“24 Ocak” anılarımızda derin izler bırakan iki tarih. Birincisi bundan 28 yıl önce, Ankara Karlı Sokak’ta otomobiline konulan bomba ile katledilen gazetemiz yazarı Uğur Mumcu’nun ölüm yıldönümü. Katillerinin ve onları azmettiren karanlık güçlerin açıklığa kavuşturulmadığı, ülkemiz adına bir yüz karası 24 Ocak. Demokrasi şehidi Mumcu’yu saygıyla anıyorum.
Diğer 24 Ocak ise 1980 yılına ait. Ülkemizde tezgâhlanan siyasi terörün ulusal ekonomiye yansıması...
Dönemin başbakanı Süleyman Demirel’in Başbakanlık Müsteşarı olarak atadığı Turgut Özal tarafından açıklanan 24 Ocak kararlarının üzerinden 41 yıl geçmiş. “Ekonomide yepyeni bir sayfa”, “dışa açılma”, “küreselleşmeye ayak uydurma” gibi söz oyunlarıyla açıklanan 24 Ocak kararları, adım adım yaklaşan küresel krizin yerel yansımalarını emekçilerin kazanımları üzerinden aşma tasarımıydı. Özü itibarıyla bu tasarım, çetinleşen küresel rekabette Türkiye’nin mal, hizmet ve işgücü piyasalarını uluslararası sermayenin ve yerel burjuvazinin ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlenmesi anlamını taşımaktaydı.
24 Ocak 1980 ve onu izleyen 12 Eylül askeri darbesi her şeyden önce, ülkemizde 60’lı ve 70’li yıllarda yükselen çağdaşlaşma ve demokratikleşme hareketlerinin önünü kesmek ve emeğin kazanımlarının geriletilerek, ülkemizi uluslararası işbölümü içerisinde taşeronlaştırılmış bir ucuz işgücü deposu haline dönüştüren neoliberal küreselleşme sürecinin önemli bir parçasıydı.
Ancak burada vurgulanması gereken çok önemli bir husus, 1980 dönüşümünün aslında sadece Türkiye’ye özgü olmadığı ve daha genel anlamda küresel kapitalizmin içinde bulunduğu krizi aşabilmek için tüm dünyada uygulanmakta olan neoliberal/ muhafazakâr politikaların bir parçası olduğu gerçeğidir.
Küresel kapitalizm 1970’lerin sonunda içine sürüklenmiş olduğu krizi aşmak için en başta hegemonik merkezi olan ABD ve İngiltere’den başlayarak emekçilerin ücret ve sosyal kazanımlarını geriletecek ve sermayenin kârlarını koruyacak bir dizi önlemi uygulamaya koymayı amaçlamaktaydı. Bu dönüşüm, ABD’de Ronald Reagan, İngiltere’de de Margaret Thatcher’in siyasi önderliğinde “başka alternatifimiz yok” sloganıyla baskı ve antidemokratik yöntemlerle dayatılan özelleştirme, esnekleştirme ve kuralsızlaştırmaya yönelik muhafazakâr politikalar sonucunda gerçekleştirilmişti.
1970’lere gelindiğinde sermayenin birikim olanakları tükenmiş, kârları gerilemiş ve küresel kapitalizm derin bir krize sürüklenmiş durumda idi. Bu krizi ertelemek ve aşabilmek için kârların korunması ve sürdürülebilmesi önemliydi. Söz konusu neoliberal politikalar, ücretlerin geriletilmesi ve finansal rant oyunlarının serbestleştirilmesi aracılığıyla gerçekleştirilebildi. Dolayısıyla, küresel çapta 1980 sonrasında uygulamaya konulmuş olan emek aleyhtarı neoliberal küreselleşme süreci, kapitalizmin kaçınılmaz krizlerini 1980 sonrasına öteleme telaşının ürünü olarak değerlendirilmelidir.
1980’nin neoliberal muhafazakâr dönüşümü Türkiye’de de 12 Eylül faşizminin antidemokratik uygulamaları aracılığıyla sürdürülmekteydi. 12 Eylül darbesini izleyen günlerde, bir yandan emeğin politik ve sendikal örgütleri yasaklanır ve on binlerce yurtsever, demokrat, aydın ve işçi lideri cezaevlerinde işkence görürken bir yandan da ulusal ekonomimiz yapısal uyum programları uyarınca, serbestleştirme, özelleştirme ve kuralsızlaştırma yoluyla küresel kapitalizmin yasalarına tabi kılınmaktaydı.
24 Ocak 1980’den 2021’e, farklı hükümetler, tek siyaset.
Cumhuriyet / 27.01.21