'Koster arızası'na son verme zamanı – Cengiz Çandar

  • Arşiv
  • |
  • Basın
  • |
  • 29 Ekim 2012
  • 05:23

'Hayat kurtarmak' için 'devlet'in Kürt politikasında 'değişiklik' zamanındayız. Ya da tersi: Kürt politikasında 'değişiklik', açlık grevlerine son verecek.

İmralı’ya yaklaşık bir buçuk yıldır gidilememesinin sebebinin ‘koster arızası’ olmadığını herkes biliyor. Abdullah Öcalan’ın kardeşinin bir yıl içinde kendisiyle iki kez görüşebilmiş olduğunu biliyoruz. Avukatlarının her görüşme talebi ise mevsim ne olursa olsun, ‘koster bozuk’ gerekçesiyle yerine getirilmedi.

İmralı’ya ziyaretçi taşıyan kosterin ‘siyasi’ olarak bozuk olduğu besbelliydi. İktidar, Kürt sorununa yaklaşımında, Abdullah Öcalan’ı ‘denklem dışı’na çıkarmaya karar vermişti. O yüzden, Öcalan ile görüşmelerin önünü de kesmekte kararlı davrandı.

1990’ların ikinci yarısından başlayarak 2011’in ortalarına kadar ‘devlet’, Öcalan ile çeşitli düzeylerde görüşürken niçin, 2011 yılının ikinci yarısında başlayarak ‘denklem dışı’ ya da ‘devre dışı’ bırakılmasına karar verildi?

Buna verilen basmakalıp ‘devlet’ cevabı, PKK’nın Oslo’da kurulmuş olan ‘barış masası’nı Silvan saldırısıyla bir tekmeyle devirdiği, PKK’nın barış istemediği, Abdullah Öcalan’ı da ‘boşa çıkarttığı’. Böyle bir durumda, yani ‘barış imkânları’nın bizzat PKK tarafından yok edildiği bir durumda, Abdullah Öcalan ile ‘diyalog’un bir yararının kalmadığı hükmüne varılmıştı. Üstelik, Abdullah Öcalan’ın ‘güvenilirliği’ ya da örgütüne sözünün ne derece geçtiği de şüpheliydi.

Dışarıya söylenenler bunlardı. ‘Devlet’ kaynaklı bilgilerin ‘filtre’den geçirilmesi âdeti bulunmadığı için ‘Oslo süreci’nin PKK tarafından Silvan’da çökertildiği, tartışılmaz bir ‘tarih gerçeği’ olarak kabul edildi ve müzakere yoluyla çözüm yanlıları dahi, ‘psikolojik savaş’a Silvan gerekçesiyle cephane taşıdılar.

‘Oslo süreci’nin çöktüğü doğruydu. Nitekim, o gün bugündür şiddet tırmanmasıyla bir yaz dönemi içinde rekor can kayıpları yaşandı. Ancak böylesine ‘dramatik’ bir gelişmenin tek bir sebebi olamazdı. Azıcık siyaset kavrayışı ve tecrübesi olan, biraz Kürt sorununun tarihçesi ve arka planı ile ilgili bilgisi bulunan hiç kimse, ‘Oslo süreci’nin çöküşünü tek kelimelik bir cevaba, Silvan’a indirgeyemezdi.

Kendi payıma Silvan’a, ‘Oslo süreci’ni sona erdiren tek neden olarak hiçbir vakit inanmadım ve inanmamanın ötesinde öyle olmadığını da biliyorum.

Tıpkı, PKK’nın Kandil’deki yönetici kadrosunun ağır basan ve İran ve Suriye ile fingirdeyen bir bölümünün, Abdullah Öcalan’a rağmen olmasa bile, onu göz ardı ederek ‘devrimci halk savaşı’nı dayattığını bildiğim gibi.

Dahası, ‘örgüt’ün Ortadoğu bölgesinin her yönünden gelen rüzgârlara açık yapısının; içinde farklı kişilerde simgelenen farklı eğilimlere yola açmış bulunduğunun ve bunların bir bölümünün Abdullah Öcalan’ı es geçmeye teşne olduğunun da farkındayım.

O ‘çizgi’ ya da ‘kanat’ın ‘devrimci halk savaşı’, devlet tarafındaki ‘Oslo süreci’ karşıtlarına müthiş bir cephane sağladı ve Silvan, Oslo’nun ‘cenaze töreni’ için mükemmel bir bahane olarak öne sürüldü.

Bunun ardından, Abdullah Öcalan’ın sesinin kısılması da meşrulaşacaktı. Ne de olsa, Öcalan, ‘örgütü tarafından boşa çıkartılmış’, artık örgütünün kendisini ‘takmadığı’, onunla varılsa bile varılacak uzlaşmanın ‘uygulama değeri’ olmadığı ‘önemsiz’ biri haline gelmişti.

Devletin yetkilileri, Abdullah Öcalan’ın Kandil üzerindeki etkisi ve nüfuzunun sınırlı olduğuna inanırlarken Türkiye’nin Kürt halkı üzerindeki ‘nüfuzu’nu kabul ediyorlardı. Öcalan’ın sesi soluğu duyulmaz olduğunda, zamanla, halk üzerindeki etkisinin de kırılması tasarlandı. Bir türlü arızası giderilemeyen, ‘bozuk koster’, benimsenen bu yeni yaklaşımın ‘şifresi’ oldu.

Devletin üst düzey yetkililerinden biriyle birkaç ay önceki sohbetimi hatırlıyorum; “Evet” demişti, “İmralı’nın Kürtler üzerindeki etkisinin farkındayız. Ama onu bu hale biz getirdik, yani devlet getirdi. Adam, 1999’da yakalandığından beri hapishaneden örgütünü yönetiyor. Buna imkân tanıdık. Dünyanın hiçbir yerinde görülmeyecek bir durum. Sayemizde, giderek halk üzerinde etkisini arttırdı. Şimdi aylardır sesi soluğu duyulmuyor ama kıyamet de kopmuyor. Demek ki tedricen halk üzerinde sayemizde oluşmuş etkisi de zayıflayacak...”

Devletin üst kademelerinde böyle bir algılamaya bizzat PKK’nın (Kandil’in) yol açtığı ve BDP’nin takındığı tavırla bu algılamayı beslediği de gerçek.

Bu algılama, ‘devlet’te başından beri varolan ve değişik dönemlerde değişik biçimlere bürünmüş olan temel yaklaşımı güçlendirdi: PKK’nın tasfiyesi.

Tutuklu Abdullah Öcalan’ın ‘devlet’ açısından en büyük değeri, PKK’nın tasfiyesinin, onun ‘değerlendirilmesi’yle sağlanmasıydı. Öcalan’a İmralı’dan örgütünü bir şekilde yönetme imkânının tanınması bile, nihai olarak, PKK’nın ortadan kaldırılması amacıyla ilgiliydi. Devlet, adeta bir ‘milat’ olarak sunulmak istenen Silvan’la birlikte Öcalan’ın tasarlanan ‘kullanım değeri’ olmadığı hükmüne varınca, onunla görüşmenin de onunla başkalarının görüştürülmesinin de anlamı kalmamıştı.

Ondan sonrası ‘koster arızası’dır.

Bir buçuk yıldan beri benimsenmiş olan söz konusu yaklaşımdan vazgeçilmesi için:

1. Bu politikanın sonuç vermediğinin veya;

2. Abdullah Öcalan’ın öneminin tekrar ortaya çıkması gerekirdi.

‘Arap uyanışı’nın Suriye’ye sıçraması sonucunda, PKK’nın tasfiyesi bir yana, ‘Türkiye denklemi’nden çıkması ve ‘bölgeselleşmesi’ tehlikesi belirdi. Bu, Abdullah Öcalan’ın tekrar ‘devreye girmesi’ ihtiyacını, kendiliğinden öne çıkartmalıydı.

Ya da ‘Kürt hareketi’nin bu ‘önemi’ herkesin gözüne sokacak bir şeyler yapması gerekiyordu ki, esas olarak, Abdullah Öcalan’a ilişkin ‘tecridin kaldırılması’ amacına yönelik ‘açlık grevleri’ ya da ‘ölüm oruçları’, bunu yaptı.

‘Hayat kurtarmak’ için ‘devlet’in Kürt politikasında ‘değişiklik’ zamanındayız.

Ya da tersi: Kürt politikasında ‘değişiklik’, açlık grevlerine son verecek; ‘hayatları kurtaracak’tır...

Radikal / 29.10.12