Açlık oyunları – Cüneyt Özdemir

  • Arşiv
  • |
  • Basın
  • |
  • 26 Ekim 2012
  • 06:06

Bu bayramın ne yazık ki tadı tuzu yok. 600 kişinin ölüm sınırında olduğu bir ölüm orucu varken kusura bakmayın benim içimden coşkulu bayram yazıları döşenmek gelmiyor. Ölüm orucu dediğimiz şey hâlâ gündemimizdeyse sistemin içinde bir yerlerde ciddi bir tıkanıklık var demektir.

‘Ölüm orucu nedir? Ölüm orucuna girenlere nasıl davranmalı? Propaganda nerede biter, gerçeklik nerede başlar?’ Bu soruları hayatınızda ilk kez soruyorsanız işiniz kolay değil. Bir hayli hukuk, siyaset ama en önemlisi vicdanınızın sınanacağı cetin bir hesaplaşmanın içine girmeniz kaçınılmazdır.

Elbette -sağda ya da solda hangi tarafta attığı fark etmez- bir kalbiniz varsa!

Direniş demek yasaktı

Türkiye’nin yakın tarihinde yani 2000 yılında yaşanan en büyük açlık grevinde rastlantı bu ya biz yine günlük haber programının ekran önünde, canlı yayınlardaydık. Hükümet farklıydı ama baskı aynıydı. O dönemin hükümetinin ‘hayata dönüş’ adı altında cezaevlerine yönelik müdahalesi benim gibi gazetecilere hiç de ‘hayata dönüş’ gibi gelmiyordu.

Devlet müthiş bir propagandayı tüm medyaya dayatıyor ve o dönem devletin gözde kalemleri F tiplerine karşı başlatılan direnişi, tıpkı bu dönemin hükümete yakın kalemleri gibi yerden yere vuruyorlardı. Yıllar sonra F tiplerine düşeceklerinden habersiz yeni yapılan cezaevlerini 5 yıldızlı otel olarak tanımlarken başlarına gelecekleri bilmiyorlardı.

Tıpkı bu dönemin yüzleri kızarmayan gazetecileri gibi tek dertleri o dönemin hükümetinin elini rahatlatmaktı.

Bu bile tepki çekiyordu

Gelin görün ki birkaç gazetecinin onca propagandaya ve baskıya rağmen cezaevlerine yönelik orantısız müdahaleye aklı bir türlü yatmıyordu. Yine de yapabileceğimiz çok bir şey yoktu. Damokles’in sansür kılıcı tepemizde sallanırken en azından devletin dayattığı dili kullanmamayı tercih ediyorduk.

Ara sıra canlı yayında bağlandığım muhabirlerin ağzından dökülen sadece birkaç kelime bile Ankara’da birilerini koltuklarından zıplatmaya yetiyordu. Hızla telefonlar çalışıyor ve daha canlı yayın bitmeden o sakıncalı sözcüklere ‘düzeltme’ geliyordu. Baskı öylesine pervasızdı ki bir süre sonra iş çocuksu bir hal almıştı.

Mesela cezaevinde hayata dönüşe direnenlerin direnişine ‘direniş’ denilmesi yasaklanmıştı.

Elbette yaptığımız yayınlar cezasız kalmadı. İlk fırsatta –ki bunun adı o dönem ekonomik krizdi- o kelimeleri kullanan tüm ekip arkadaşlarım işten atıldı. Ben de onları yalnız bırakmamak için istifamı verdim. Aylarca işsiz kaldık. Sadece kanalla ilişiğimiz kesilmedi, gelen iş teklifleri de meslekteki saygın ‘abi’lerimiz tarafından kapı aralarında kesildi. Neyse ki o da uzun sürmedi…

Benim açlık grevleri yolumun ikinci kez kesişmesi dünyanın öbür ucunda Guantanamo’da oldu. 2006 yılında ABD’nin hukuksal bir karadelik olarak muhafaza ettiği Küba’nın Guantanamo üssüne giderken mahkumların durumlarından biraz haberim vardı ama böylesine ‘hayvan’ gibi bir muamele göreceklerini hayal etmemiştim. Afganistan’dan eften püften bahanelerle toparlanıp Guantanamo’ya tıkılan bu insanların kurtuluş için hiçbir ümidi olmadığı gibi yaşam standartları da herhangi bir hayvanat bahçesindeki hayvanlardan çok daha düşüktü. Böylesine bir ortamda yapabilecekleri tek bir şey vardı: Ölmek. Ancak gelin görün ki ABD’li ajanlar buna izin vermiyorlardı. Zira eğer günün birinde öleceklerse buna karar vermesi gerekenin insanın kendisi değil bizzat Amerikan hükümetinin tercihi olması gerektiğini düşünüyorlardı. Ölüm orucuna girenlere zorla müdahale yapılıyor, kurtarılanlar yaşarken ölüme mahkûm ediliyorlardı.

Gördüklerimi daha sonra Cehennem Kafesi adı altında kitaplaştırırken aylarca ölüm oruçları üzerine kafa yordum. Araştırdım, hukuksal altyapısına baktım, bir çıkış bulamadım. O dönem benimle cezaevini gezen Observer muhabirinin sorduğu gibi soğukkanlılıkla “Ölmek de bir haktır ölmek istiyorlarsa bırakın ölsünler” diyemedim.

Ölüm çare olmamalı

Bugün yine geldik ölüm oruçlarına yani açlık oyunlarının son perdesine… Her iki ölüm orucunun şartları ve istekleri ile kayıslandığında bu sefer çok daha çözülebilir hatta hükümetin zaten çözmeye söz verdiği isteklerle karşı karşıyayız.

Gelin görün ki muhalefetin derdi Cumhuriyet Bayramı’nı nerede kutlayacağında, hükümetin aklı bayramlaşma telaşında..

İster o bayramı gidip camide günahlarınızın affedilmesi için dua ederek kutlayın isterseniz meydanlara dökülüp bayrak sallayarak, slogan atarak yürüyün fark etmez. Ölüm oruçlarının gölgesi üzerine düşen her bayram kan tükürüp kızılcık şerbeti içtim demekten farksızdır.

Şayet bir kalbiniz varsa, yazıktır, ayıptır, günahtır.

Radikal / 26.10.12