üstün görmem için sağlam nedenlerim vardı.
Çok geçmeden onun askerlik konularında da uzman olduğunu fark ettim. Konuşmalarımız sırasında, Macaristan’daki devrimci savaş üzerine Yeni Ren Gazetesi’nde yayımlanan ve daima doğru çıktığı için Macar ordusundaki yüksek rütbeli bir subayın kaleminden çıktığı öne sürülen yorumların Engels tarafından yazıldıklarını öğrendim. Üstelik bana elinde, öteki gazetelerde bulunanlardan fazla bir malzemeye de sahip bulunmadığını gülerek anlatmıştı.
Bütün bu düzmeceleri, en utanmazca yalanları yutturmaya çalışan Avusturya Hükümeti öne sürüyordu. Aynı şeyi, İspanya Hükümeti’nin Küba’da ayaklanmaları daima bastırdığını öne sürmesi gibi,* Macaristan’daki ayaklanmalar konusunda Avusturya Hükümeti yapıyordu.
Ancak Engels bu yalanlara karşı yine sağgörüsünü kullanıyor, uydurmalara ve laf ebeliğine itibar etmiyordu. Kafasının içerisindeki X ışınları ne kırılma yapıyor ne de X’i, U haline getiriyordu. Bu ışınlar sayesinde, gerçeğin saptanabilmesi için nelerin gerekli olabileceğinin ayırdına varıyor, onu yanılgıya sürükleyebilecek hiçbir bulanıklığa ya da seraba iltifat etmeden sadece gerçeklere ve olgulara dayanıyordu. Ne var ki Avusturya Hükümeti, istese de istemese de kimi gerçekleri açığa çıkartan Münchhausen Bildirisi’ni yayınlamak zorunda kaldı: Çarpışmaların geçtiği yerlerin isimleri; savaşın başında ve sonunda birliklerin konumu; çarpışmaların tarihi; birliklerin hareketleri, vb. şeyleri açıkladı.
Bu ufak tefek şeylerden “Bizim Fritz”, berrak, parlak bakışlarıyla, savaş bölgesindeki gerçek manzarayı Cuvier gibi bir araya getirdi. Harekat sahasının iyi bir haritası ile bir kimse, tarihlerden ve çarpışma yerlerinden muzaffer Avusturya kuvvetlerinin nasıl geri çekildiklerini, sözde yenilmiş Macarların ise nasıl ilerledikleri, matematik bir kesinlikle çıkartabilir. Engels’in yaptığı hesaplar öylesine doğruydu ki, Avusturya ordularının Macarları kağıt üzerinde kesin yenilgiye uğrattıklarının ertesi günü, Avusturya kuvvetleri Macaristan’dan tam bir bozgun haline çekilmişlerdi...
Yeri gelmişken şunu da belirtmeliyim ki Engels sanki doğuştan askerdi: Berrak bir görüş; süratli bir kavrayış; en ufak durumları değerlendirme; hızlı karar verme, sarsılmaz bir soğukkanlılık.
Daha sonraları, askeri sorunlar üzerine pek çok mükemmel deneme kaleme almıştır. Yazarı belirsiz olmakla beraber, birinci sınıf askeri uzmanlar arasında ünü bayağı yayılıyordu. Oysa bu uzman kişiler, bu kitapçıkların ismi belirsiz yazarının en felaket (!) isyancılardan birisi olduğunun farkında değillerdi!..
Londra’da aramızda şakayla karışık olarak ona “General” adı takılmıştı; eğer o hayattayken bir devrim daha olursa, Engels’in kişiliğinde, elimizin altında, orduları örgütleyen ve zafere ulaştıran Carnot gibi bir askeri deha hazırdı... (…)
Engels üç muharebeye katıldı ve Murg saldırısında yer aldı; onu savaşta görenler bugün bile soğukkanlılığından ve gözünü budaktan sakınmayışından söz ederler. (…)
O günler üzerine çok konuştuğumun farkındayım. Ama bu konu üzerinde bu kadar uzun durmamın önemli bir nedeni var. Engels’in yaşamında bu başkaldırının öyküsü pek bilinmiyor. Engels, tıpkı Marx gibi çoğu kez, demokratlar ve “devrimci” demokratlar tarafından, sadece akıl vermekle ama eyleme yan çizmekle suçlanır. İşte şimdi benim elime, 1849 halk ayaklanmasındaki faaliyetlerini gün ışığına çıkartarak her ikisi hakkında yapılan bu asılsız suçlamaların gülünçlüğünü göstermek fırsatı geçmiş bulunuyor.
Akıl vermek ve eylem arasında, teori ile pratik arasında bütün bu ayrımları yapmak niye? Sanki Komünist Manifesto bir eylem değil mi? Marx ile Engels’in bilimsel yapıtları her şeyden önce pratiğe dönük değil mi?
Engels ile İsviçre’de kısa bir süre kaldıktan sonra ertesi yıl onunla benden önce gelmiş olduğu Londra’da görüştüm. Bundan sonra sık sık temas ettik. O Londra’dan 1850 yılında Manchester’deki babasının firmasına gitmek üzere ayrıldı; öteki Ren imalatçıları gibi babası da İngiltere’de şube açmıştı. Ne var ki Engels sık sık Londra’ya geliyor, kimi zaman uzun zaman kalıyordu. Ayrıca hemen her gün Marx’a yazıyordu ve o da, çok özelleri dışında bunları yararlanılmak üzere çevresindeki güvenilir kimselere iletirdi. Aslında ben, tam on iki yıl neredeyse aileden birisi gibi evlerine girip çıktığım Marxlar kadar Engels ile yakın ilişki içerisinde değildim.
Marx’ın ölümü beni Engels’e biraz daha yaklaştırdı zira Engels, hem Marx’ın yerini tutmak ve hem de vasiyetini yerine getirmek gibi çifte bir görev yüklenmişti.
Şimdi o, kendi sözcüklerini kullanmak gerekirse, uzun zamandır yüklendiği “ikinci kemanlığı” elinden geldiğince yerine getirmek zorundaydı. Ama öyle bir durum ortaya çıktı ki Engels, “birinci kemanı” da aynı ustalıkla çalabilirdi. On yılı aşkın bir süredir çoğunu harcadığı enerjisinin şimdi tamamını bu çifte görevi yerine getirmeye yöneltmişti. Kapital’i, Marx’ın bıraktığı elyazmalarını kullanarak elden geldiğince bütün bir yapıt haline getirdi ve yayımladı; kendi bilimsel yapıtlarını geliştirmek için olağanüstü bir çaba harcadı; ve bu arada da, insanı hayretler içerisinde bırakan bir çalışma gücü ile uluslararası yazışmaları sürdürmek için vakit bulabildi. Bu yoğun yazışmalarda Engels, politika ve ekonomi kulvarında önerileri, rehberliği ve yönlendirmeleri ile uluslararası sosyalist harekete katkıda bulundu.
Gerekli olan her yerde yardımcı oldu, çevresindekileri harekete geçirdi. Uluslararası işçi sınıfı hareketinin savaş alanında faal bir asker gibi ölümünden kısa süre öncesine kadar danışman, teşvikçi, yüreklendirici ve ikaz edici olarak çalıştı. Dost Marx ile birlikte, 1848’in başlarında dünya işçilerine, Şubat Devrimi’nin ilk serin meltemini müjdeledi:
“Bütün ülkelerin proletaryası, birleşin!”
İşçiler birleşti. Ve dünyada hiçbir güç, elele vermiş bu dünya proletaryasının yolunu kesemeyecektir.
(…)
1867, Illistrierte Neue Welt Kalender
* Oysa İspanya Hükümeti, Küba’da 1895’te patlak veren halk ayaklanmasını bastırmaktan aciz kalmıştı.
(Marx-Engels Anıları, Evrensel Basım Yayın, s.164-176)