2015 yılında Türkiye’nin dört bir yanında bombalar patlatıldı. 5 Haziran Diyarbakır, 20 Temmuz Suruç, 10 Ekim Ankara katliamı... Her biri planlı, açık bir devlet katliamıydı. Tek başına iktidar olma gücünü yitiren AKP, kan dökerek oylarını arttırma yolunu seçmişti.
5 Haziran Diyarbakır... Adıyaman’dan Diyarbakır’a bir gün öncesinden gelen ve kaldığı otelde askerlik sorunu tespit edilen, terör kaydı çıkan IŞİD üyesi tetikçi polis tarafından serbest bırakılmıştı. Salıverilen cihatçı katil ertesi gün planlanmış saldırıyı gerçekleştirmiş, HDP seçim mitingini kana bulamıştı.
20 Temmuz Suruç... SGDF üyeleri YPG güçleri tarafından IŞİD işgalinden kurtarılan Kobanê’ye destek için yola çıkmıştı. 20 Temmuz’da Urfa’nın Suruç ilçesinde IŞİD üyesi Abdurrahman Alagöz tarafından yapılan bombalı saldırıda 33 genç yaşamını yitirdi.
10 Ekim Ankara... IŞİD çetesi; sendikalar, meslek örgütleri ve ilerici-devrimci güçler tarafından düzenlenen “Emek, demokrasi ve barış mitingi”ni kana buladı. İki canlı bomba saldırısıyla 103 kişi yaşamını yitirdi, yüzlercesi yaralandı. Ankara katliamı da devletin kontrolü dahilindeydi. IŞİD’in mitinglerde birden fazla canlı bomba ile saldırı yapacağı istihbaratı devlet birimlerine ulaşmıştı. Polis tarafından askeri kurumlara, yabancı elçiliklere patlama olacağına dair bilgi verilmiş, “canlı bombalara hazırlıklı olun” çağrısı yapılmıştı. Nitekim önden uyarılan kolluk kuvvetleri miting alanından uzak durmuştu. Saldırganlar arasında, Suruç’ta intihar bombası patlatan Abdurrahman Alagöz’ün kardeşi Yunus Emre Alagöz de yer alıyordu.
Diyarbakır, Suruç ve Ankara katliamlarını gerçekleştirenlerin üçü de IŞİD’e canlı bomba yetiştiren Adıyaman kökenli “Dokumacılar” gurubundandı.
Adıyaman, uzun süredir yerel tarikatların IŞİD’in bir kolu gibi çalıştığı, cihatçı örgüte tetikçi devşirildiği, açıkça yardım toplandığı, IŞİD stantlarının açıldığı bir ile dönüşmüştü. IŞİD faaliyetleri devletin gözetimi, onayı dahilindeydi. Devlet yetkilileri IŞİD’e aleni destek veriyor, ilde onlarca ailenin IŞİD’e katılan çocukları için yaptığı başvuruları sonuçsuz bırakıyordu.
Cihatçı örgüte destek birkaç ille sınırlı değildi. Emperyalizmin taşeronluğunu yapan dinci-gerici AKP iktidarının icra ettiği bir devlet politikasıydı. Ülkede toplumsal muhalefet dinamiklerinin ileri hamleleri, dinci rejime verilen toplumsal desteğin azalması, AKP’nin seçimlerde yaşadığı hezimet, derinleşen ekonomik ve siyasal kriz… Bunlar iktidarın saldırı ve savaş politikalarına sıkıca sarılmasının temel nedenleriydi. IŞİD ise hem emperyalizmin çıkarları gereği arka çıktığı, eğitip-donattığı hem de ülke içindeki gerici iktidarının ömrünü uzatabilmek için kullandığı araçlardan biriydi. Nitekim dönemin Başbakan’ı Ahmet Davutoğlu Ankara katliamından sonra yaptığı bir konuşmada AKP’nin oylarının arttığını “müjdeliyordu.” Yani kan döküldükçe, AKP’nin oyları artıyordu. Nitekim 1 Kasım’da tekrarlanan seçimleri bu sayede kazanabildiler.
ABD emperyalizminin Suriye’deki savaşta taşeronluğunu yapan Türk sermaye devleti, MİT tırlarıyla cihatçılara askeri mühimmatlar taşıdı. 2014 yılındaki bir İçişleri genelgesinde, “El Nusra mücahitlerinin desteklendiği” ifade edilirken, şeriatçı çetelerin Suriye’ye geçişinde lojistik destek ve eğitim imkanı sağlandığı, yaralanan tetikçilerin tedavileri için MİT’in görevlendirildiği açıkça ilan edilmişti. IŞİD’in üst düzey yöneticileri de Türkiye’deki hastanelerde tedavi gördü. Dönemin AKP’li Sağlık Bakanı, utanmadan IŞİD yaralılarının tedavisini “insani bir durum” diye lanse etmeye çalışmıştı.
Türkiye sınırları Avrupa’nın pek çok ülkesinden gelen cihatçılara açık kapı işlevi gördü. Suriye sınırını geçip IŞİD’e katılmak isteyen çeşitli Avrupa ülkelerinden yabancı tetikçiler güvenli geçiş için Türkiye’yi kullanıyordu, hatta taşıdıkları pasaportlarda T.C. damgası da vardı.
Türkiye emperyalistlere taşeronlukta, cihatçı çetelerin hamiliğini üstelenmede yalnız değildi. Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Kuveyt gibi Amerikancı Körfez rejimleri hem dinci örgütlere mali destek sağlıyor hem silahların alınmasını finanse ediyordu. Suriye’deki cihatçılara gitmek için Türkiye’ye getirilen silah yüklü kargolar Almanya’dan yola çıkıyordu. Emperyalistler ve bu işbirlikçileri, Ortadoğu halklarını IŞİD tarafından toplu katliamlara maruz bıraktı.
Diyarbakır, Suruç, Ankara katliamları bir avuç tekelin tüm dünyaya hükmettiği, bir avuç azınlığın milyonları sömürdüğü emperyalist-kapitalist sistemin Türkiye’deki yansımalarının örnekleri oldu. 2015’teki saldırıların ardından Türkiye’de savaş-saldırganlık politikası tırmandırıldı; OHAL, polis devleti uygulamalarıyla toplumsal muhalefet nefessiz bırakılmaya çalışıldı. Her bir katliamın dava sürecinde devlet terörü devam etti. Sermaye devleti bir yandan kendini aklamaya, delilleri karartmaya çalışırken öte taraftan baskılar, yasaklar, saldırılarla toplumun ilerici-öncü kesimlerini sindirmeye çalıştı.
Katliamcı devlet geleneği Diyarbakır, Suruç ve Ankara katliamlarının vebalini halen sırtında taşıyor. AKP-MHP rejiminin ağır suçu unutulmayacak, katliamların arkasındaki burjuva sınıfsal temel toplumsal hafızadan silinmeyecek, er ya da geç insanlığa karşı işlenen bu suçların hesabı sorulacaktır.
S. Gül