Topyekun seçimlere giderken! - Nihal Kemaloğlu

  • Arşiv
  • |
  • Basın
  • |
  • 03 Kasım 2012
  • 06:43

Başbakan'ın iki yıl sonra yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanmaya yönelik siyasi stratejisi şimdiden siyaset kurumunu işleyemez hale getirirken Türkiye'yi neler bekliyor öngörüsü yapmak, bir siyasi fantezi olsa gerekti.

Çünkü gün be gün tecrübe ettiğimiz Başbakan'ın 'siyasi dilinin' hırçınlığı bir yana, bütün devlet kurumlarını, bakan ve bürokratlarının açıklamalarını bile işlevsiz kılacak kadar 'tek kişilik bir zihniyeti' temsil ediyor. Ve siyasetin, lidere bağlı kurumsallaştığı ve zamanla 'mutlaklaştığı' siyasi kültürümüz gereği siyasi alanın dışına atılan kesimlerin kamusal varlıklarının meşruiyet kaybına uğratılmasını yine sessizce izliyoruz.

29 Ekim'de Ankara'daki 'alternatif Cumhuriyet kutlamalarında' yaşanan gazlı-coplu arbede sonrası Başbakan'ın 'alınan polisiye tedbirlerin yetersizliğinden yakınması ve barikatları kendisinin kaldırtmadığı' ifadeleri sahiden de endişe vericiydi. Ve kamu güvenliğinin en üst dereceden sorumlusu Başbakan, 'olaylar büyüyecek, çok gerginlik ve çatışma olacaktı, engel oldular' sözleriyle barikatların kaldırılmasına karşı kızgınlığını da belirtiyordu.

BALKON KONUŞMALARININ MİADI DOLDU

Başbakan'ın tüm vatandaşları kucakladığı balkon tipi konuşmaları artık 'miadı tükenmiş geçmiş zamanları' gösterirken, cumhurbaşkanlığı hedefine giderken otoriterliği ve tek adam iktidarıyla ilgili en ufak muhalefet ve engellemeye katlanamayacağı konusunda 'Cumhurbaşkanı' dahil sertçe herkesi uyarıyor... 
Tabii ki ne 29 Ekim için Ankara'ya giden otobüsleri kim durdurup engelledi, ne Ulus'taki sert müdahalede kaburgası 5 yerinden kırılan 73 yaşındaki kadını kim darp etti diye devlet makamlarına soru da sorulamazdı. Üstelik hala barikatları kimin kaldırdığını bile öğrenememiştik... Yeni 'demokratik ve katılımcı' bir anayasa yapıp, 12 Eylül Anayasası'nın bile fiiliyatta geçersiz bir metne dönüştüğü zamanlardan geçerek cumhurbaşkanlığı seçimlerine doğru ilerleyecektik...

Başbakan'ın doğruları hepimizin 'doğrusu' olmak zorundaydı ve 'çoğunlukçu demokrasiyle' malul iktidar zihni bir kez daha tepemize yerleşmişti...

YA TABUTLAR ÇIKMAYA BAŞLARSA?

Ayrıca kavruk 'demokrasi kültürümüz' 2011 Seçim Bildirgesi'nde sayfalarca demokrasi ve özgürlük teminatı veren ama bugün kuşandığı devletçi refleks ve tepkici siyasi lisanıyla 'tek değer sistemini' savunan iktidarca 'güvenlik riski' olarak addediliyordu...

İki yıl öncesinin yelkenlerini demokrasi rüzgarıyla şişirmiş yol alan 'sivil' Türkiye algısının PR çalışması bitmiş, yerini Başbakan'ın siyasi hedef ve söylemlerine göre şekillenecek plastize bir Türkiye'ye bırakıyordu. Ve eğer Başbakan, Merkel'in yanında 'Açlık grevi yok, bu bir siyasi şov' diyorsa, 62 cezaevinde 53 gündür süresiz açlık grevi yapan 663 Kürt tutuklu ve hükümlünün 'var olmadığına' kanaat getirecektik. Adalet Bakanı'nın 'açlık grevi yapan mahkumlar var' beyanatını da yok sayacaktık. Bu 663 kişinin doğal ve siyasi hak talebiyle başlattıkları açlık grevi eylemleri giderek kitlesel bir direnişe dönüşürken, devlet her gün biraz daha ölüme yaklaşan siyasi mapuslara 'gizli gizli yiyorlar' diye itibarsızlaştırma propagandası yapana kadar siyasi çözüm sunmak zorundaydı...

Çünkü birkaç zaman sonra bu mapuslar bedenlerine yükledikleri 'hak taleplerinde' ahlaki olarak diretir ve cezaevlerinden dizi dizi tabutlar çıkmaya başlarsa, hükümete düşecek ahlaki ve hukuki sorumluluktan kaçış olamayacaktı.

O zaman da 'Devletle şantaj olmaz' ya da 'açlık grevlerini PKK yaptırıyor' gerekçelerine mazeret bulunamazdı. Bunu geçmişte açlık grevlerini savsakladığı ve provoke ettiği için bugün hala ölümlerin ahlaki kefaretini taşımakla yükümlü siyasi iktidarlardan biliyorduk...

Akşam / 03.11.12