Say, savaş ve ‘Mezopotamya’ - Nilgün Cerrahoğlu

  • Arşiv
  • |
  • Basın
  • |
  • 30 Haziran 2012
  • 04:45

Güney İtalya’nın küçük taşra tren istasyonlarından biri olan Fondi’de tren bekliyordum geçende. Yanımda birden kalabalık genç bir müzisyen grubu belirdi. Müzisyenler konservatuvar öğrencisiymiş.

Çizme’nin topuğundaki Calabria kentindeki bir konservatuvardan...

Fondi yakınlarındaki Terracina kentine konsere gelmişler; oradan evlerine geri dönüyorlardı…

Onlar güneye, ben kuzeydeki Roma’ya gitmek için tren beklerken bir süre istasyonda sohbet ettik. Biraz damdan düşer gibi olsa da merak edip sordum: “Fazıl Say’ı tanıyor musunuz?”

“Evet” dediler bir ağızdan; “Ünlü Türk piyanisti!”

İçlerinden biri de; “Kim o? Hatırlayamadım!” demedi.

Şöhreti dünyanın artık taşrasına dek yayılan Fazıl Say’ın “Mezopotamya Senfonisi’ni” dinlerken İtalya’nın ücra bir tren istasyonunda yaptığım o sohbeti ve bu müthiş müziğin çalınacağı başka coğrafyaların konser salonlarını düşündüm.

Fazıl Say’ın çapı ve değeri karşısında, ülkesinde yaşadığı hoyratlıklar yüreğimi burktu.

Yaşar Kemal bu çelişkiyi, Türkiye’ye özgü kara mizah bir saptamayla; “Uluslararası çapta bir müzisyen oldu Fazıl. O zaman onun da hapis zamanı geldi” diyerek dile getiriyor.

Kafamda bu türden düşünceler uçuşurken “Mezopotamya Senfonisi’nin” dünya prömiyerinin yapıldığı Haliç Kongre Merkezi’nin sıralarında “Liberation” yazarı Marc Semo’ya rastladım.

80’li yıllarda Roma’da Fransız basını için muhabirlik yaptığı günlerden tanıdığım Marc’a; “Ne işin var burada?” der demez bana hemen; “Fazıl’ı dinlemeye geldim” diyerek yanıt verdi: “Say, çok sevdiğim, beğendiğim bir müzisyen. Ama Mezopotamya’yı ne anlamda kullandığını biliyor musun? Gerçekte bu da ilgimi çekti.”

Koruyucu meleğe teslim olmak

“Mezopotamya” ile kastedilen, “Günümüz Mezopotamyası. Orta Anadolu ve Güneydoğu” oluyormuş…

Say bunu kendisi, geçtiğimiz cumartesi ilk kez dinleyiciyle buluşan senfoninin sunumunda anlattı.

Sevgili Zeynep Oral, konuyu ayrıntılarıyla aktardığı için fazla detaya girmiyorum. Ancak orkestra sahneye girmeden evvel, büyük ekranda gösterilen bir filmle senfonisinin tanıtımını yapan müzisyen meramının -özetle- “Ölüm kültürüne karşı bir başkaldırı” olduğunu söyledi.

“Ölüm kültürü Mezopotamya’da hangi tarafta olursa olsun değişmiyor!” diyen Say; “Savaş Üzerine” isimli kısmı; “Orkestranın izleyiciye, bestenin besteciye, bestecinin besteye karşı açtığı bir savaş da olabilir bu” diyerek ifade etti.

“Beklenenden küçük bir nehir” şeklinde tanımladığı “Dicle”yi; 130 kişilik filarmoni orkestrasının zengin olanaklarıyla “dağların arasından şırıl şırıl akan” bir su ve görkemli “Fırat”ı da “köpüklü, doludizgin” akan bir ırmak olarak betimledi.

“Tapınılan güneş” karşısında, “romantik ama ürkütücü” bulduğu ayın gümüş renkli ışıklarını önce barkovizyonla gösterilen filmde bize etraflıca anlattı Say; ardından bestesiyle müziğe taşıdı.

Siz hiç müzikle suyu, güneşi ve ayı hissettiniz mi?

Fazıl Say’ın notalarıyla biz “Mezopotamya”yı dinlerken o gece kâh ırmakların kıyısına gittik, kâh ayın, güneşin peşine takıldık.

Hele “theremin” denen bir enstrüman vardı ki gözlerimi alamadım. İlk kez gördüğüm enstrümanı, sahnenin sol köşesinde, beyaz gelinlik gibi bir tuvalet giymiş olan Carolina Eyck isimli bir müzisyen çalıyordu.

Eyck, “theremin”i çalmayı, bu aletin yaratıcısı olan Leon Theremin’in büyük torunundan öğrenmiş. İki metal antenden oluşan aletin kendisi gerçekte uzaktan pek seçilmiyor. Telsiz anteni gibi duran çubuklar arasında beyazlar içindeki kadının büyü yapar gibi oynayan ellerini izleyebildik biz sadece. Say’ın “Mezopotamya’nın koruyucu meleği” diye takdim ettiği kadının elleri flamenkocu kadınlar gibi havada geziniyor ve biz gaipten gelen sesler duyuyorduk.

Kâh opera söyleyen bir kadın sesi, kâh ağıt, kâh bir metalik tını olarak ulaşıyordu o ses kulağımıza. Carolina Eyck’ın gizemli elleri meğer o iki anten arasındaki elektronik dalgaları kesiyormuş. Onu da yanımda oturan Nuri Çolakoğlu’ndan öğrendim.

Dicle, Fırat, Ay, Güneş, Ölüm Kültürü... On bölümden oluşan senfoni zaten Carolina Eyck’ın muhteşem çalgısı ve performansıyla (“Mezopotamya Türküsü”) sona erdi. “Theremin” ve “Eyck”; senfoninin doruğunu oluşturdu.

Dinleyiciyle yekvücut

“Mezopotamya”; bu yıl 40. yılını kutlayan festivalin, en özel ve en elektrikli konseriydi. Konserin ilk bölümünde Say’dan ayrıca müthiş bir Beethoven yorumu (Beethoven’ın 3. Piyano Konçertosu’nu) dinledik.

Haliç Kongre Merkezi bir konser mekânı değil. Fazlasıyla büyük, akustiği ideal değil; kişiliksiz ve biraz da “kıro” bir yer. Ama Fazıl Say bize mekânın tüm bu kusurlarını unutturdu ve 3 bin kişilik o dev salonu bizlerle yekvücut olana kadar küçülttü.

Kuşkusuz artık Fazıl Say farklı bir yerde…

Böyle bir sanatçıyı alıp da; “sen ne haddine öyle tweet atarsın!” falan diye sorgulamak akıl fikir işi değil.

Ey Mezopotamya’nın koruyucu melekleri bizi kollayın!

Cumhuriyet / 30.06.12