Kadın cinayetlerine, geçtiğimiz günlerde Kırıkkale ve Konya’da yenileri eklendi. İki kadın, Emine Bulut ve Tuğba Erkol, çocuklarının gözleri önünde yakınları tarafından vahşi bir şekilde katledildiler.
Eski eşi tarafından bir kafede, çocuğunun yanında boğazı kesilerek öldürülen Emine Bulut’un “ölmek istemiyorum” çığlığı toplumun geniş kesimleri içinde büyük bir yankı yarattı. Aynı günlerde Konya’da Tuğba Erkol’un da boşanmak istediği eşi tarafından 3 çocuğunun gözleri önünde 20 bıçak darbesiyle katledilmesi öfkeyi daha da büyüttü.
Özellikle de Emine Bulut’un sosyal medyada yayılan görüntüleri, Özgecan Aslan’ın vahşi bir şekilde katledilmesi olayında olduğu gibi yeniden geniş kesimlerde tepkilere yol açtı. Pek çok kentte ağırlıklı olarak kadınlar tarafından eylemler gerçekleştirildi.
Cinayetlerin gerçek sorumlusu kim?
Emine Bulut ve Tuğba Erkol’un katledilmesi karşısında tepkiler gelişmesine rağmen, 2018 yılında 440 kadın, 2019’un ilk altı ayında ise 245 kadın cinayetlerde yaşamını yitirdi. Bunlar sadece resmi rakamlar… Ülkemizde günde ortalama 3 kadın, kadın cinayetleri sonucu yaşamını yitirmeye devam ediyor ve bu sayı her geçen gün artıyor.
Sonu ölümle sonuçlanmasa bile, kadınlar üzerindeki şiddet artmaya devam ediyor. Evde, sokakta, işyerinde, yani toplumsal yaşamın her alanında kadınlar başta yakınlarından olmak üzere şiddetin her biçimiyle karşı karşıya kalıyorlar. Aynı şekilde çocuklara dönük cinsel istismar da ürkütücü şekilde yaşanmaya devam ediyor.
Emine Bulut’un katledilmesi, iktidar sözcüleri ve yandaş basın tarafından münferit bir olay ve gözü dönmüş cani bir eşin icraatı olarak yansıtılmasına rağmen, bu cinayetin tek asli sorumlusu eski eşi Fedai Varan değildir. Kadına şiddeti ve cinayetleri yaygınlaştıran, dahası resmen teşvik eden, kadınlar üzerinde çifte baskı ve sömürüye dayanan kapitalist düzenin 17 yıldır vurucu gücü olan AKP iktidarının bizzat uyguladığı politikalar ve yarattığı atmosferdir.
AKP’nin iş başında olduğu süre zarfında bizzat devlet politikası olarak kadınlar her türlü baskı ile karşı karşıya kalmış, kadın-erkek eşitsizliği daha da arttırılmış, din istismarına dayanarak Diyanet kurumu üzerinden kadını aşağılayan söylem ve tutumlar toplumun geniş kesimlerine empoze edilmiş, yasalarla kadınlar kıskaca alınmak istenmiştir.
Kadının haklarını değil, aileyi korumayı esas alan anlayışla kadınların bugüne kadar kazanılmış haklarına saldırılar gerçekleştirilmiş, uluslararası sözleşmeler hiçe sayılmış, son olarak “nafaka kanununda” yapılması planlanan değişiklikte olduğu gibi, aileyi korumak adına kadınların hakları hedef tahtasına çakılmıştır.
Yaşamak için sosyalizm!
İşçi Emekçi Kadın Komisyonları’nın son yıllarda öne çıkardığı “Yaşamak için sosyalizm” şiarı, her geçen gün daha fazla hissedilen bir zorunluluğu ifade etmektedir. Temel toplumsal bir sorun olan kadın sorununun çözümü için, kadınların eşitliği ve özgürlüğü için, sorunların temel kaynağı olan kapitalist düzenin yerle bir edilmesi şarttır. Gelinen aşamada, kadın cinayetlerinin toplumsal bir sorun olarak her geçen gün arttığı bir atmosferde, “yaşam hakkı” için yeni bir toplumsal düzen, yani sosyalizm, hayati bir ihtiyaç haline gelmiştir. Dolayısıyla bugün AKP eliyle yürütülen kadın politikalarına, kadın cinayetlerine, şiddete ve her alanda kadın erkek eşitsizliğine karşı çıkmak ve bu mücadeleyi sosyalizm hedefine bağlayarak yükseltmek büyük bir önem taşımaktadır.
Gerici-faşist iktidarın Diyanet eliyle yaydığı gerici söylemlere, kadınları sistematik olarak aşağılayan nefret diline, kadın-erkek eşitsizliğini tırmandıran uygulamalarına karşı çıkmanın yanı sıra, güncel olarak kadınların kazanılmış haklarına dönük hukuki saldırılara (nafaka kanunu vb.), kadına yönelik şiddet karşısında devlet kurumlarının yükümlülüklerini arttıran ve uluslararası bir nitelik taşıyan İstanbul Sözleşmesi’nin yok sayılmasına karşı da mücadeleyi büyütmek gerekmektedir.
Kadına yönelik şiddet ve onun ağırlaştırılmış biçimi olan kadın cinayetleri, saldırının bizzat hedefinde olan kadınların olduğu kadar, tüm işçi ve emekçilerin sorunudur. Zira, boyutlanan bu sorun karşısında tepkisiz kalmak, toplum ve işçi emekçiler için ağır bir çürüme ve yozlaşma anlamına gelir. Dolayısıyla bu sorun işçi ve emekçi erkeklerin de sorunudur aynı zamanda. Ve mücadele de kadınıyla-erkeğiyle birleşik olarak verilmek zorundadır.