Darbe korkusu ve istihbarat raporu siyaseti – Ahmet İnsel

  • Arşiv
  • |
  • Basın
  • |
  • 30 Ekim 2012
  • 06:30

Önce biraz itiş kakış, gaz ve tazyikli suyla polisin göstericilere müdahalesi, kalabalığın dağılmadığı görülünce barikatların kaldırılması ve günlerdir yasaklanan yürüyüşe Ankara’da fiilen izin verilmesi. “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diye bağıran alternatif Cumhuriyet kutlaması göstericilerine karşı barikat kurmuş polisin, “Biz de Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diye anons yapması, durumun trajikomikliğini baştan ele veriyordu. Polis barikatları kaldırılınca, Başbakan’ın “İstihbarat aldık” iddialarıyla yasaklanmasını savunduğu yürüyüş, kamu güvenliğine herhangi bir tehdit oluşturmadan sona erdi. Ama ülkenin çeşitli yerlerinden Ankara’ya gidecek araçları engelleme icraatının hesabını kim verecek? Bazı yerlerde yürüyüşlere sonuna kadar izin verilmez ve göstericilere karşı sert müdahaleler yapılırken başka yerlerde alternatif gösterilerin sakin biçimde gerçekleşmesini mülki idare yöneticilerinin sağlaması, aynı ülkede mi yaşıyoruz sorusunu sorduruyor insana.

Sorumluluğu bazı basiretsiz vali ve kaymakamlara atarak, yaşanan gereksiz gerginliğin hesabının bugün kendinden sorulmasından kaçamaz ne İçişleri Bakanı ne de tek adam hükümetinin Başbakanı. Nostaljilerini yaşamak veya kaybettikleri rejimin yasını tutmak, hükümeti kendi inançları üslubunca eleştirmek ötesinde bir siyasal anlamı olmayan bu Mustafa Kemal askerleri kutlamasını, yasaklamalarla anlam ve önem kazandıran, bunları şer faaliyeti olarak nitelendiren İçişleri Bakanı ve ondan daha da fazla Erdoğan’ın kendisi oldu. İstihbarat raporlarını hükümet politikasına gerekçe olarak sunmanın nasıl bir tuzak olduğunu belki bu vesileyle öğrenmiş olur. Sergilediği aşırı güvenin ve oluşan tek adam politikasının aslında hem Erdoğan’ı hem AKP’yi nasıl çok daha kırılgan kıldığı, belki siyasal olarak en zayıf yönünün kibire dönüşmüş ego şişmesi olduğu olgusunu da belki bu vesileyle değerlendirir. 

Bu alternatif cumhuriyet kutlamalarının içeriğini, sloganlarını benimsememek, bu zihniyetin gösteri ve yürüyüş haklarının kısıtlanmasına karşı sessiz kalmanın gerekçesi olamaz. Benzer bir durum KCK davalarından tutuklu veya hükümlü olanların yürüttükleri açlık grevleri için de geçerli. Ölüm orucu eylemlerini ilkesel olarak eleştirebiliriz. İnsan yaşamını siyasetin bir kefesine atmanın, siyaset olanağını yok ettiğini düşünebiliriz. Ama bu ölüm orucuna başlamış insanların eylemleri karşısında duyarsız kalmanın, vahim sonuçları olan böyle bir adımı atmalarına neden olan durumu anlamaya çalışmamanın gerekçesi olamaz. Bugün ölüm oruçlarının Türkiye’de yeniden siyasal eylem tarzı haline gelmesinin birinci sorumlusu ne PKK’dır ne BDP. Her şeyden önce hükümettir. Koster arızası riyakârlığıyla Lozan Antlaşması’nın tanıdığı ana haklardan biri olan anadilde savunma hakkı talebine kulaklarını tıkayarak anadilde eğitim talebini ‘şeytana uyma’, ‘fitne’ gibi terimlerle değerlendirerek siyaset ve müzakere alanını etkili biçimde kapattı hükümet. Belki bu kararı da Erdoğan istihbarat raporlarına dayanarak aldı. KCK tutuklamaları başladığında, bunun açıklanması mümkün olmayan istihbarat raporlarına dayanarak meşru ve gerekli olduğu haberi medyanın kulağına fısıldanmıştı. Üç buçuk yıl sonra Kürt sorununda durum daha kötü bir noktaya geldi.

Darbe korkuları, istihbarat raporu gerekçeleri bugün otoriter reflekslerin, otoriter siyaset anlayışının bahanesi ve örtüsü işlevi görüyor.

Radikal / 30.10.12