“Barış Pınarı Harekatı” adı altında başlattığı işgal operasyonu ile ülkenin gündemini belirleyen AKP iktidarına, sermaye örgütleri ve yandaş sendikalardan destek açıklamaları geldi. Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK), Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB), Türkiye Barolar Birliği, MEMUR-SEN, TÜRK-İŞ, KAMU-SEN, HAK-İŞ, Türkiye Esnaf ve Sanatkârlar Konfederasyonu (TESK), Türkiye Ziraat Odaları Birliği (TZOB) ve Türkiye Emekliler Derneği’nin ortak açıklamasında “milli ruh” vurgusu yapıldı. “Fırat Kalkanı” ve “Zeytin Dalı” harekatlarına da değinilen açıklamada, “Devletimizin aldığı bu kararın arkasındayız ve destekliyoruz” denildi. Öte yandan TOBB, 190 ülkedeki muadil iş kurumlarına ve 5 kıtadaki en büyük 7 iş örgütüne bu harekatı anlatan bir mektup yolladı.
Suriye’nin ve Rojava’nın işgali anlamına gelen saldırganlık üzerine ülkedeki kutuplaşma had safhaya ulaştı. “Ulusal çıkarlar, milli menfaatler, terör tehdidi” gibi söylemlerle ve şovenizmle zehirlenmiş geniş kesimler, ne yazık ki işgalin savunucusu durumundalar. Ekonomik krizin derinleşmesi, zamlar, işsizlik, yoksulluk gibi sorunların yanı sıra, binlerce metal işçisini ilgilendiren TİS dönemi toplumda yeni silkinişlere yol açabilme potansiyeli taşıyorken, savaş gündemi sayesinde tüm bunlar arka plana itiliyor. Bir kez daha “ülkenin bekası” yalanı altında AKP-Erdoğan diktatörlüğünün bekası öncelik haline getiriliyor. Sermaye grupları ve onlarla iş birliği içindeki sendikal bürokrasi bu algının yaratılmasında önemli rol oynuyor, işçi ve emekçi kitleleri sersemletmekte adeta yarışıyorlar. Tek adam rejiminin geriletilmesinde aktör olmak iddiasındaki düzen muhalefeti de “milli ruh” ile tekrardan Erdoğan’ın arkasında birleşti. İşçi ve emekçilere şovenizmi pompalayıp, sermaye düzeninin sürdürülmesine katkı sağlayan savaş tamtamları sermaye sınıfı için önemli bir olanak. Sermaye sınıfının ve devletinin sözde yurtseverliği hem Türkiye’de hem de Suriye’de hayalini kurdukları yatırım-kâr pastası dilimiyle orantılı.
AKP-Erdoğan tayfasının sağa sola efelenmesi, belki yalan bağımlısı haline gelen kesimleri teselli ediyor olabilir. Fakat bu, NATO üyesi bir ülke olarak Türkiye’nin ABD’ye kölece bağlılığı gerçeğini değiştirmiyor. ABD’nin Ortadoğu’daki hegemonya savaşlarında temel taşeronlardan biridir Türkiye. Emperyalistlerin ve Türk devleti gibi bölgesel işbirlikçilerin besledikleri cihatçılar Suriye’nin kuzeyinde yaşayan Kürtleri hedef aldığında, Kürtler kendilerini savundular ve Kobani’de verilen savunma savaşı ile dünya halklarının sempatisini kazandılar. O dönem Salih Müslim ile Ankara arasında resmi temaslar vardı. Güney Kürdistan birliklerinin Türkiye topraklarında oluşturulan koridordan geçişine izin verildi. Ancak ne zaman ki ABD Suriye’de taktik olarak YPG’yi desteklemeye ve Türkiye’nin yayılmacı heveslerini kursağında bırakmaya başladı, o zamandan sonra YPG terör örgütü ilan edildi. İç politikada da çözüm süreci noktalandı, tekrardan “terör/güvenlik” hesaplarına dönüldü.
Bu arada Erdoğan ve yandaşları kendi iktidarlarını korumak ve işledikleri suçlar ile yargılanmamak için esnekliklerini kaybetmiyorlar. Fethullahçı çete ile yol yürürken kemalist generalleri içeri tıkıyorlardı, 15 Temmuz’dan sonra tam tersini yapıyorlar. Bir zamanlar “Ergenekoncu” diye hırpaladıkları generallere darbe girişimi sonrasında yeniden alan açıldı. Davalar birer birer düşürüldü. Tarihsel Kürt düşmanlığı konusunda rol model olan bu çevreler de Suriye’nin kuzeyini işgal planının aktif bir parçası durumundalar. Sermayedarlar ise sınıfsal çıkarları gözetildiği sürece bu politikalara göz yumuyorlar. Aslında “ulusal birlik” ya da “milliyetçilik” çok da umurlarında değil. Dünyanın bütün ülkelerindeki karakterine uygun olarak sermaye sınıfının asıl derdi daha çok sömürü, daha fazla kârdan ibaret.
Suriye’de başlamış bulunan yeniden inşa süreci hepsinin iştahını fena halde kabartıyor. Savaş ilk çıktığı zamanlarda ülkeden kaçan Suriye’nin yerli sermayedarları da yeniden inşa pazarından pay kapmak için Esad rejimi ile aralarını sağlamlaştırma yarışına girdiler. ABD ve Avrupa ülkelerinin uyguladığı ambargolara rağmen savaş vurgunculuğu konusunda Rusya, Çin, İran ve Lübnanlı şirketlerin rekabet ettiği ortamda yerli sermayedarlar sınıfsal çıkarlarını “yurtseverlik” maskesinin arkasına gizliyorlar. Öne çıkan isimlerden biri Samir Foz. Enkazdan toplanan demirin de işlendiği Humus kentindeki metal fabrikasının yeniden inşa sürecinde önemli bir yeri olacağı belirtiliyor. Bir diğer önemli isim ise Esad’ın anne tarafından kuzeni Rami Makhlouf. Savaş döneminde iyice semiren bu patronlar dışında aslan payını yabancı sermayedarların alacağı ise bir diğer gerçek. Rusya enerji şirketleri Suriye’nin petrol ve doğalgaz altyapısını inşa etme ve işletme konusunda istekli. Çin yeni İpek Yolu projesini genişletme derdinde ve 2 milyar dolarlık inşaat kontratına imza atmış olduğu belirtiliyor. İran da uzun yıllara yayılan siyasi ve ekonomik anlaşmalar peşinde. İran Devrim Muhafızları, Suriye’nin Telekom altyapısını satın almıştı. Lübnanlı bir şirket liman üzerinden ticari taşımacılık patlaması beklediklerini açıklıyor.
Savaş boyunca silah tacirlerinin, savaş sonrası ise çok yönlü alanlarda kâr sağlayan sermayedarların menfaatleri hüküm sürüyor. Türkiye sermaye çevreleri ve devleti de “milli güvenlik”, “ulusal çıkarlar” gibi yalanların arkasına sığınarak pastadan pay kapmaya çalışıyor. İşçi ve emekçileri savunduğunu iddia eden sendikaların bu kapışmada yer alması, yandaş sendikaların kirli yüzlerini bir kez daha ortaya seriyor.
Suriye işgali işçi ve emekçilerin savunabilecekleri, güvenlik meselesine bağlayabilecekleri bir olay değildir. Bu, uzun vadede de halklar arası kardeşliğe ve sınıf mücadelesine zarar verecek bir adımdır. Sınıfsal bakış açısının kazanılmasını engelleyen, ulusal kimlikler üzerinden düşmanlığı besleyen, sermaye sınıfına ait katliam, soykırım, yayılmacılık gibi insanlık suçlarına ortak olmaktır. Kardeş Kürt halkına hem içeride hem dışarıda zulüm edilmesine göz yummak demektir.