Toplumsal meşruiyetini yitiren, oy desteği eriyen AKP-MHP rejimi, toplum nezdinde siyasi kredisini de tüketti. Onun, hizmet ettiği sermaye sınıfı, rejimden beslenen tetikçiler ve sarayın dalkavukları dışında kalan toplumun geniş kesimlerine zorbalık ve sefillik dışında vadedebileceği bir şey kalmamıştır. Devlet kurumları ile medyayı ele geçiren rejimin finansmanı rant, talan, haraç, yağma gibi kaynaklardan sağlanıyor. Bu koşullarda ömrünü uzatmak için medya ile yalan kampanyaları düzenliyor. Diyanet İşleri Başkanlığı aparatını kullanarak din istismarını yoğunlaştırıyor. Irkçı-şoven zehir saçıyor ve devletin tüm şiddet aygıtlarını azgın bir şekilde halka karşı kullanıyor.
Saraya biat etmeyenlere pervasızca saldıran rejim, aynı zamanda batılı emperyalistlere hitaben “İnsan Hakları Eylem Planı” oluşturduğunu ilan ediyor. Vaazlarda insan haklarından söz eden Tayyip Erdoğan’la müritleri, pratikte zorbalığın dozunu günden güne arttırıyorlar. Kendi imalatları olan Anayasa’yı bile paçavra gibi çöpe atarken de Batılı emperyalistlere göz kırpıyorlar. Hal böyleyken bazı çevreler AB ya da ABD’nin sürece müdahale edebileceğini, artan faşist zorbalığı durdurabileceğini sanıyor ya da bu yanılsamayı yaymaya çalışıyorlar. Kimileri ise, vaazlarında “demokrasi” ve “insan hakları” vurguları yapan emperyalistlerden buna uygun pratik tutumlar almalarını bekliyor…
Faşizm sorun değil, mülteciler gelmesin, Doğu Akdeniz’de uslu durun
AB emperyalistleri ile Türk sermaye devleti arasında halen aşılamayan bazı sorunlar var. AKP-MHP rejiminin mültecileri bir koz olarak kullanması, Doğu Akdeniz’de sergilediği saldırgan tutum, yağmadan pay almak için Libya’da savaşa doğrudan katılması gibi icraatlar AB şeflerini ciddi şekilde rahatsız ediyor. Nitekim bu sorunlardan dolayı Türkiye’ye yaptırım uygulama hazırlığı yapan AB’nin, ABD Başkanı Joe Biden’ın müdahalesiyle bu kararı uygulamadığı basına sızmıştı.
2016’da ‘burunlarını kapatıp’ Tayyip Erdoğan’la mülteciler konusunda anlaşma imzalayan AB şefleri rahat bir soluk almıştı. Milyonlarca Suriyelinin neden mülteci durumuna düşürüldüğü, AKP şefinin ya da kendilerinin bu dramdaki payları onları ilgilendirmiyor. Tek dertleri mültecilerin Türkiye’de tutulmasıdır. Bu ise Erdoğan’ın canına minnet bir durum yaratıyor. Hem milyarlarca euro alıyor hem mültecileri bütün kirli işleri için kullanıyor. AB şefleri sıkıştırırsa, “Üzerinize salarım ha!” diye tehdit savurarak işin içinden sıyrılıyor.
Libya’ya cihatçıların taşınması, yapılan barış anlaşmalarının sabote edilmesi gibi konular da AB şeflerini rahatsız ediyor. Ancak Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron dışındakiler buna fazla takılmıyor. Mülteciler dışında diğer büyük sorun, Doğu Akdeniz’de gerilimi tırmandıran politika ve Yunanistan’la restleşmelerdir. Bu konuda sınırlarını zorlayan dinci-faşist rejim, kısa sürede geri adım atmak zorunda kaldı. Nitekim Türkiye’nin masaya yatırılacağı AB şefleri zirvesi öncesinde açıklama yapan Almanya Başbakanı Angela Merkel, “Doğu Akdeniz’deki kriz konusunda Türkiye’nin yumuşama işaretleri gösterdiğini” belirterek durumdan duyduğu memnuniyeti dile getirdi.
Mülteciler ve Doğu Akdeniz konularında sorun yaşanmadığı sürece, faşist rejimin tahkim edilmesi AB şefleri için sorun teşkil etmiyor. Onlar bu konuda her zaman ‘endişeliler’. Pratik tutumlarıyla ise, faşist tahkimata destek veriyorlar. HDP’nin kapatılması tartışılırken açıklama yapan Alman hükümeti, “HDP PKK’den kendini ayırmalıdır” ifadesini kullanıyor. Erdoğan’la kavgalı olan Macron, Fransa’da Kürt hareketine operasyon düzenliyor. AB’nin başını çeken Almanya-Fransa ikilisi, söylemde ‘endişeli’ ama eylemde AKP-MHP rejimine zımni de olsa destek veriyor.
AB yetkilisi bazı isimler elbette durum tespiti yapan ya da endişesini dile getiren açıklamalar yapıyorlar. Örneğin AB’nin dış ilişkilerden sorumlu yüksek temsilcisi Josep Borrell ile genişlemeden sorumlu komiseri Oliver Varhelyi, yaptıkları ortak açıklamada, “muhalefetin ikinci büyük partisini kapatmanın Türkiye’de milyonlarca seçmenin hakkını ihlal edeceğini” ‘saptadılar.’ Bu arada Merkel de son açıklamasında, “Türkiye’nin insan hakları ve hukukun üstünlüğü konusunda standartlara uymasını bekliyoruz” dedi.
Bu ve benzer açıklamaların boş bir söylem olduğunu bilen Erdoğan’la suç ortakları zorbalığın dozunu arttırmaya devam ediyorlar. Zira AB şeflerinin ‘endişeliyiz’ açıklamalarının bir şey yapmayacakları anlamına geldiği artık kimse için bir sır değil.
Son günlerde bazı Amerikalı yetkililer de insan haklarının ihlali konusunda kaygılı olduklarını dile getirdiler. Bazı liberaller, Joe Biden yönetiminin diktatörlerle çalışmayacağı safsatasını ortaya atıyorlar. Emperyalistlerin riyakar açıklamalarının “Faşizmi tahkim etmeye devam edebilirisiniz” mesajı taşıdığını bilen Ankara’daki işbirlikçiler ise, efendilerinin icazet vermesiyle iyice zıvanadan çıktılar. Bu durum şaşırtıcı değil, çünkü bütün faşist rejimler emperyalistler tarafından desteklendi/destekleniyor.
Rejim Türkiye’nin konumunu pazarlıyor
Sermaye devletinin dümenini tutan AKP-MHP rejimi, yayılmacı-ilhakçı hırslarına ulaşmak için Türkiye’nin emperyalistler için kullanışlı olmasını pazarlıyor. Nitekim ABD’nin, AB’nin, NATO’nun şefleri tarafından yapılan tüm açıklamalarda, Türkiye’nin kendilerine hizmet eden bir rejimle yönetilmesinin önemine vurgu yapılıyor. “Yerli ve milli” AKP-MHP koalisyonu da batılı emperyalistlere hizmette kusur etmiyor. Ancak bu hizmetin karşılığında yağmadan pay istiyor.
Son yıllarda pazarlık bu alanda yapılıyor, sorunlar buradan çıkıyor. Emperyalizme uşaklığın önemini iyi bilen Erdoğan ve müritleri, yaptıkları hizmetlerin karşılığını almak için çırpınıyorlar. Bu çırpınışlar kimi zaman üst perdeden vaazlar halini alsa da emperyalistlerin desteği olmadan rejimin ayakta kalamayacağının farkında olan AKP-MHP şefleri, bu gerçeği hesaba katarak hareket ediyor ve ilk fırsatta 180 derece dönüş yaparak, efendilerine yaranmayı ne kadar önemsediklerini dile getiriyorlar.
Faşizmin tahkimatı kitlelerin direnişiyle püskürtülebilir
Faşist rejimin tahkim edilmesi yönünde atılan her adımın işçilere, emekçilere, ezilen halklara, kadınlara, ilerici-devrimci, muhalif güçlere ağır bir faturası oluyor. Yani zorbalığın artmasının bedelini toplumun çoğunluğunu oluşturan bu kesimler ödüyor. Dolayısıyla demokratik, sosyal, siyasal hak ve özgürlüklere ihtiyacı olan da toplumun bu kesimleridir. Rejime verilen desteğin erimeye devam etmesi, geniş emekçi kitlelerin dinci-faşist diktaya karşı biriken öfkelerini yansıtıyor. Çünkü bu rejim işsizlik, sefalet, baskı, zorbalık, geleceksizlik dışında bir şey sunamıyor.
Toplumsal desteğin erimesi, bekası için her yola başvuran bir rejimi püskürtmeye yetmiyor, tersine daha da azgınlaşmasına yol açıyor. Biriken tepkinin pasif bekleyişten aktif eyleme dönüşmesi, faşist zorbalığı püskürtmenin yegane yoludur. Bunun için ise başta işçi sınıfı olmak üzere emekçilerin ve ezilenlerin ilerici-devrimci güçlerle birleşik bir direniş örmeleri gerekiyor.